- Kategori
- Ben Bildiriyorum
Ne zaman Atatürk'ün fikirlerini anlayabileceğiz

Atatürk bile başını çevirmiş bu halinizi görmek istemiyor.
Genç yaşta neden genç kızlarımız türban takıyorlar?
Kendilerine yaşam biçimini olarak bunu seçtiklerinden mi?
Ya da aile, çevre baskılarından mı?
Çözmeye çalışıyorum. Bir tabir vardır. Koyun sürüsünü nereye sürüklersen oraya gider diye. Kızlarımızın çevresinde ki insanlar, ebeveynler Atatürk’ü tam manası ile anlatamadıklarından diğer bir deyimle çevresinde ki insanların Atatürk hakkında yeterli bilgiye sahip olamadıklarından dolayı almış olduğu terbiye hep din üstünden olmaktadır.
Halkımızın yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır ve ne yazık ki dünya da bir tek ülke olarak laikle yönetilen ülke konumundadır. Dünya’da ki tüm Müslüman ülkeler din kuralları çerçevesinde yöneltilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ki yönetim hilafetin bize geçmesi ile birlikte din ağırlıklı olmuş ve dinin kuralları uygulanmıştır. Kızlar okutulmuyor ve okula gönderilmiyordu. Sırf erkekler okula gönderiliyordu. O da büyük şehirler de mümkündü. Kızlar erkeklerle yan yana gelemiyorlar birlikte sokağa çıkamıyorlar, el ele tutuşamıyorlardı. Sokağa bile çıkmaları yasaktı. Sokağa çıksalar bile erkeklerin görünmediği yerlerden geçerlerdi.
Şimdi burada duralım. Acaba böyle bir manzaraya mı özlem var? Herhalde ki son zamanlarda türban sayısı birden arttı. Ne kadar da başbakanımız “Biz Atatürkçülüğü savunuyoruz” demiş olsalar da bana inandırıcı gelmiyor. Demek ki bütün milletin yüzde kırk yedişi inanmış ki hala o koltukta oturuyor. Ve ne yapmak istiyor. Ilımlı İslam Cumhuriyetini mi kurmak istiyor. Bir yer de dine bağlı bir yönetim biçimini mi önümüze sunmak istiyor? Bundan sebep türban meselesini mi ortaya koydu? Nedir yani bu türban meselesi.
Size şu kadar söyleyebilirim ki çağdaş bir ülkede yaşıyorsak eğer türbanlıların, sarıklı ve cübbe olanların üniversiteye girmeleri değil kapısının önünden bile geçmeleri yasaklanmalı bence.
Neden mi?
Çünkü sizler Atatürk'ü tanıyabiliyor musunuz? Ne kadar fikirlerini anlayabiliyorsunuz ve sahip çıkıyorsunuz? Çağdaş ilimle ve fenle uğraşan okullara girmeye ne kadar hakkınız var? İşte onu anlayabildiyseniz ve tanıyabildiyseniz işte o zaman başınızda ki türbanı çıkartır ve içeriye öyle girersiniz.
Evet, tanırsınız belki ama nasıl. Despotun biridir o. Ülkeyi kurtardı ama hilafeti kaldırdı. O bazı din adamlarımızı, yandaşlarımızı astı. O bir dinsizdir. Her gece içki içenden ne hayır gelir ki. Derler bazı koyu dinciler. Cübbeliler, sarıklılar, takunyalılar ve kara çarşaflılar. Bunlar çağdaş olan devletimizin bir parçası olabilirler mi? Ve bunların baskıları yüzünden laikle yönetilen yönetim biçiminin tapusunu yıkıp İran modeli bir Cumhuriyet kurulamayacağını şimdiden kim söyleyebilir ki. Ama gidişat o yöne doğru gitmektedir. Amaç yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkenin yönetim biçimi mutlaka dine dayalı kanunlarla bir başka deyimle şeriatla yönetilecekse ve böyle düşünülüyorsa ki türbanı üniversiteye sokmakla o yöne doğru adım atılmış demektir.
Ben burada Atatürk İlkelerini bir kez irdelenmesini gerektiğine inanıyorum. Bu çerçeve de http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=65357 bloğumu tekrardan ziyaret etmenizi iştiram ederim efendim.
Gelelim şimdi de kılık kıyafet kanunu değişikliğine.
Osmanlı İmparatorluğunda belli ve birleşik bir kıyafet yoktu. Memurların, din adamlarının kendilerine göre kıyafetleri bulunuyordu. Halkın ise türlü biçimde kıyafetleri vardı. Mahmut II. devrinde memurlarla askerlerde kıyafet birliğini sağlamak maksadıyla değişiklik yapıldı. Memurlar için setre ve pantolon kabul edildiği gibi yine memurlar ve askerlere kavuk yerine fes giydirildi. O zaman şeyhülislam başta olmak üzere bütün ulema fes giymenin şer'an caiz olmadığını ileri sürerek karşı koymuşlardı. Halkın her sınıfı istediğini başına giymekte özgürdü. İlmiye sınıfı sarıklı fes, tarikattan olanlar türlü biçimde külahlar, halktan bazı kimseler de fes kalpak, keçe külah kullanıyorlardı.
1903 yılında Abdülhamit II. süvari ve topçu askerlerine kalpak giydirmek istediği vakit, ulema bu defa da kalpak giyilmesine karşı geldi. Esasında ne fesin, ne de diğer kıyafet unsurlarının din ve milliyetle hiç bir ilgisi yoktu. Ulema yenilikten korktuğu için dini çıkarlarını alet ederek karşı geliyordu.
Cumhuriyet devrinde Atatürk, Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasına taraftar olduğundan medeni kıyafetin kabulünü zaruri buluyordu. 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya giden Atatürk elinde bir panama şapka ile otomobilden indi ve halkı selamladı. Kastamonu ve İnebolu'da söylediği nutuklarda kıyafetimizin değiştirilmesi gereğinden şöyle bahsetmiştir:
"Biz her noktai nazardan medeni olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır."
"Millet vazıh olarak bilmelidir ki; medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona bigane kalanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeni ailede layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve i'la edeceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundadır."
Atatürk'ün Kastamonu gezisinden Ankara'ya dönüşünde kendisini karşılamağa gelen halkın çoğu şapkalıydı. Ertesi gün Atatürk'ün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu bir kararla şapka giyilmesini bütün memurlar için zorunlu kıldı. Büyük Millet Meclisi 25 Kasım 1925'de şapkanın bütün milletçe giyilmesi meselesini görüştü ve Şapka Kanununu kabul etti. Şapkanın kabulü ile Türk ulusunu medeni uluslardan ayıran şekle ait özelliklerden en önemlisi kaldırılmış oldu.
Din adamlarının kıyafeti: Osmanlı İmparatorluğunda medrese ulemasının özel bir kıyafeti vardı. Ulema siyah cübbe ve şalvar giyer, başına beyaz sarık sarardı. Sarıklı din adamlarının halk üzerinde oldukça kuvvetli manevi bir etkisi vardı. Zamanla dini vazifeleri olmayan bazı kimseler de sarığın bu nüfuzundan istifade etmeği düşündüler ve sarık sarmağa başladılar. Bu kimseler sarığın gölgesine sığınarak ve dini türlü maksatlarına alet ederek halkı soymağa başladılar. Atatürk bu noktaya değinerek demiştir ki:
"Millete hatırlatmak isterim ki, laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Herhalde salahiyet sahibi olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine koyacağım."
İslam halkını aydınlatmak ve doğru yola sevk etmek için birçok tarikatlar kurulmuştu. Bu tarikatların şeyhleri, dervişleri ve müritleri vardı. Bunlar tekkelerde oturur, ayin yapar, zikrederlerdi. Tekke adamları hiç bir iş yapmazlar, halktan sağladıkları gelir ile geçinirlerdi. Bunlar bazen nüfuzlarından istifade ederek halkı hükümete karşı ayaklanmaya teşvik ederlerdi. Nitekim Şeyh Sait ayaklanması, hükümetin çalışmalarını çıkarlarına zararlı bulan Şeyh Sait ve müritlerinin tarikat nüfuzlarını siyasete alet ederek çıkardıkları bir ayaklanmadır.
Atatürk, bu parazit ve gerici zümrenin kaldırılması gereğini nutuklarından şöyle belirtmiştir:
"Biz medeniyetin ilim ve fenninden kuvvet alıyoruz, ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımıyoruz. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki, halk, meczup ve aptal olmamağa karar vermiştir."
Gelelim şimdide Kadın haklarına
Türk kadınının toplum hayatındaki yeri her zaman bir olmamıştı. Bizde ve diğer medenî memleketlerde kadının bugünkü yeri uzun bir gelişmenin sonucudur. Hattâ bugün bile, dünyanın en medenî memleketlerinde kadın hukuku tartışma ve eleştirme konusudur.
Eski Türk cemiyetlerinde kadınla erkek arasında bir ayrılık yoktu. Türklerde toplumun temelini aile teşkil etmekteydi. Çünkü Türklerde aile kutsal, bir topluluktu. Anadolu'da seyahat eden İbni Batuta seyahatnamesinde Türk kadınlarından şöyle sözeder. "Burada acaip bir hal gördüm. Türkler nezdinde kadınlar tazim görmektedir. Kadınların mertebeleri erkeklerden yüksektir."
İslâm hukukuna dayanan Osmanlı İmparatorluğunda, kadın birçok haklarını kaybetti. Hukuk bakımından iki kadın bir erkeğe eşitti. Aile de bu eşitlik prensibi üzerine kurulmuştu. Bir erkek dört kadın alabildi. Boşanmada erkeğin hakimdi, erkeğin "Seni boşadım" demesi ayrılmak için yeterli idi. Kadının aile içinde de bir yeri yoktu. Harem denilen kısımda oturur, erkek topluluklarına katılamazdı. Sokağa çıkarken çarşaf giyer, yüzlerini de peçe ile örterdi.
