- Kategori
- Eğitim
Öğretmenlik ile müdürlük arasında bir makam
Saat 05.00 sularıydı. Sabah olmuştu, kente ulaştığımızda. Çantamı bırakmak için Öğretmenevine uğruyorum. Galiba burada ilk kez kullanıyorum mesleki ünvanımı (İlköğretim Müfettişliğimi). Esmer benizli, kapkara saçlı, orta boylu memur yakınlık gösteriyor. Hatta daireler açılana kadar dinlenebileceğimi söylüyor ve alt kattaki odalardan birine götürerek, boş bir yatak gösteriyor. Uyandırıldığımda saat dokuza geliyordu. Kimse kalmamıştı yatağında. Hocam, temizlik yapacağız, diyorlar. Giyiniyorum ve Millî Eğitimi soruyorum hemen. Çok yakın. Sola dönüp beş dakika yürüdükten sonra, soldaki iki katlı taş bina, diyorlar. Binaya girip üst kata çıktığımda, şimdilerde rahmetli olan bir arkadaşı görüyorum. Hal hatır sormalardan sonra, Müfettişler Odasına iniyorum. İçeride henüz kimseler yok. Ortada büyük bir masa, basanın üzerinde bir daktilo ve bir kaç tane de kahverengi pandizot kaplı, eski, geniş koltuk var. Soğuk bir hava hakim odaya. Oturuyorum ve kimi beklediğimi bilmeksizin, birilerini bekliyorum. Biraz sonra orta yaşlı bir bay geliyor. Sağına soluna bakıyor ve oturuyor. Anlaşılan birilerini arıyor. Fakat, aradıklarından hiçbiri yok. İlk tepkiyi benden bekliyor. Bulamayınca susup beklemeye başlıyor. Biraz sonra, orta yaşlı bir bay daha geliyor. Kravatlı ve düzgün giyimli. Müfettiş olmalı. Bekleyen kişi başlıyor konuşmaya: "Sen beni nasıl görevden alırsın!" Müfettiş Bey, ani bir çıkışla, "Sen kim oluyorsun da bana hesap soruyorsun!" diyor ve arkasından ağzına geleni söylüyor. Sözlerini bitirdikten sonra, odadan çıkıyor. İki farklı kişinin girip, selamlaşmanın hiç olmadığı bir ortamda, neye uğradığımı anlayamıyorum. Çok şaşırıyorum. Birkaç dakika sonra kendime geldiğimde, birinci kişinin okul müdürü, diğerinin müfettiş olduğunu ve soruşturma sonucu müdürün görevinden alındığını, soruşturmayı yapan kişinin de bu müfettiş olduğunu ve soruşturma sonucunda, "yöneticilik görevinden alınması" yönünde teklif getirdiğini, anlıyorum. O soğuk odada, sanki ben azarlanıyorum. İşte, uğrunda yıllarca mücadele ettiğimiz müfettişlik mesleğiyle böyle tanışıyorum ve "Bir insan başkasının önünde böyle azarlanır mı?"diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Kimse gelmeyince, diğer odaya, başkanın odasına geçiyorum, biraz sonra. Başkanla ve odada bekleyen diğer arkadaşlarla tanışıyoruz. Orta yaşlı bir meslektaşımız göreve başlama yazımı yazıyor. Şimdi rahmetli olan bir diğeri Evrak Kayıt Defteri veriyor. Başkan, "Müdür beyin yanına çıkalım, Müdür beyle sizi tanıştırayım", diyor. Müdürün sekreteri bekletmeden içeri alıyor bizi. Sıcak karşılıyor Müdür Bey. Ayağa kalkarak, "Hoş geldiniz, hayırlı olsun", diyor ve öperek tebrik ediyor. Pahalı çikolatalardan ikram ediyor ve hemen çay söylüyor. (Teftiş Kurulu Başkanı ve Millî Eğitim Müdürü tarafından gösterilen bu ilgi karşısında şaşırmadığımı söyleyemem. Makam odasında göz uçlarımla, ilgi gösterilen kişiyi arıyordum yer yer. Çünkü, meslekte onüçüncü yılımdı ve böylesi bir ilgiyi, ne okul müdür ve yardımcılarından, ne ilköğretim müdür ve yardımcılarından, ne de millî eğitim müdür ve yardımcılarından görmüştüm. Böyle bir şeyi Bakanlık merkez örgütündekilerden zaten bekleyemezdik. Çünkü onlar bizim gözümüzde çok büyük insanlardı.)
