Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

15 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Nifak...7

Nifak...7
 

Murat'ın köyünden iki şehit, acıları yürekleri dağlıyor!


Bu tartışmadan sonraki günler kimin haklı kimin haksız olduğunu or­taya koymuştu. Türk ordusu kararını vermiş ve Kıbrıs Harekatını başlata­rak zaferle neticelendirmişti. Türk milleti tam bir birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin faydasını o günlerde çok iyi anlamış ve aynı ül­kü etrafında tam bir sosyal bütünleşme örneği vermişti.

Kemal'in birliği harekata katılmamış, buna karşılık Yavuz'un birliği Kıbrıs'a çıkan birliklerden bir tanesi olmuştu. Harekat bittikten on beş gün sonra, köye bir haber gelir ümidiyle Murat, İstanbul'dan ayrılmıştı.

Gerçekten de gittiğinden iki gün sonra köye bir haber gelir: Saka Ali'nin oğlu Osman Kıbrıs'ta şehit olmuştu. Bu haber bütün hızıyla köye yayıldı. Bütün köylü Saka Ali'nin evine koşuşmuştu. Murat başsağlığı diler­ken eskiden pek kimsenin aldırış etmediği Saka Ali'ye köylünün şimdi bir kahramanmış gibi muamele ettiğini görmüştü. Bu ona sevinç verdi, çünkü milletimiz birçok değerlerini aynen muhafaza ettiğini bu davranışıy1a ispat ediyordu.

Köy kahvesinde ve evlerde bir kaç gün Osman'ın babayiğitliği, cesa­reti, yürekliliği anlatıldı durdu. Öyle ki Osman'ın yaptığı bir kaç basit iş bile mistik bir havaya büründürülerek içine mübalağa da katılıp destanlaştırıldı. Osman için ağıtlar yakıldı, Genç Osman türküsü ufaklı bü­yüklü dudaklarda günlerce dolaştı. Köyün, köylünün iftihar ettikleri bu şehit, vatanı için yaptığı fedakarlıklardan dolayı ancak bu kadar mükafatlandırılabilirdi.

Murat, ölüm denilen gerçekle ilk defa o zaman karşı karşıya geldi ve içinde uyanan Yavuz'un da ölebileceği düşüncesini zihninden atabilmek için bir hayli uğraştı. Osman Murat'tan küçüktü. Ona “abi “ derdi. Yaşları arasında az fark olmasına rağmen birkaç kere konuşmaları olmuş ve bir-iki düğünde birlikte oynamışlardı. Ufak tefek, sarı saçlı, mavi gözlü, çil­li suratlı bir çocuktu Osman. Ama Murat'ın anası Osman için yine da şöy­le diyordu:

-Sen onu bi de eskere varırken göreydin, iri kıyım, sırım gi­bi, pala bıyıklı bir delikanlıydı…

Ve bir gün, ikinci haber de geldi köye: Asteğmen Yavuz vatanı ve mil­leti uğruna şahadet mertebesine ulaştı... Bu habere kimse inanmak isteme­di. Bir köye iki acı fazlaydı, önce Osman sonra Yavıız…. Bu olamazdı!...

Muhtar haberi getiren jandarma çavuşuna inanmayan gözlerle baka­rak:

-Evlât o işde bi yalnışlık olmasın? Pınarcık köyü deeldir o. Eyi bak Pınarcık diyo mu? Yavuz mu ordaki ad? Ha, bi bak... diyordu.

Olanı değiştiremezdi ya, zor da olsa haber vermeliydi. Koşarak mı ağır ağır mı gitmesi gerektiğini düşündü. Yavaş gitse içindeki sıkıntı­dan bunalmıştı, bir an önce bildirip kurtulmalıydı bundan. Nasıl olsa o acıklı sahneleri yaşamak gerekecekti. Adımlarını hızlandırdı. Çakırlar'ın Hüseyin'in evine geldiği zaman bir türlü avlu kapısını iteleyip içe­ri giremiyor, elini çitlerin üzerine koymuş bahçede kimse var mı diye bakınıyordu. Bir müddet elinde yabayla ot tepesini düzelten Murat'ı gör­medi. Fark edince başladı sesinin çıktığı kadar bağırmaya:

-Muraaaat, Muraaaat! Gel hele azıcık buraya...

Bu canhıraş bağırmayı Murat'ın anası da babası da duymuşlardı. Onlar da dışarı çıktılar. Muhtar'ın telâşlı halini gören Murat, bir şeyler oldu­ğunu hemen anlamıştı. İçinden dualar ederek, evden çıktıklarını gördüğü anasın­dan ve babasından daha önce haberi öğrenmek için muhtara doğru koştu...

Bu haber bütün aileyi bir kere daha perişan etmişti. Murat sabırlı ve dayanıklı olması gerektiğini idrak ediyor, anasını-babasını teselli etmek için uğraşıyordu. Bir-iki gün içinde anasının da babasının da en az on yaş ihtiyarlamış olmalarını görmesi onları da kaybedeceği korkusu­nu yaratıyordu.

