- Kategori
- Anılar
Nostalji. 6: Malatya / Sahalar ve öğretmenler

Malatya’ya İstasyon’dan neler kaldı ki? Sahalar… Küçük Saha; Toprak Saha; Boz Saha... Ama ne yazık bir çim sahamız yoktu. Malatya’da, o tarihlerde bir tek yeşil saha vardı. O da Sümerbank’ın sahasıydı. O da tabii çimlerle kaplıydı. Ne kadar sulasalar, iki maç sonra küser, rengini değiştiriverirdi.
Daha güzel sahalar, daha sonra yapılmaya başlandı. Şeker Fabrikası kurulduktan sonra Şeker Spor sahasını kurdular, bayağı geniş bir tribün koydular. Daha önceki Sümer Spor Sahası tabii çimle kaplıydı, tribünü de tahtaydı. Ona karşılık Şeker’in sahası önceleri taş gibi sertleştirilmiş bir zemindi, ama daha sonra bayağı bakımlı yeşil çim Saha oldu. Şeker Spor’da Eski Beşiktaş kalecisi Vural oynuyordu. Daha sonra onunla karşılıklı futbol oynama zevkini tattım ve bir 19 Mayıs atletizm müsabakasında yüksek atlamada Vural birinci olmuştu; ben de ikinci. Tabii bunlar çok sonraları olaylar.
Malatya’nın içine Kernek mahallesinin alt kısmına Erkek Sanat Lisesi’nin karşı yamacına, güzel bir saha yaptılar. O Malatya’nın “Şehir Stat”ı olmuştu. Tribünleri de o günler için yeterliydi. Bütün Ulusal Bayramlar o sahada yapılmaya başlandı. Daha sonra o sahada da futbol oynamak kısmet oldu. Fakat ben o sahanın hiç çim halini göremedim; kısmet olmadı. Öyle sanıyorum Milli Lig maçları da şimdi o sahada yapılmaktadır.
Küçükken maçlarımızı, evimizin önündeki “Küçük Saha”da yapardık. Biraz daha palazlanınca maçlarımızı Gar’ın karşısındaki “Tozlu Saha”ya almıştık. O normal ölçülerde bir sahaydı. Bir de İstasyon’un üst kısmında, demiryolunu geçince Boztepe sahası vardı. Nedense, karşı mahalleyle maçlarımızı, daha tarafsız bir saha olduğunu kabul ettiğimiz, Boz Tepe Saha’sındada yapardık. Çok kanlı maçlar olurdu. Bir gün bir maç esnasında ilerde oynayan Recep’e gönderdiğim top ve Recep aniden kayboldular. Haydaaa… Şaşırdık kaldık. Herkes birbirine bakındı kaldı… Sonra hep birlikte topun kaybolduğu son noktaya doğru koştuk. Bir baktık bir çukur açılmış ve Recep çukurun içinde aşağıda topla oturup duruyor. Kendi gücümüzle Recep’i çıkaramadık. Evden iplerle büyükler çukura indiler Recep’i çıkardılar. Önemli bir sakatlığı yoktu fakat çok korkmuştu.
Ondan sonra bizim Boz sahayı ziyaret eden çok oldu. Güya bu bölge Hititlerden kalmış; bazı yerlerde altın varmış; bazıları da altınları evlerine götürmüş... Rivayet üzerine rivayet… Kazmayı küreği alan geliyordu… Sonunda bizim Boztepe köstebek yuvasına döndü, bize de sahadan vazgeçmek kaldı… Anladığım kadarıyla, kimse de bir şey bulamadı..
