- Kategori
- Gündelik Yaşam
Mistik- gizemli duygular

"AKIL GÖZÜ" MÜ YOKSA "GÖNÜL GÖZÜ" MÜ?
"İnsanım, bu yüzden insanla ilgili her şey beni de ilgilendirir" demiş ünlü bir düşünür. Hem de, hiç fıs fıs ederek (gizli) değil, yükses sesle, haykırarak...
Ancak, fısıltı halinde konuşulan seslerdir ki, insanlara önyargı-peşin hüküm- duygusu yaratırlar. Bu yüzden, fıs fıs konuşan insanları toplum çoklukla sevmez, onlara güven duymaz.
İçten pazarlıklı, sahte bir görünüşleri vardır, fısıltı halinde sessiz -gizli- konuşan insanların. Sözleri net değildir böyle insanların. Toplum görevi yapar görünürler ama aslında tüm amaçları toplumu hep arka bahçelerine çekmektir.
Anlaşılmaktan çok, kendilerine saygı duyulmasını isterler. Bu bağlamda, kimlerin kendisine saygı duyması gerektiği de pek önemli değildir böyleleri için. "Yapmak"tan çok "öğüt" vermeyi sever bu insanlar.
İnsani duygulardan çok, mistik (gizemcli) duygulara yer verirler. Böylece de kendilerini - toplum görevi yapsalar da - açık toplum anlayışından uzak tutarlar.
Toplumun tarihsel süreç içinde edindiği kültürü, mistikçe (gizemce) içlerinde saklı tutarlar.
Topluma uyum sağlamada zorlanırlar. Kanun ve hükümlere karşı her daim isyan halindedirler. Çünkü, bilincin dışında kendiliğinden var olan şeylere önem verirler.
Kanun ve yasaları "insan elinden çıkma"dır diye önemsemezler, bilinçdışı varlıklara (tanrı gibi) verdikleri anlam doğrultusunda bir "inanç" sergilerler.
Temel niteliği "gizlilik" olan ve bundan dolayı dilimizde "gizemcilik" deyimi ile dilegetirilen bu anlayış, kimi yerde "teosofi"yle de anlamdaş kılınan Batı "mistisizm"iyle Doğu "tasavvufunu (ing.sufizm) kapsar.
Yahudilikte 'kabala', Hindistan'da 'pantacali", Hıristiyanlıkta 'mistisizm' ve 'teosofi', İslamlıkta 'tasavvuf' adlarını alan "gizemcilik"; gerçeği (Osm. hakikat), insanın kendi yalnızlığında aramasından doğmuştur.
Teosofi: Osm. hikmet-i sofiyye, Tanrı bilgisi: "Sihir ve büyücülükle karışmış gizemcilik" demektir. (Felsefe sözlüğü- Orhan Hançerlioğlu)
Gizemciliğin (Fr. mistisizm) ayırıcı niteliği olan "gizlilik", önce bu 'bireyci' anlayıştan yola çıkar ve iki alanda belirir: 'Gerçek' diye verilmiş bilgilerin gizli anlamlarını aramak ve bulunan asıl gerçek bilgiyi gizlemek...
Mistisizmin gizli anlamlar aramak zorunluluğu, 'gerçek' diye verilmiş bilgilerin akla uygun düzeni gerçekleştirememesinden; gizlemek ve gizlenmek zorunluluğu da, çoğunluğun inancıyla ve kurulu düzenle çatışmasından ötürüdür. (a.g.e -sayfa 115)
Bir Hıristiyan gizemcisi olan Jansenist ve ünlü matematikçi Blaise Pascal (1623-1662); "Akıl ülkesinin sınırının bittiği yerde gönül ülkesi başlar. Akıldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler vardır ki, önemli olan da asıl bu bilgilerdir..." der.
Anadolu topraklarında çok daha önceleri yaşayan tasavvuf bilgelerimizin de, "akıl" ve "gönül" ülkelerine yaptıkları yolculuk, toplumumuzda o kadar derin kök salmıştır ki, hala, bu kökten beslenen insanlarımız, yaşamın gerçeklerini "gerçeküstücülük-mistisizm" de arayabiliyorlar...