Yavuz'un hangi zorluklar altında Hukuk fakültesini bitirdiğini ve ideali olan avukatlık mesleğinde başarıya ulaşmak için ne kadar çalış­tığını, düşündü. Abisiyle uzun yıllar ayrı kaldıklarını, şöyle doğru dürüst bir konuşamadıklarını hatırladı. Kimi zaman Murat köydeydi, Yavuz okuyordu, kimi zaman da tersi oluyordu. Köyde bir arada olduklara za­man da işler yüzünden yorgun düşüp yatmak için can atıyorlardı. Yal­nız bir keresinde Murat'la Yavuz sabaha kadar konuşmuşlardı. Yavuz kendi okul hayatını anlatmış, öğrenci olayları hakkındaki düşüncele­rini söylemiş ve kardeşine de bâzı tavsiyelerde bulunmuştu. Murat arada sorular sorarak abisinin düşüncelerini, fikirlerini zevkle din­lemişti. Yavuz şöyle diyordu:

-Türkiye eski huzur dolu günleri artık çok gerilerde bırakıyor. Yüksek okullarda okumanın, tahsil yapmanın, ilmî bir hüviyet kazanma­nın imkânı azalıyor. Gençlik parçalanmış vaziyette. Bir yanda azınlık olmasına rağmen imanlı ve milliyetçi gençler, diğer yanda ise her türlü millî değerleri reddeden yabancı devletlerin hayranı, beyinle­ri yıkanmış yığınlar var. Biz bunlara karşı mücadele vermeye çalı­şıyoruz, fakat bizim sesimiz onlar kadar çıkmıyor. İmkânlarımız der­sen onlarınkinin yanında hiç yok sayılır. Hepsi de zengin çocukları. İçlerinde fakirlik edebiyatına kanıp da onlara katılan köylü çocuk­ları yok değil, var. Ama onlar diğerleri tarafından istismar edildik­lerinin farkında değiller. Yeni birtakım kavramlar attılar ortaya: Kapitalizm, sömürü, emek, sosyalizm, faşizm gibi. Yalnız bu kavramları biliyorlar zannetme, çünkü hangisiyle konuştuysam hiçbiri de bu kav­ramları bana izah edemedi. Vatan, millet, ahlâk, örf-âdet gibi değerleri ise ısrarla reddediyorlar. Merkez binanın ve diğer fakültelerin ko­ridorları pankartlarla dolu. Bakıyorsun bir tanesinde "Faşizme ölüm" veya "Sömürüye son" yazıyor ama iyice incelersen bu pankartlarda mutlaka bir köşeye ustaca sıkıştırılmış bir orak veya çekiç görür­sün. İlk öğrenci hadiselerine bizler de katıldık, o sırada birtakım haklı isteklerimiz vardı. Meselâ kitap problemi bunların başında ge­liyordu. Yurt, yemek, devam mecburiyeti gibi problemlerimiz de vardı ama bu problemlere çare bulmak amacıyla başlatılan hareketler son­radan birden bire yön değiştirdi. Birkaç tane militan kaba kuvvetle tehdit ederek öğrencileri okula sokmadığı gibi, toplu gösterilere de sevk etti. Hükümet aleyhine, devlet aleyhine yapılan gösterilerin sayısı gün geçtikçe artmaya başladı. Şu anda öyle bir duruma gelinmiştir ki kendi öz benliğine yani Türklüğe, devlete, vatana ve her türlü manevi değerlere düşman bir nesil yaratılmış. Bunların şimdi tek bir amaçları var: Düzeni değiştirmek!... Aslında amaçları düzen falan değiştirmek de değildir, ama öyle gösteriyorlar, esas amaç devleti yıkmaktır. Yanıl­dıkları ve unuttukları bir nokta var ki sayıları az da olsa devletten yana milliyetçi, ülkücü bir gençlik yavaş yavaş karşılarında cephe al­maya başladı. Bu gençlik onlarla her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeye azimli ve kararlıdır. Ölümü bile göze alan bu gençler kurulacak olan her bakımdan ileri Türkiye'nin temeline konan harcı kanlarıyla yoğuracaklardır. Şu bir kaç ay içinde öldürülen ülkücü gençlerin sayısı beşi geçti. İlerde bu sayı yüzlere ve hattâ binlere ulaşabilir. Ne olursa olsun korkmamak, mücadele etmek ve gerekirse bu uğurda ölmek gerekir. Her şeye mani alabilirler, ama ülkücü, gençliğin ölmek isteme hakkına da mani olamazlar ya!.. Büyük şair Atsız şöyle diyor:

"Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister .

Büyük DEVLET kurmak için büyük kan ister."

diyerek konuşmasını bitirmiş ve Murat da abisinin söyledikleri üzerinde düşünmeye başlamıştı. O zaman bu mısraları içinden tekrarlayıp ezberlemişti. İşte şimdi yine abisinin söylediği bu mısralar bütün ben­liğini kaplıyor, ona dayanma gücü ve sabır veriyordu.

Ülkü denen nazlı gelinin Yavuz'la birlikte olduğunu, o kutsal ta­cını çelenk gibi kabrinin başına bıraktığını biliyordu artık…

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara