Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '16

 
Kategori
Anılar
 

Muhterem cemaat... bugünkü hutbemiz...

Muhterem cemaat... bugünkü hutbemiz...
 

Doksanlar...


Muhterem cemaat, 
bugünkü hutbemizin mevzuu…
O günkü hutbemizin mevzuu...
aklımda kalmamış !
Seksen sekiz senesiydi. 
O hafta “hitabet” dersinde Cengiz Gül hocam, camilerde hutbe okuyacak gençlerin adını okudu; 
“ Recai Nurcan Toygar Hamza Camisi “ deyince bi tuhaf oldum.
Zaten beklediğimiz bir şeydi.
Zaten sıra bize gelecekti.
Ama hiç öyle olmadı.
O güne kadarmış sakinliğim. 
Bir heyecan, bir tuhaflık !
Bir sürü senaryolar…
“ Ya mahcup olursak”
“ Ya yanlış bir şey yaparsam”
“ Ya cemaatten biri kızarsa “
Müftülükten izinler alınmış, imzalar atılmış, resmi evrakta adım yazılı, künyem kazılı.
Nereye kaçacaksın ki?
Dönüş yok !
Ertesi günün öğle teneffüsünde, Toygar Hamza Camii'ni görmeye karar verdim. 
Okuldan çıktım. Aşağı doğru yürümeye başladım. Döşeme taşlı sokaklardan geçtim. Çok eskilerden kalma, ahşap daracık evler, taşları yosun bağlamış kırık dökük kaldırımlar, bahçe duvarları, incir ağaçları, dut ağaçları..
Üsküdar İmam-Hatip Liseliler bilir; düzlüğe inince, önce lunaparkı görürsün ve ardından bit pazarını.
Güneşli bir gündü. Tahta tezgâhlarda eski-püskü bir sürü eşya. Sararmış fotoğraflardan, kömürle çalışan ütülere; paslanmış çakmaklardan, eski kitaplara, plaklara, defterlere kadar bir sürü şey.
… 
Bu uzun ve dar sokağın bitiminde, sağa, yukarı doğru kıvrıldım. Bir-kaç ağacın ve bir-kaç otomobilin olduğu bir yokuş, hava sıcak. Yeni çiçeklenmiş bir ağacın yapraklarının arasından, kısacık bir minare göründü; Toygar Hamza Cami ! 
Caminin mermer döşeli bahçesinden geçerek, içine girdim. Ata yadigârı olan bu cami; Üsküdar’ın tarih kokan küçük Osmanlı camilerinden biri. Etkilenmemek mümkün değil. 
Kimbilir kimler çıktı bu hutbeye…
Kimbilir kimler cemaat oldu.
Kaç ramazan, kaç cuma geçti üzerinden…
Kaç iftar ezanı okundu minaresinden kimbilir…
Ve şimdi de sıra bana gelmişti. Caminin içini gezdikçe heyecanım artıyordu. Bu bir-kaç gün, dakika dakika, saat saat geçti. Ve Cuma günü oldu. Evde yaptığım provalar, çalışmalar artık son bulmuştu.
Namazdan yarım saat önce geldim. Müezzin beni karşıladı. Hoca efendinin henüz gelmediğini söyledi. Cübbe ve sarık verdi. Giyip kuşanmama yardımcı oldu. Cüppe sırtıma tam olduysa da, sarık kafama oturmadı. ( Hiç sevmediğim şey; kafama bir şey takmak. Gerçi mecazi anlamda da öyle olduğum söylenir.) Kafama bir şey taktığım zaman, sanki beynim kafese alınmış, düşüncelerim prangalanmış gibi olur. 
Sarığın verdiği rahatsızlığı belli etmeden, ağır adımlarla hutbe okuyacağım merdivenlerin önüne geldim ve dizüstü oturdum. Cemaat birer ikişer gelmeye başladı. Gelen, önce bir yüzüme bakıyordu. İyice daraldım. Bu sırtında cübbe, başında sarıkla oturan “süt oğlan” kimdi. Yaşlı adamlar, dönüp dönüp tekrar bakıyorlardı. Bense, sadece önüme bakıyordum. İçimden ayetel kürsiler geçiyordu uc uca. Başımdaki sarığı elimle düzeltmek istedimse de, herkes bakıyor diye vazgeçtim. Hemen hiç kımıldamıyordum. Başımdaki sarık değil, beyaz bir güvercindi. Biraz hareket etsem, uçup gidecekti. Tam bu sırada bir el omzuma dokundu. Hafifçe irkildim. Oturduğum yerden, yavaşça dönerek bu elin sahibine baktım. Sakalları pırıl pırıl parlayan yaşlı bir adam idi. Kulağıma