Hal hatır konuşmasından sonra Müdür Beyin ilk sorusu, "Danıştay kararıyla mı atandınız?" oluyor. (Sene, üstelik de kış ortasında gelen bir kişi nasıl gelirdi ki? Ya Danıştay kararıyla, ya da sürgün. Bunların her ikisi de geçerliydi bizim için. Çünkü Danıştay ya da İdare Mahkemeleri kararıyla yapılan atamalar, özellikle Doğu ve Güneydoğuya yapılıyordu. Oysa, başka bölgelerde de müfettiş açığı vardı.) İkinci soru, "Yüksek lisansınız var mı?" oluyor. Danıştay kararını anladık da -atama kararnamesinde yazıyordu- yüksek lisans yaptığımı nereden biliyordu? (Henüz dört kişi ile tanışmış, kimseye de yüksek lisans yaptığımı söylememiştim.) Bir süre daha oturup, -Bakanlıktan geldiğim için- Bakanlıkla olan, ortak yaşantı alanımızdan konuşuyoruz. Ayrılırken de, güzel bir şekilde uğurlanıyorum. (Gösterilen bu ilgi karşısında, müfettiş olabilmek için verdiğimiz mücadele değecek galiba, diyorum. Hele ben müfettiş olabilmek için, birçok arkadaştan farklı ne mücadeleler vermiştim. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisini (Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu) bırakmış, Gazi Eğitime baştan başlamıştım.)
Gazi Eğitim’de dört yıl öğrencilik yaptıktan sonra -öncekiler hariç- tekrar eski görevimize, yani "ilkokul öğretmenliği"ne geri dönmüştük. Bir sene sürekli olarak, MEB yetkililerini ziyaret etmiş, müfettişlik istemiştik. Çünkü, Eğitim Bölümünü bitirenler ya -İlköğretmen Okullarına- Meslek Dersleri Öğretmeni ya da İlköğretim Müfettişi olarak atanırdı. İlköğretmen Okulları kapatılıp, Öğretmen yetiştiren kurumlar da YÖK’e devredildiğinden, müfettişlikten başka seçeneğimiz kalmamıştı. Müfettişlik isteğimiz karşısında Bakanlık yetkilileri, "Müfettişlikte yeni düzenlemeler yapacağız." diyerek bizleri, sürekli oyalıyorlardı. Biz de, "Mademki müfettişlikte yeni düzenlemeler yapacaksınız; öyleyse bize, o zamana kadar başka görev veriniz", diyorduk. Çünkü verilecek çok görev vardı. Örneğin İlçe Millî Eğitim Müdürlüklerine o günlerde atama yapılıyordu. Dolayısıyla bütün kadrolar boştu. Beşevlerde Öğretmenevinin önünde biraraya geliyor, sürekli bunları konuşuyorduk. Bu arada yüksek lisans sınavları başlamıştı. Hacettepe Üniversitesine, yüksek lisans sınavlarına girdiğimiz sırada söylediğimiz farz edilen bazı sözler İlköğretim Genel Müdürünü rahatsız etmiş ve de, "Eğitim Bölümü mezunlarının ataması hızla eski görev yerlerine yapılsın", emri verilmişti. Verilen emir de hızla yerine getirilmiş ve bizler de eski görevlerimize dönmüştük. (Vektörel bakımdan yaptığımız iş sıfırdı. Çünkü dört yıl önceki noktaya, bir sürü emekten sonra tekrar gelmiştik.)
