- Kategori
- Güncel
Mutluluğun hikayesi, sefaletin kendisi...
Bazen aklımda çok şey birikmesine rağmen kendimi ifade edemiyorum. Bir yerde tıkanıyorum. İçime kapanıyorum ve aklımı her geçen gün kemirmeye devam eden düşünce alemine dalıyorum. Bugün uzun bir yazı yazacağım. Bu aralar okuduğum bir kitap biriktirdiğim bazı şeylerin şelale olup akmasına neden oldu. Charles Eisenstein'ın " Kutsal Ekonomi" adlı kitabından bahsediyorum. Paranın insan hayatındaki rolünün ne olması gerektiğini anlatan harika bir eser.
Bir şeylere aklımın ermeye başladığı günden beri hep imkansızlıklarımı sorguladım. Bu hayatta sahip olduğum görünmeyen zincirler var ya işte onlardan nasıl kurtulabilirim dedim hep kendi kendime. Ama bir süre sonra o zincirlerin varlık nedenini anladım. Dışarıdaki hayatta şiddetli bir rüzgar esiyor, bizi her an savurup bilmediğimiz limanlara götürebilecek. Şu hayatta yapılacak onca şey varken parasızlığı hep bahane olarak gördük. Maddi olanakları yetersiz, yeterli eğitim alamamış bir ailenin çocukları olarak kendimize iyi bir hayatı yakıştıramadık kimi zaman. Aslında koca bir bahaneydi bu. İşimize gelmedi mücadele etmek.
Korkunç bir çocukluk, acı bir sefalet geçirmiş olsanız bile şu an şu satırları okuyorsanız en azından bugüne dek ayakta kalabileceğiniz kadarı size verilmiş demektir. Biliyorum benim gibi kendi içinde buhranlar yaşayanlarınız var. Üniversite sıralarında ne hayaller kuruyordunuz, şimdi ne oldunuz. Kimilerinizin hala işi yok, kimileriniz ne iş yaptığınızı söylemeye utanıyorsunuz, aileleriniz size ne yapmak istediğinizi sormadılar bile. Günümüzün dünyası bencilliği ve açgözlülüğü ödüllendiriyor. Kusura bakmayın olduğunuz yerde bekleyerek, mütevazı olarak, dürüst bir şekilde çalışarak o çok istediğiniz pembe panjurlu, önünde geniş bahçesi olan evlere sahip olamazsınız. Belki de kaderimiz budur heee! Allah kimilerine yürü ya kulum derken, kimilerine depar attırıyordur belki de...
Yaşamımız için bağımlı olduğumuz paranın kıtlığından dolayı sürekli bir kaygıyla yaşıyoruz. En masum isteklerimizi mali gücüm buna yetmez diyerek bir kenara atıyoruz. Birileri 2 katlı, yeşillik içindeki evinin etrafını duvarlarla çevirip mutluluğu veya zenginliği kendine saklıyor. Eskiler der ya hep İstanbul'da bizim zamanımızda yaşayacaktınız diye. Ne kadar doğruymuş. Bugün yegane kalmış yeşil alanların etrafı çevrilmiş, girilemez yazıları var. Veya parayla giriyorsunuz. Beleş girdiğimiz yerlerinde kıymetini bilmeyip kirleterek yok ediyoruz.
Düşünsenize bütün gereksinmelerimiz giderek artan verimlilik ile karşılanıyorsa bize vaad edilen boş zaman ve huzur dolu yaşam nerede? Ekonomi büyürken benim cebim neden hala tam takır. Bir insanın sahip olduğu yaşamı çaldıktan sonra onu tekrar kazanması için çalıştırıp, bedel ödetmek nasıl bir anlayıştır? Herkese bir rol verildiyse senarist kim bu hikaye de?
Faizin hayatın gerçeği olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Borcumuz her zaman sahip olduğumuz paradan fazla. Borcumuzu tam olarak ödeyemesek bile bize sunulan sahte mutluluğu devam ettirmek için çalışmaya, hizmet sunmaya ve harcamaya devam etmeliyiz. Bir zamanlar kullanımı için para bile ödemediğimiz şeyler artık ateş pahası. Dalından kopararak yediklerimizi organik diye satıyorlar bize. En çok satılan içecek içme suyu düşünsenize bi! Ülkeler halklarının artan sefaletine rağmen büyüyüp zenginleşmeye devam ediyorlar. Bu duruma tepki doğmaması için halklara ucuz ekmek, sahte hayaller, bir parça heyecan, magazin haberleri ve futbol sunuyorlar...Enine boyuna düşününce ulan harbiden öyle diyorum.
Bunları düşünmenize gerek yok aslında. Hayatın taa gerçeği demeyeceğim hatta. Çünkü her akşam televizyonun karşısına geçip bizim sefil hayatımızı anlatan dizileri soluksuz izleyip farkında olmadan kendimize acıyoruz. Bakıyoruz ama görmüyoruz.