Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '06

 
Kategori
Felsefe
 

Nasıl gitmek

Nasıl gitmek
 

“Düşünmek için durmak lazımdır” demiş bir adam (Alain) … Kuşkusuz ‘durmak’ diyerek kastettiği bir düşünceyi olgunlaştırmak, bir anlamı algılamak için gaileden, hareketten uzaklaşmanın gerekliliğidir… Fakat yine de kelimenin çağrışımı benim zihnimde olumsuz yankılanıyor… Yani bir yerde durmak, aynı zamanda, düşüncede bulunulan yere bir bağlılık gerektirdiği için süreç ne kadar derin ya da sağlıklı işleyebilir diye düşünmeden edemiyorum… Anlamlar, oraya, durduğun yere ait anlamlar bir zenginlik olarak hayatının bir parçası olsa da kuşatır işte eninde sonunda durduğun noktada seni…

Durduk… Duruluyor… Duruyoruz çeşitli biçimlerde… Hepimizin kendi özel tarihinde kısa gitmeler, uzun durmalar, durulmalar… Durulup katılmalar, onaylar… Hatta bazı isyanlarımız bile durarak gerçekleşiyor (Gandhi’nin mirası mı?... değil! )… Toplu deliliğimizin bir başka biçimi… Her zaman öldürmüyoruz… En büyük çılgınlığımız bile bende bir durağanlık hissi, bir öteye gidememişlik hissi de getiriyor beraberinde… Bahsetmiştik, yine söyleyeceğiz : Çünkü bizim isyanlarımız da belirlenmiş, karşı olduklarımızın çizdiği sınırlar içinde… Ötesine geçemiyoruz…

Neyse işte… Durmayı bir kar sayanlarımız da var aramızda… Yeni bir şey yapmamayı kendini korumak sananlarımız da… Oysa durmak, durulan yerle dolaylı ya da dolaysız, bir şekilde hemhal olmayı gerektirdiği için zihin süreçlerimiz de ondan bağımsız gelişemez sanırım… Bu da durduğun yerde durmak anlamına geliyor… Bu ister bir yer olsun ister bir duygu, durmanın garanti sıcaklığına satıyoruz bir başka yerde olmanın tekinsiz özgürlüğünü, özgürlüğümüzü… Sınırlılık yani… Tuhaf bir şekilde hemen çevremizde bir daire oluşturup içine yerleşiyor ve orda kalıyoruz… Dünyanın en kanatlandırıcı durumu olan aşka olan ihanetimiz de uzamamaktaki ısrarımız da hep bu durma istidadımızdan kaynaklanıyor… Aşkımızı ya da bir birlikteliği (insan, eşya ya da hayvanla fark etmez) belirli sınırların ötesine taşıyamamamız, yıllarca solumamız aynı düşüncelerin, duyguların ve tek bir hayat şekli fikrinin atmosferini hep bundan…

Peki nasıl gitmek… Çeşitli biçimlerde, boylarda ve ihtivada gidilebilir… Gidiliyor… Tutup bir ucundan yakası açılmamış özgürlük kırıntılarının (kaldıysa içimizde) bir şehirden, bir ülkeden, bir fikirden gitmek… Hazırladığımız ya da bizim için hazırlanmış bir gelecek düzenine ya da başka bir duygu düzeyine, bulunduğumuz noktadan bir yatay geçiş yapabiliriz… Ama işte bu cümlede yatıyor açmazımız… Değişikliği genelde yatay bir zeminde yaşamak…Yani değiştiriyoruz dediğimizde biz aslında neyi değiştiriyoruz… Ya da değiştiriyor muyuz… Ona bakalım mı…

(İstanbul’un uzun boylu kirlenmişliklerinden kaçarız… Ankara’nın düzen düzlüklerindeki kaybolmuşluk hissinden, atıyorum İzmir’in gevrek samimiyetine koşarız… Köyler, kasabalar üç adım beş adım neyse, orda…. Her insan eğilimine göre her olanak mevcut görünüşte…)

Değişik bir şey yapıyor olmak dünyanın en dinlendirici durumudur benim için… Her zaman yaptığından farklı bir şey yapıyor olmak iş’in, eylem’in ötesinde zihni bir efor ve en önemlisi yenilenme gerektirdiği için tazeliği yaşamanın en garanti yollarından biridir… Nasıl ki ölmenin çeşitli biçimlerinden biri durmak ise gitmek her zaman bir yeniden doğumdur… Ama bir tehlike var… Gideriz… Gidişimiz yeniler… Fakat yaratamıyorsak yeni bir ‘ahval’ gittiğimiz yerde, o gittiğimiz yerde çürüyüşümüzün hesabını nasıl vereceğiz kendimize… İnsan olumlar içinde bulunduğu durumu… Eğilimi budur… ‘En azından ben gittim ve burası farklı bir yer’ der… Ama yalandır işte… Yeni yüzler, yeni şekiller ne kadar yenidir… İlişkin dünyayla ya da yaşayışın kendi halini değişmiyorsa yeni sözcüklerin bir anlamı yoktur… Ne kadar ‘doğru’ bir yerden baktığını düşünürsen düşün , ‘o yerde’ duruyorsan eğer yalana durmuşsun demektir…

(… Bütün kaygıların hiçlendiği noktada kuş gibi çıkıp gitmek var… İnsanın masalını kendisi yaptığı nokta… O düş senin bu sıcak benim, üç adım ya da kilometrelerce… Oraya buraya ama öte’ye… Mesafe fikrinin de ötesine, başka’ya yolculuk…)

Hep aynı yere geliyoruz sonunda… Tutup yakasından çıkmak o şehir mi durum mu neyse ondan bir an önce kendimizi bilerek… Yetinmemek içine doğduğumuz bu sınırlarda duran kendimizle… Yoksa çürüyoruz işte… Sırtımızdaki çuvallarla birlikte...

NOT: Aynı sözler, farklı kelimeler de olsa aynı düşüncenin farklı olgulara uyarlanmış hali aslında bu yazılar… Nasıl gitmek, nasıl konuşmak, nasıl dinlemek, nasıl aşk… Başka’nın peşinde, ama oturduğum yerden, ahkamlar kesiyorum bir güzel… Sınırlarımıza vurgu yapmak istiyorum sadece, kafamızdaki duvarlara… Nereye, kime, ne kadar gider bilmiyorum… Neticede ben gariban bir blog yaratığıyım…Sadece bunları yazarken, Metin Üstündağ’ın dediği gibi, kendimi iyi, yakışıklı filan hissediyorum…Bilen bilir…. Veeee peerdee!

 
Toplam blog
: 12
: 992
Kayıt tarihi
: 11.09.06
 
 

"Aşkın ve iyiliğin ne demek olduğunu bugünün insanlarından öğrenemezsin... Bu yüzden yarın gerçekdış..