Okullar Şubat tatiline gireceği günlerde, "ilkokul öğretmenliği" görevimize tekrar başlamıştık. Dört yıl Eğitim Bölümünde öğrencilikten sonra, tekrar "ilkokul öğretmeni" olmuştuk. Çektiğimiz sıkıntıların etkisiyle olsa gerek, Bakanlığa başvurularımız çoğalmıştı. Bir gün, MEB’nda asansörün önünde İlköğretim Genel Müdürü Bölüm Başkanımıza, "Bizim durumumuzun ne olacağını" soruyorum. Haziran’a kadar bekleyin, diyor. (İki senedir beklemekten başka bir şey yapamıyorduk zaten. Böyle sözleri o kadar çok duymuştuk ki, artık etki yapmıyordu.) Ankara’da arkadaşlarla biraraya geldiğimizde, yine bu konuyu konuşuyorduk. Aradan bir süre daha geçti. Bir gün henüz evden çıkmamıştım. Telefon çalıyor. Arayan ağabeyimdi. "Hemen gel, müjdeli bir haberim var", diyor. Dükkâna girer girmez, gazeteyi uzatıyor. "İlkokul öğretmenleri sıkı denetlenecek, 525 İlköğretim Müfettişi alınacak", diyor, gazete. Bir çırpıda okuyorum haberi. O güne kadar ataması yapılmayan İlköğretim Müfettişi adayı, 700 kişi civarındaydı. Bazı adayların görev istememesini, bazı adayların da çeşitli nedenler dolayısıyla atanmayacaklarını gözönüne alarak, başvuruda bulunan herkesin müfettişliğe atanabileceğini sanıyoruz; iyi niyetli olarak. Temmuz ortalarına doğru, müfettişlik mülakatı bitmesine rağmen, sonuçlar Ağustosun son günü asılıyor. Oysa sonuçlar hemen, ya da ertesi gün, olmazsa en geç bir hafta sonra asılabilirdi. Mülakat sonucu 525 kişinin alınacağının belirtilmesine rağmen, 300 kişi "başarılı" görülmüş. Biz bu sonuçları yine iyi niyetli olarak yorumluyoruz. Çünkü sınavdı bu ne de olsa. Demek ki, ancak 300 kişi "yeterli" görülmüştü. (Mülakatta başarısız görülenlerden, Hacettepe Üniversitesinin "yüksek lisans" sınavına katılanlardan sadece üçü, -bir kişi de sınavı tamamlamadan kendi isteği ile çıktığı için- "başarılı" görülmemişti. Diğerlerinin tümü, sınav sonuç listelerinin ilk sıralarında yer almıştı. Başarı oranı yüzde doksandı. Sınav kâğıtlarını okuyan hocalar bu sonuç karşısında şaşırarak, "Sizin yeterli sayıda hocanız yok, bu başarıyı nasıl gösterdiniz?" dediler. Ama bu sınavda başarılı olanların hiçbiri, "müfettişlik mülakatı"nda başarılı olamamıştı. Mülakat komisyonunda "eğitim bilimleri" alanında kariyerli bir görevli de vardı ve bu kişi komisyonun başkanıydı. Mülakata katılan adayların bir sınavda başarılarından dolayı hocalara hayret ettirirken, diğer bir sınavda başarısız görülmelerini biz anlayamıyorduk. Yine anlayamadığız bir durum da, mülakatta başarılı görülenlerin hiçbirinin yüksek lisans sınavına girmemiş olması idi.) Sınav değil, mülakat sonuçlarını, birbuçuk ay bekletmenin nedenini biz yine iyi niyetli olarak değerlendiriyoruz da, mülakata hiç girmeyen, girmediği için de, ne başarılı, ne de başarısız olan, bu nedenle listede dahi ismi olmayan bir adayın, müfettiş olarak atamasının nasıl yapıldığını hâlâ anlayabilmiş değiliz. İşte bu olaydan sonra, "iyi niyet" konusunda bazı tereddütlerimiz başlıyor.
