- Kategori
- Siyaset
Nuray Mert'e "Hoşgeldin" derken: Nuray Mert meğer "mücit" değil "mukallit"miş!

Nuray Mert, akademisyen bir köşe yazarı...
Hürriyet gazetesinde yazıyordu, dünkü Milliyet'teki yazısından anlıyoruz ki; o da bundan böyle Milliyet'te yazacak.
Mert, aynı zamanda Karadeniz kökenli, yani benim hemşehrim...
"Merhaba" yazısından memnuniyetle görüyorum ki; yazı ve Milliyet gazetesi konularında benzer görüşleri paylaşıyoruz.
Yazma sebebini açıklarken o da, herkesin, az ya da çok, siyasetle ilgilenmesi gerektiğini, bu nedenle görüşlerini açıklamaya ve yazmaya önem verdiğini söylüyor. Benzetmesi de ilginçti: Siyasi olaylarla ilgilenmemek, eşini başkalarının seçmesi gibidir, diyor.
Ben de önceki bir çok yazımda ve yorumlarımda "vatandaşlık sorumluluğu", "çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği" için yazdığımı ifade etmiştim.
Yine yazısından anlıyoruz ki; Mert'in kendisi Milliyet'i tercih etmiş. Talep Mert'ten gelmiş, Milliyet de talebi kabul etmiş.
Ben de, "Merhaba derken neden Milliyet" başlıklı ilk yazımda, "Bana göre Milliyet Türk medyasında güvenin simgesidir. Bunu, tarafsız, tutarlı, özgür yayın politikalarından anlamaktayız. Objektif haberciliğin yanında, Türkiye'nin en saygın ve güvenilir köşe yazarlarına köşelerini sonuna kadar açması, köşe yazarlarının da hiçbir baskı altında kalmadan, özgürce yazılarını yazmaları bunun ispatıdır. (...)" diye yazmışım.
Yeri gelmişken bir eleştirimi de belirtmek zorundayım. "Merhaba" yazımın devamında, "Bu nedenle Milliyet'te her türlü görüşü bulmak mümkündür. O kadar ki; bazen aynı sayfada, karşı beri iki yazarın, aynı konuda, tamamen birbirine zıt iki tezi savunduklarını görebiliriz. Bu, Milliyet farkını göstermektedir" demişim.
Mehmet Tezkan'ın transferiyle başlayan süreçte hep aynı görüşteki yazarların alınmakta olduğunu görüyorum. Mehmet Tezkan'ın bugünkü yazısından da anlaşılacağı gibi Mehmet Tezkan, sanki Kılıçdaroğlu'nun Milliyet şubesi. Günlük siyasete angaje olmadan görüşlerini açıklayan ve çizilerini benimsediğim bir Taha Akyol ve bir Hasan Cemal hepsine bedeldir, deniyorsa bilemem. Ama yine de "Milliyet'te her türlü görüşü bulma" noktasında niceliğe de dikkat edilmesi ve dengelerin korunması gerektiğini düşünüyorum.
Milliyet ve yazma konularında Mert'le aynı noktada olsak da siyasi görüşler konusunda farklı noktalarda olduğumuzdan belki olacak, Hürriyet'teki yazılarını pek okumazdım.
Mert, aynı zamanda haber kanallarındaki "açık oturum" programlarının vazgeçilmez konuklarından biriydi. Yazılarını pek okumasam da bu programlardan kendisini bolca takip etme imkanı buluyordum.
Mert'in akademisyenliği yanında, Karadenizli olmasının etkisiyle de açık sözlülüğü ve dobralığı, sanırım bu programlarda tercih edilme sebebiydi. Bu özelliklerinden olacak, programlarda kendi köklerinin CHP'li olduğunu, bu kültür içerisinde yetiştiğini ve kendisinin de CHP'li olduğunu açıklamaktan çekinmiyordu.
Aile kökleri olarak burada da Mert'le bir paralelliğimiz vardı. Benim anne tarafım, CHP'nin kuruluşundan beri milletvekilleri de çıkarmış olan çok köklü CHP'li bir aileydi. Baba tarafım Demokrat Partili olsa da, babam, "gılıbıklığından" olacak, CHP'ye oy verirdi. Her ne kadar babam, üç dönem CHP milletvekilliği yapmış olan annemin amcasının oğlu "Sami Kumbasar'a oy veriyorum, CHP'ye değil", dese de durum değişmiyordu. Ben böyle bir çocukluk ortamında siyasetle tanıştım. CHP - AP kamplaşmasında ne CHP'li oldum ne de AP'li. Hayatımın hiçbir döneminde CHP'ye oy vermediğim gibi, Demirel'in kurduğu veya liderliğini yaptığı hiçbir partiyi de desteklemedim ve oy vermedim.
Yani ailelerimiz aynı kökten gelmiş olsa da ben kendim olarak Nuray Mert'ten ayrışıyordum. Demek ki ailenin yolundan gitimek aslında bir mecburiyet değilmiş. Ama Nuray Mert'in ailesinin yolundan gittiği anlaşılıyor.
Ama Nuray Mert'in çok başarılı ve ses getiren bir yazar olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Nuray Mert, ilk olarak, karşı kutupta yer almasına rağmen, türbanı savunmasıyla dikkat çekmiş ve herkesi şaşırtmıştı...
Nuray Mert ikinci ve çok daha büyük ses getiren ve büyük tartışmalara neden olan çıkışını "sivil dikta" kavramını gündemimize taşımakla yaptı.