..."Varlık birdir (vahdet-i vücut, panteizm). Cansız ve canlı bütün varlıklar, tek varlığın çeşitli görünüşleridir. Hiçbir şeyin kendine özgü bir varlığı yoktur, her şey tek varlıktır. Tek varlık her an sürekli olarak çeşitli biçimlerde belirmektedir. Öyleyse din, ulus, ırk ve her türlü anlayış ayrılıkları saçmadır. Her şey, her şey içindir ve her şeyindir..."
İslam gizemcisi Hallac Mansur (858-922) bu gerçeği korkusuzca açıklar: "Ben tanrıyım (enelhak)...
Ancak, bu gerçeğe varabilmek için insan aklı yetmemektedir. O halde, aklın yerini alabilecek başka bir şey olmalıdır ki, o da bulunur: Gönül...
Mavlana da, "Ben tanrıyım ama sen bana 'sen tanrısın' diyemezsin, çünkü sen de tanrısın" sözüyle bu, "varlık tekliği"ne atıfta bulunmuştur.
İnsan, "akıl" yerine "gönül gözü" nü koyunca insanda "gizemcilik" başlamış, buna göre "gerçek, 'giz'dir (sır) ve ancak birtakım derecelerden geçerek öğrenilebilir" halini almıştır...
Bu düşünce, insanın bireysel yalnızlığına dönüşünden ve gerçeği kendi iç dünyasında aramasından başka bir şey değildir.
Öyle ki, çeşitli sebeplerden dolayı (özellikle de maddi sebeplerden dolayı), bu dünyada mutlu olamayan çoğunluğa, ölüm ötesi mutluluklar vaat edilmeli ki, eşitsizlikten kaynaklanan insan içindeki kötülükler frenlenebilsin. Bu da ancak bir "o dünya" anlayışıyla sağlanabilir(di)...
"O dünya"dan dönen olamayacağına göre de bu, bir giz (sır) olarak kalmalı(ydı):
Hıristiyan gizemcisi, papaz Hugues de Blankenburg (1096-1141) şöyle der:
"Tanrının insan aklıyla kavranması mümkün değildir ve Tanrı asıl bu yüzden gerçektir"
Arada bin yıllık bir fark var ve biz hala Tanrıyı "akıl yolu" ile arıyoruz. Oysa, Tanrı sözünün geçtiği her yerde "gönül gözü" vardır ki, çoğu insan buna "vicdan" der...
Yoksa, sadece "imgeleme-hayal kurma" da kalırız ki, bu, uyanikken düş görme durumudur. Bazılarımız uyanık kalmak yerine düşte kalmayı tercih eder. Çünkü, yaşamın gerçekleriyle mücadele etmeyi göze alacak kadar güçlü gör(e)mez kendisini:
"Bir amaca bağlı kalır da bu amacı gerçekleştirecek davranışta bulunamam" korkusuyla; bir başka deyişle, sonradan 'düş kırıklığı' yaşamamak için, önceden önlemini alır ve tüm hayatı boyunca düşte yaşamayı tercih eder.
Bu yüzdendir ki, "bu dünya bir hayaldır, asıl önemli olan 'o dünya'dır" diyerek, doyurulamayan isteklerini, duygularını frenler ve yaşamı boyunca "miskin-uyuşuk" bir görünüm arzeder; aşırı hız yapmaktan korkar... Bu bağlamda, Osmanlı'nın "Miskinler Tekkesi" meşhurdur...
'Muhafazakarlık'tır bunun adı. Anı değişimi sevmez muhafazakarlar. Hep aynı yerde kalmak isterler. Nehrin kenarındaki yosunlara tutunarak bir ömür geçirirler. Nehrin akışını takip ederek geniş okyanus sularına (özgürlüğe) kavuşmak istemezler...
Bakmayın, hem "değişim-dönüşüm" isteyip hem muhafazakar kalmak isteyen siyasetçilerimize. Bu, eşyanın tabiatına bile aykırıdır!...
Alaettin Morgül / 13.06.2012.