eğildi; “ Evladım, hoş geldin” dedi. “ Sakın heyecan yapma. Burayı bir mezarlıkmış gibi düşün, cemaati de mezar taşları. Ben bu caminin imamıyım. Yirmi senedir hutbeye çıkıyorum, bir kez bile karışan olmadı. Sana da kimse karışmayacak. Bildiğin gibi oku” dedi gülerek… İçim bi bayram yerine döndü ki. “Tabiki beceririm, defalarca tatbikini yaptım” dedim kendi kendime” Hocaefendi sırtımı sıvazladı ve en ön safa geçip oturdu. Bu sırada dış ezan bitmek üzereydi. Kendimi bi toparladım. Sarığımı iki elimle hafifçe kaldırıp tekrar düzelttim. 
Ve ezan bitti.
Ve sünnetler bitti.
Ve müezzin son duayı yaptı.
Hutbe merdivenlerini yavaş yavaş çıkmaya başladım. Bacaklarım titriyordu. Üçüncü basamakta, beşinci basamakta durup, ilgili duaları okudum. Yedinci basamağa gelip, cemaate yüzümü çevirdim. İç ezan başlamıştı. Yedinci basamağa oturarak ezan-ı Muhammediye yi dinledim. Kalbimin atışlarını duyuyordum. Ezan hiç bitmese diye düşündüm.
Derken ezan bitti, sıra bana gelmişti.
“ Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah “ diyerek bir başladım ki, kendim bile şaşırdım. Bir anda bütün heyecanım gitmişti. Peşpeşe okudum gerekli olan arapça duaları, takdimleri. Sıra Türkçe hutbeye gelmişti. Hutbeyi okurken, el kol hareketleri bile yaptığımı görüyor, şaşırıyor, şaşırıyordum. Aşağıdaki saflar, tek düze mezar taşları olmuştu gözümde. Hatta bi ara başımdaki sarığı bile düzelttim. Hutbem bitmişti. Tekrar ağır adımlarla ve içten içe koca bir sevinçle basamakları inmeye başladım. Bundan sonrası çok kolaydı. İlk kez Cuma namazı kıldıracak olsam da, defalarca imamlık yapmıştım.
Safları yara yara geçtim. Yüzümde hafif bir tebessüm. Omuzuma dokunanlar, yüzüme gülümseyenler… İmam efendi nin de yanından geçerek mihraba çıktım.
“ Allahü ekber” dedim ve namaza durduk. Elhamı, zammı süreyi okudum, rükuya eğildik, kıyama doğrulduk, secdeye vardık! Alnımı secdeye koydum. Tam bu sırada başımdaki sarığın hafifçe kaydığını hissettim. 
Ve ikinci kez secdeye vardığımda korktuğum başıma geldi. Sarık başımdan çıktı. Yarım bir yay çizerek yuvarlandı ve ayaklarımın olduğu hizaya gelerek yere kapaklandı. Bu arada ikinci rekata kalktık. Hemen sağ tarafımda bir “sarık” benimle aynı saftaydı.
İkinci rekatta, imamın başı açıktı ve briyantinli saçlar, parıl parıl parlıyordu. 
Artık yapacak bir şey yoktu. İkinci rekatı başı açık kıldırdım cuma cemaatine. Namazın sonunda, sağa selam verdiğimde bir sarık; sola selam verdiğimde, henüz sola dönmemiş ve bana tuhaf tuhaf bakan bi cemaat vardı.
Namaz bittiğinde, camiyi terk etmek için ayağa kalkan cemaat, uzaktan eliyle selam verdi ve ben de hepsine tek tek mukabelede bulundum. Cemaat boşalınca ayağa kalktım. Müezzin mahfiline doğru yürüdüm. Sarığımı çıkarıp astım. Cüppemi çıkarırken, hoca efendi ile göz göze geldik. Mahcup olmuştum. Tam özür dileyecekken, hocaefendi elini cebine attı ve pırıl pırıl bir takke çıkardı. “ Al evladım, sen bunu hak ettin” dedi. Elini öptüm. Tam kapıdan çıkarken müezzin efendiden de koca bir “aferin” alınca, indiğim o yokuş; okula dönerken bana dümdüz geldi.
Beni okudunuz, teşekkürler.
 
NOT: Bu arada Cengiz Hocam 10 vermişti :)
Recai Nurcan

 

 

 
Toplam blog
: 15
: 457
Kayıt tarihi
: 19.09.07
 
 

İnsan kendini nasıl anlatır; " İstanbul'da doğdum" diye başlayayım. Anı-deneme türünden, gündelik..