Siyasette kavramlar çok önemlidir. Sayfalarca yazıyla ya da saatlerce konuşmayla anlatamayacağınız bir konuyu, yaratamayacağınız etkiyi kendi bulduğunuz sihirli iki kelimeyle yapabilirsiniz. Demagojinin ana kaynağı da budur. Bu nedenle demagojinin ana unsur olduğu geçmiş geleneksel siyasetimizde yetişen Demirel'den Erbakan'a, Yılmaz'a, Çiller'e, Baykal'a kadar olan liderler bu konuda birer dahiydiler.
Anayasa Mahkemesi'nin Ak Parti'yi kapatacağından herkes çok eminken, Anayasa Mahkemesi sürpriz yapmış ve Ak Parti'yi kapatmamıştı. Zaten Ak Parti'nin karşısında duran en büyük engel de buydu. Geçmişi itibariyle antilaiklik geleneğinden geldiğinden, Refah Partisi örneğindeki gibi Ak Parti kapatılarak durdurulabilirdi. Çünkü Ak Parti'yi sandıkta durdurmak imkansiz gibiydi. E- muhtıra geri tepmişti, geriye bir Anayasa Mahkemesi kalmıştı. O da kapatmamıştı...
Karşıt siyasette ve dolayısıyla karşıt medyada bir ümitsizlik hakimdi. Ergenekon davasıyla asker tamamen devreden çıkmıştı. Anayasa Mahkemesinin kapatması için ellerindeki en büyük koz olan "laiklik karşıtlığının odağı olma" da geçersiz kalmıştı. Ne yapmak ve ne demek gerekirdi ki Ak Parti'yi yine kapatılabilsin!
2008'in sonlarıydı... karşıt cephe için böyle bir karamsarlık ortamında Nuray Mert çıktı ve kendisiyle yapılan bir röportajda "Demokrasi diye diye tek parti rejimine koşuyoruz" dedi ve "sivil dikta" kavramını ortaya attı.
Mal bulmuş magribi gibi başta dönemin CHP Genel Başkanı Baykal olmak üzere tüm karşıt yazarlar bu kavrama sarıldılar. Öyle ya; laiklik gibi hukuk devleti de Anayasa'nın değiştirilemez maddelerindendi. Laiklik tutmadıysa hukuk devleti tutardı. Bu defa da Ak Parti için "hukuk devleti karşıtlığının odağı olma" denilip kapatılabilirdi.
Çok sükse yaptı bu kavram, hatta yüksek yargıda bile dillendirilmeye başladı... Zayıf bir ihtimal de olsa, Ak Parti'yi kapatmak için yeni bir ihtimal ortaya çıkmıştı.
Hürriyet gazetesinden Hadi Uluengin, üç günlük yazı dizisiyle, "sivil dikta" kavramının kendi içinde yanlış bir kavram olduğunu, sivil ile diktanın bir arada olamayacağını, dikta için mutlaka asker desteğinin olması gerektiğini akademik bir üslupla anlatmaya çalıştı.
12 Eylül referandumu öncesinde sivil dikta tartışmalarının yine öne çıktığı bir sırada Venedik Komisyonu Başkanı Buquicchio, neredeyse Hadi Uluengin'in aynı sözleriyle, sivil diktanın yanlış bir kavram olduğunu açıkladı.
Aslında sivil dikta kavramı Türkiye gerçekleriyle de bağdaşmıyordu. Demoklesin Kılıcı gibi kapatma tehdidini tepesinde hisseden ve asker desteği olmayan Ak Parti mi sivil dikta olacaktı? Deyim yerindeyse: Kendisi yardıma muhtaç bir dede, nerde kalmış gayrıya himmet ede...
Her ne olursa olsun; bu kavramı ortaya atan ve tartışmaların fitilini ateşleyen Nuray Mert'ti. Yani ilk görüşte buluş ona aitti. Bu nedenle bunu bir gazetecilik başarısı olarak kabul etmek ve Nuray Mert'i kutlamak gerekirdi...
Ama gerçekten buluş Nuray Mert'e mi aitti acaba? Benim kafamda bazı silik hatıra kırıntıları olsa da bu net değildi. Buluşu doğru bulmasam da buluş sahibini takdir ediyordum. Ta ki 12 Eylül referandum sürecine kadar. Bu süreçte "Toplumsal Hafıza Platformu"nun bir broşürü elime geçti.
Meğer 1989 ve 1990 yıllarında Turgut Özal ve ANAP için de aynı kavram ve aynı ifadeler kullanılmıştı. Biraz daha araştırdım, Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes ve Celal Bayar'ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali'nin açıklamalarından, Menderes döneminde Menderes ve Demokrat Parti için de yine aynı kavram ve aynı ifadelerin kullanıldığını gördüm.
Aslında Aydın Menderes'in açıklamaları her şeyi net olarak ortaya koymaktaydı: Sivil dikta yakıştırması, 27 Mayıs öncesi darbe zemini hazırlamak için yapıldı!
Demek ki bugün de Anayasa Mahkemesi'nin Ak Parti'yi kapatma zeminini hazırlamak için sivil dikta yakıştırması yapılmış!
Ve yine demek ki; Nuray Mert sivil dikta kavramını icat etmemiş, bir akademisyen olarak tarihten okumuş! Olsa olsa bir "intihal" söz konusudur!
Yani gerçekte Nuray Mert mücit değil, mukallitmiş!