Daha önce değindiğim gibi, biz İstasyon’dan şehre trenle giderdik … Şimdi hangi çocukta var bu ayrıcalık. DDY’ları çalışanlarının çocukları olduğumuz için kimse de trene para vermezdi, pasolarımız vardı… Koca Tren diyeceğim ama , Küçük bir lokomotifimiz, küçük üç tane vagonumuz vardı. Bir keresinde, Sıtma pınarı mevkiinde tren raydan çıktı… Herkes çok korktu ama kimse ne yapacağını bilemedi. “Ben gider haber veririm..” dedim. Herkes “Hadi canım, olur mu…” derken vagondan atlayıp, 15-20 dakikalık bir koşuyla gara gelip; trenin durumunu haber verdim. Herkes telaşlandı. Bir iki kişi teşekkür etti. İstasyon Şef’i : “Bu bizim Nuri’nin oğlu...” dedi. Ondan sonra kurtarmak için drezin ve gerekli yardım vagonu hazırlandı. Ve küçük trenimiz kurtarıldı. Fakat o gün de dersler güme gitti.
O gün de okula gitsem, yine bir şey öğrenemezdim… Çünkü, öğretmenimiz “modern” bir yöntem kullanıyor; okuma yazmayı herkes kendisi öğrensin, diye bekleyip duruyordu… Annem baktı ki, cahil cühela okula gidip geliyoruz… Aldı beni, “Bu elif, bu be, pe, te cim…” falan derken, alfabeyi öğretti, ondan sonra “Aferim... Aferim…” diye diye harfleri birbirine çatmasını öğretti… Hay Allah razı olsun annemden, Abdurahman Hoca’nın okumuşlar kısmına bir öğrenci daha kaydolmuş, oldu… Ondan sonra ikinci sınıfta, durmadan nutuk çeken, ne konuştuğunu kendisi de hatırlamayan, eli sopalı, disiplinli bir Hatice öğretmene düştüm. Nedense birinci sırada oturuyordum. “Galiba diğer çocuklar, Hatice öğretmenin huyunu bildiklerinden beni ön sıraya itelemişler… Meğer, Hatice öğretmen, çocukların ayaklarını sallamalarından müthiş sinir olurmuş. (Ayağını sallamadan oturan hiç çocuk var mıdır?) Ben sorunun cevabını ayaklarıma aldığım, müthiş bir kızılcık sopasıyla öğrendim. Durumu anneme söyleseydim, ne derdi: “Hocanın vurduğu yerden gül biter…” Gül mü biter, kızılcık mı biter bir de bana sorun... Bir iki kez sopayı yedikten sonra aklım başıma geldi... En arka sıralardan birine gittim oturdum. Sonra rahatlamışım.
Üçüncü sınıfta, Fahriye öğretmenle tanıştım. Fahriye öğretmen, canımın canı... canımdan çok sevdiğim bir öğretmenimdi… Nedense bana farklı davranır... Herkes yazısını okuduktan sonra, “Şimdi bir kez de Erdal’ın yazısını dinleyin...” derdi… Fahriye öğretmen bana, okuma, yazmanın yolunu açtı. Ondan sonra kitapları, sevdim… Şiir yazmayı sevdim... Yepyeni bir dünyaya açıldım, gittim…
Bir de Okul Müdürümüz Fahri Bey olmasa! Çok babacan adamdı, ama çok sert adamdı… Nedense, Aritmetik dersinde Fahriye öğretmen kaybolur, yerine Fahri öğretmen gelirdi... Gelirdi ama elinde sopasıyla gelirdi… Çok gerilirdim, çok korkardım tahtaya kaldıracak, sopayı yiyecem, diye… O öğretmen yüzünden hesaptan, hendeseden koptum. Bunun farkına varan babam üzerime vardı, “Sen adam olamazsın...” diye bir ton sopa da ondan yedim...
4.5. Sınıflarda Kabasakal’ların gelini sınıf öğretmenimiz oldu. Ciddi bir bayandı ve disiplinliydi. Doğrusu ondan çok şey öğrendim.
Sopaları yiye yiye adam olduk, şimdi bakın nerelerde yazıyoruz. Aklımıza mı gelirdi: Internet diye bir şey çıkacak, yazacaksın, yazdığın an bütün dünya yazdığın okuyacak…
Şeytan işi bunlar… Şeytan işi… Ama yine de bu düzen “O şeytan sayısalcıların...” işi, bunu çok iyi biliyorum; buna inanıyorum… Dünya, biz “Sosyal”cilere kalsaydı, bir “hikaye” olurdu ki hiç sormayın…