Anlaşılan, Bakanlık bizimle olan köprüleri atmıştı. Bu kadar iyi niyetli mücadeleden sonra ne yapabilirdik? Artık kamuoyu ile hukuka sığınacaktık. Başka çaremiz kalmamıştı. Biz de öyle yapıyoruz. Bakanlık Hukuk Müşavirlerinin, İdare Mahkemesine gönderdiği savunma yazısı, gerçekten bir komediden farksızdı. Örneğin, "Biz onları müfettiş yapmak için okutmadık" diyarlardı, da, ne için okuttuklarını söylemiyorlardı. Herhalde devlet, bizi tekrar "ilkokul öğretmeni" yapmak için, dört yıl ücretli izinli olarak okutmamıştı(!). (Çünkü biz, Gazi Eğitim’de okumadan önce zaten ilkokul öğretmeniydik ve görevdeydik.) İdare Mahkemelerinde dava yaklaşık birbuçuk yıl sürdü. Nasıl sürmesin ki? İdare yaptığı her iki savunmada da, altmışar günlük bekleme süresini kullanmakla yetinmemiş, ayrıca, mahkeme kararını uygulamak için verilen altmış günlük süreyi de -bir iki gün de geçirerek- kullanmakta herhangi bir sakınca görmemişti. Başka bir deyimle İdare, tüm "geciktirme" haklarını sonuna kadar kullanmıştı. Daha başka birtakım olumsuzluklarla birlikte, nihayet atamalarımız müfettiş açığı olan yerlere değil de, Doğu ve Güneydoğuya yapılıyor. (Zaten biz de farklı birşey beklemiyorduk.) Bu kadar mücadeleden sonra, ettiğimiz emeklerin değip değmeyeceği konusunda birçok tereddütün yanında, acaba nelerle karşılaşacağız, gibi bazı düşüncelerimiz de yok değildi. İşte karşılaştığım olaylardan bazıları:
Göreve yeni başlayan bir memur ilk iş olarak, kalacak yer sorununu çözmeye çalışır. Ben de bu amaçla, lojman olup solmadığını soruyorum. Çok yakında, 50 lojmanın bitmek üzere olduğu, 21 müfettişin bulunduğu, bir müfettişin lojman istemediği, müfettişlere lojmanların yüzde kırkının görev tahsisli olarak verildiği, bu nedenle herkese lojman verileceği, belirtiliyor. Yine bugünlerde, Millî Eğitim Müdürünün başkanlığında, İlköğretim Müfettişleri odasında lojmanların kura çekimi yöntemiyle dağıtımı yapılıyor. Hayırlı olsun, deniliyor. Bazı arkadaşlar, lojmanlarını karşılıklı olarak değiştiriyorlar. Bir süre sonra lojmanlar bitiyor fakat, yerleşmek için Valilikten bir türlü onay alınmıyor. Lojmanlara bir türlü yerleşilememesi, ortalıkta bazı dedikoduların dolaşmasını sağlıyor. Daha doğrusu biz öyle sanıyoruz. Dedikoduyu ortaokul müdürleri çıkarmıştı. Dedikodu, "Müfettişlerin bir kısmı bekar, bunlar Öğretmenevinde kalsınlar. Zaten kalıyorlar. Lojmanlara biz göçelim", şeklindeydi. İnanmadığım bu dedikodunun ortalıkta dolaştığı bir gün, müfettiş arkadaşlardan biri yanıma gelerek, lojmandan vazgeçmemi öneriyor. Ne için vazgeçeceğimi anlayamıyorum. Aynı öneriye başka bir arkadaş, çok sert tepki gösterince, Millî Eğitim Müdürü bizi makamına çağırarak, "Lojmanlardan feragat etmemizi", istiyor. Hayır, biz lojmanlara yerleşeceğiz, diyoruz. Bundan sonra da benimle iki kez olmak üzere, bu konuyu tam üç kez görüşüyor. Bir de elçinin görüşmesi, eder dört. Bize verilmeyen lojmanların altı tanesi, ortaokul müdürleri ile politikacıların istediği kişilere veriliyor. Bekletilen bir lojman ise, apartmanların yün yıkama yeri olarak kullanılıyor ve bakımsızlıktan, bazı dolap, pencere ve kapılar kullanılamayacak duruma geliyor. (Bir-iki yıl sonra bu lojman, yeni gelen bir arkadaşa veriliyor ve arkadaş lojmana yerleşmeden önce yüklü bir onarım bedeli ödüyor.) Bakmayın siz o zamanlar ortaokul ve liselerde soruşturma yaptığımıza. Ortaokul müdürlerinin bizden hep önde olduğu, her uygulamadan anlaşılıyordu. Hatta, Millî Eğitim müdür yardımcılarından biri, izine ayrılırken, yerine bir ortaokul öğretmenini vekaleten getirmişti. Oysa, bu görevi yürütebilecek birçok müfettiş vardı Dairede.
