- Kategori
- Kültür - Sanat
Ne çok Neşet Ertaşçı varmış!

Veda
Bir arkadaşım Neşet Ertaş'ın ölümünün ertesi günü ekşi sözlük başta olmak üzere çeşitli sitelerde çıkan yazıları inceleyince böyle demişti. İnsanların yazılarında okunmak adına ölümü kullandıklarını söylüyordu anlayacağınızın. Herkes birdenbire Neşet Ertaşçı kesilivermişti.
Bense bu ölümden etkilenmiştim. Kardeşim, eşim, eşimin babası hiç bir şey“ci” olmamıştık ömrümüz boyunca; ama Yalan Dünya'yı, Gitme Leylam’ı, Zahidem'i hiç duymayan da var mıydı?
Zahide kurbanım ne olacak halim
Gene bir lef duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorayım
Zahidem bu hafta oluyor gelin
***
Hezeli dedeli gönül hezeli
Çiçek dağı da döktü m’ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım zahidem’den güzeli
Kırk yılda bir gelecek, halkın ozanı olduğu için devlet sanatçılığını kabul etmemiş, 60'lardan beri kendi deyişiyle dinleyicilerinin 'ayaklarının tozu olacak', insanlardan bahsederken 'galktım huzuruna vardım' diyecek kadar alçak gönüllü ve UNESCO’nun bile korunacak değer olarak ilan ettiği bir sanatçıyı yitirme duygusunu paylaşmak istiyordum. Yılmaz Özdil’in bir sözünü anlamını koruyarak serbest yorumlarsak, Güneydoğu’da her gün sayısız evlat, baba, eş şehit düşerken fasülyenin faydalarını da yazacak değildik.
Yine de yapamadım... İstenen buyduysa Neşet Ertaş'ı yazmak için ölümün biraz soğumasını beklemek istedim. Soğutmamak için...
Kırşehirli Ertaş 60’ların başında şansını denemeye İstanbul’a gelir. Yaşlı bir kadının yanına, bir döküntü odaya yerleştirirler onu. Memlekette kalan kendisi de saz ustası olan babası Muharrem Ertaş’la ne de olsa ‘aynı ruhun insanlarıdır’; pavyonlarda bağlama, tambur ve kimi zaman keman çalar ve türkülerini söyler. Plakçılar çarşısından onun da yolu geçer. Halk konserleri, ikinci plağı… Kendisini İstanbul’a ait hissedemez, yoğun bir sıla hasretine düşer. Yalova’ya vapurla turneye giderken yüzü rüzgâra karşı, elinde cigara durmaksızın ağlar ve söyler: Neden Garip Garip Ötersin Bülbül…
Kırşehir’de bir arkadaşının TRT’nin radyosuna çıktığını öğrenince bu kez yirmi küsur sene kalacağı Ankara’ya yerleşir. TRT’ye gider, diğer bekleyenlerin arasına bir köşeye oturturlar, ‘çal bakalım’ derler, beğenilince bir yetkilinin daha ‘huzuruna’ çıkar. Haftada iki gün radyoda çıkacağını öğrenince o zamana kadar hiç duymadığı bir mutluluk hisseder. ‘Leyla’sıyla tanışır, babasına karşı gelerek onunla evlenir. Üç çocukla taçlandırılan on yıllık evlilik hayatının sonunda ondan ‘zor kurtulur’:
Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı boşa Leylam
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leylam
Muharrem Ertaş’ın baştan beri istemediği bu evliliğin bitişiyle oğluna ‘ben sana dememiş miydim?’ minvalinde yazdığı sitemli türküsüne aynı yolla, bağlamasıyla yanıt vererek babasına laf söyletmemiş “Aslı bozuk deme bana” demiştir. Sanatının zirvesini yaşadığı 80’li yıllardır. Ancak onun kadar sade bir insan aşkı bu kadar öz ifade eder:
Sorsam öldürürler sormasam öldüm…
Karışık duygular içinde söylediği Gitme Leylam’la birlikte geceleri pavyon, alkol… Bir gün notalara basamaz, felç geçirdiği anlaşılır. Her şeyin bittiğini düşünerek Almanya’ya gider; ama 2000’lerde yine başladığı noktada İstanbul’dadır; ama müzik olarak dev halk konserleri verecek kadar sevenleri artmıştır. Üstelik milletimizin meclisi tarafından üstün hizmet madalyası almıştır. UNESCO ile 2011’de ölümünden neredeyse 1,5 yıl önce onu ‘yaşayan insan hazinesi’ kabul etmiştir. Ertaş, öleceğini sezmiş gibi bizlere Veda ediyor:
Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi...
Biliyorum D&R’lar siparişlere yetişemeyecek, 2-3 ay herkes ‘Best of’ Neşet Ertaş peşinde koşacak. İnsanların, ‘Efendim, ben ölmeden önce tanımıyordum, şimdi dinleyip duygulanmaya hakkım yok’ diye düşünmelerini beklemek haksızlık ve tek boyutluluktur. Ölümünden sonra da olsa bir değerimizi tanımak ve balık hafızalı toplumumuzda unutulma sürecini az da olsa uzatmaktır aynı zamanda. Herkesin zevki kendine, ama bilmemenin önyargısı olmaz...