Kadınlar hiç bir mesleğe giremezler, ev işleriyle uğraşırlardı. Fakat köylerde kadın eski Türk adetlerine bağlı kalmıştı. Yüzünü örtmez, dışarda erkeği ile birlikte çalışabilirdi.
Eve kapatılan, toplum hayatına katılmasına izin verilmeyen, cahil bırakılan Türk kadını üzücü ve ezici hayatını devrime kadar yaşadı. İstiklal Savaşında vatanı kurtarmak, erkeğinin yükünü hafifletmek için sırtında çocuğuyla cepheye koşan Türk kadını, milli davada kendine düşen vazifeyi büyük bir fedakarlıkla yaptı. Bu, aynı zamanda yüzyıllarca bütün haklarından mahrum edilerek, kafes arkasına kapatılan Türk kadınının hürriyet mücadelesi oldu.
İstiklal Savaşından sonra girişilen devrim hareketinin en önemlisi Türk kadınının toplum içinde hakkını ve vazifesini alması olmuştur. Atatürk yalnız devlet müesseselerinde yapılan devrimleri yeter görmüyordu. O Türk toplumunun laik esasları üzerine kurulmasını, yaşayış şekilleriyle hayat görüşlerinin de değişmesini gerekli buluyordu. Bunun için de her şeyden önce kadına aileden ve toplumda doğal haklarının verilmesi gerekiyordu. Atatürk, vatan topraklarının değerlendirilmesinde ve Türk toplumunun kalkınmasında kadının rolünü belirterek demiştir ki:
"Bizi analarımızın adam etmesi lazımdır. Onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Bundan sonra başka zihniyette, başka kemal atta adamlara muhtacız. Bunları yetiştirecek olanlar bundan sonraki analardır."
Türk kadınının haklarına kavuşması için yapılan yenilikler şunlardır;
1.Kadın hukuku: Medeni Kanunun kabulü ile kadınlarımız medeni haklarına kavuşmuş ve yeni Türk ailesi kurulmuştur. Modern Türk ailesinde erkekle kadın eşit haklara sahiptir. Evlenmede her iki tarafın isteği esas tutulmuş, dini nikah yerine kanuni evlenme usulü konulmuştur. Türk Medeni Kanunu boşanmayı da hakimin kararına bırakmıştır.
Kadına siyasi haklar tanındı. 1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu ile kadına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkı verildi. 5 Aralık 1934'te çıkarılan bir kanunla vatandaşların kutsal hakkı olan milletvekili seçmek ve seçilmek hakkına da kavuştu.
2-Kadın kıyafetinde değişiklik: Türk kadınının modern Türk toplumundaki yerini tam anlamıyla, alması ve kendisine tanınan hukukî haklardan istifade edebilmesi için kadın kıyafetinde de değişiklik yapmak gerekiyordu. Türk kadınının kimliğini, gizleyen peçe ve çarşafın kaldırılması gereğine inanan Atatürk, bu husustaki fikrini şu sözlerle belirtmiştir :
"Seyahatim esnasında köylerde değil, bilhassa kasabalarda ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kesif olarak kapattıklarını gördüm. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir.
Onlar da yüzlerini cihana, göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler, bunda korkulacak bir şey yoktur."
Atatürk'ün fikirlerindeki isabeti gören ve anlayan kadın evvelâ peçeyi, şapka devriminden sonra da çarşafı attı. Kadınlarımıza medeni, siyasal, sosyal haklarının verilmesi, Türk aile ve Türk toplumunu Ortaçağın köhnemiş fikir ve görenek esaretinden kurtarmıştır.
Atatürk’ün anası da, eşi de ve kız kardeşi de kapalı diyenlere işte cevabım o dur ki yalnızca Atatürk’ün çevresinde ki kadınlar değil tüm aydın olmak isteyen Türk kadınları Atatürk’ün fikirlerindeki isabeti görmüş ve anlamış olup evvelâ peçeyi, şapka devriminden sonra da çarşafı atmıştır.
Atatürk’ün fikirlerine isabet gören ve anlayan o zamanın kadınları da Müslüman değiller miydi de üzerinde ki peçeleri ve çarşafları atmamışlar mıdır?
Onlar bizim analarımız, ninelerimiz değim midir?
Bizler onların da torunları değimliyiz?
Neden o zaman bizler kızlarımızı ve kadınlarımızı kapattırıyoruz türban denilen çarşafla.
O zaman da vardı, şimdi de var o cüppeliler, çarıklılar, kara çarşaflılar.
Benim Türk Milleti onların esiri olmamalı. Atatürk’ün devrimlerine, ilkelerine güvenip geleceğe güvenle bakmalıdır. Ancak bu çağdaşlaşmakla mümkündür.
Ahmet Üstündağ - İzmir