Dairede en fazla üç müdür yardımcısı veya şube müdürü bir odada otururken, 24 müfettiş bir odada oturuyor. Toplantı için hep biraraya geldiğimizde, sandalyeler yetmiyor. Diğer odalardan sandalye getiriyoruz. Odada, iki-üç masa ile bir iç telefon var. Zil düğmesi de vardı basacak ama, basınca gelecek odacı bulunmuyor genellikle. Yanlarına gittiğimiz ilkokul müdürlerinin lüks olmasa bile döşenmiş odaları, büyükçe masaları, koltukları, dolapları ve telefonları var. Bunları hiçbirisi müfettişlerde yok. Başka bir deyimle, müfettişlerin makamı yok.
Müfettişlerin sadece, makamları olmasa iyi. Neleri var ki? Örneğin Dairede hiçbir odacı ve memur sizden söz dinlemez. Hatta çaycılar bile. Eğer bir iş yaptırırsanız, rica ederek yaptırırsınız. Çaycılar, öncelikle, müdür yardımcıları ile şube müdürlerinin çay-kahve isteklerini yerine getirir. Yanınıza gelen konuklarınıza çay ikram edebilmek için, iki-üç kez çay ocağına gittiğiniz, tartıştığınız olur. Bazen de çay gelene kadar, konuklarınız gider.
Bir memur, diğer bir daireye gitmek için -varsa- Dairesinden araba ister. Hele bu kişiler mutemet iseler, arabasız bir adım dahi atmazlar. Gerekçesi malum. Ya mutemet soyulursa? (Bazen de mutemet soyulmaz, soyar.) Müfettişlerin başka dairelere nasıl gideceği kimseyi ilgilendirmez. Zaten müfettişlerin, şehir içindeki okullara gidip gelmek için daireden araba istemek, akıllarına bile gelmez. Yol ücretini de en fazla, dolmuş ücreti yazabilir. Peki bir Millî Eğitim Müdür Yardımcısı, merkezdeki okullardan birine tören için nasıl gider, diye sorsam, resmi otoyla, olmazsa taksi ya da dolmuşla gider, diye cevap verirsiniz, tahmin ederim. Herhalde, dairenin "resmi plakalı kamyonuyla", cevabını vermezsiniz. Resmi Bayramların birinde, bir Millî Eğitim müdür yardımcısının merkez okullarından birine gitmesi gerekir. İner binanın önüne, bakar arabalara ve şoförlere. Ne jeepler, ne de taksiler vardır. Hepsi tören için okullara görevli götürmüştür. Fakat okullara sıra taşıyan kamyon boştadır. Çağırır şoförü ve atlar kamyona. Kısa bir süre sonra varırlar okula. Har hur sesleri arasında, kamyon okulun önünde durur ve Millî Eğitim Müdür yardımcısı araçtan inerek, törene katılanları selamlar. Törendeki yerini alır. Okulun yönetici, öğretmen ve öğrencileri, kamyonla da törene gelinebileceğini ilk kez görürler, böylece. Tabi bu olay karşısında biraz da şaşırırlar. (Oysa dolmuşla bu okula, çok rahat gelinebilirdi. Müfettişler de öyle yapmışlardı zaten.).
Bir Pazartesi günü, haftabaşı toplantısı yapıyoruz. Toplantıya İlçe Millî Eğitim Müdürleri de çağrılmış. Toplantıda, soruşturmaların çok zaman aldığını, üzerimizde çok inceleme ve soruşturma bulunduğunu, bunların birçoğunun "uyarma, kınama" cezası gerektirdiğini; okul müdürlerinin uyarma, kınama ve maaş kesimi cezası vermeye yetkili olduğunu, bu nedenle, bu cezaları gerektirecek soruşturmaların ilçede, okul müdürleri ile, İlçe Millî Eğitim Müdürü tarafından halledilmesi gerektiğini, İlçe Millî Eğitim Müdürlerinin önlerine gelen her soruşturma evrakını bize göndermemelerini, yetkilerini kullanmalarını istiyoruz. Bunun üzerine, İlçe Millî Eğitim Müdürlerinden biri hemen ayağa kalkarak aynen, "Müfettişin görevi soruşturmaktır. Ben niye soruşturma yaparak öğretmeni, okul müdürünü karşıma alayım", diyor. Hiç beklenmeyen bu tepki karşısında, solon birden sessizliğe bürünüveriyor. (Böyle bir cevap gelebileceğini hiç düşünemiyoruz. Çok şaşırıyoruz ve hayretimizi gizliyoruz.) Toplantıyı Millî Eğitim Müdürü yönettiği için, gerekli cevabı onun vermesini bekliyoruz. Fakat vermiyor ve konuyu değiştiriyor. (Üstelik, Millî Eğitim Müdürü de bir müfettişti.)
Dairede bir gün Fen Lisesi müdürüyle karşılaşıyoruz. Az da olsa tanışıyoruz. Hal hatır soruyoruz. Hemen ayrılmam gerektiğini söylüyorum. Az bekleyin hocam, ben de çıkacağım, diyor. Bir-iki odaya girip çıkıyor ve okula telefon etmek üzere ahizeyi kaldırıyor. Ben Millî Eğitimdeyim, arabayı gönderin, diyor. Gideceğimiz yer, en fazla beşyüz metreydi ve beş dakikada yürüyebilirdik. Diğer bir deyimle, telefon edip araba bekleyene kadar, rahatça okula ulaşabilirdik. Niye araba çağırıyorsunuz ki müdürüm, gideceğimiz yer üç adım, yürüyelim, diyorum. Bir şey olmaz, araba ile gidelim, diyor. Bir süre sonra, minibüs geliyor ve birlikte okula gidiyoruz. Makamına çıkıyoruz. Oturuyoruz. Makam son derece lüks döşenmişti. (Millî Eğitim Bakanlığı’nda çalıştığım sıralarda, İlköğretim Genel Müdürünün makamı bu kadar lüks değildi.) Lüks makam odalı, makam arabalı bu müdür hakkına, bir soruşturma yapmıştık ama, hiçbir zaman onun makamı kadar makama sahip olamadık. Oysa biz bir liseye müdür olarak atanabilirdik ama, O, İlköğretim Müfettişi (Bakanlık Müfettişi değil) olarak atanamazdı. Buna rağmen bulunduğumuz makam, hakkında soruşturma yaptığımız makamdan, hiç de üstte değildi.
Birara, ücretini kendimiz ödemek kaydıyla, şehirlerarası telefon görüşmesi yapabileceğimiz belirtiliyor. Bizde böylece, postanede beklemekten kurtulacaktık. Sevindik tabi. İsteğimi santrala bildiriyorum. Telefoncu hanım, ilgili müdür yardımcısını arayıp izin istiyor. İzin alabilmek için, adeta sanık gibi sorgulanıyoruz. Sonuç mu, telefon bağlandı ama, görüşmek istediğim kişi işten ayrıldığı için görüşmek mümkün olamadı. (Bu kez de, müfettiş olarak boşa gitmişti kredimiz.) Bizim yerimizde bir Millî Eğitim müdür yardımcısı ya da şube müdürü olsaydı, acaba ifade almaya gerek duyulur muydu? Hiç sanmam.
Yemek çıkmayan dairelerde öğle yemeği hep sorun olur. Bu sorunu gidermek amacıyla, Dairede yemek çıkarılacağı söylenince, epeyce rahatlıyoruz. Çelik kazanlar, çelik tabaklar alınıyor ve hemen yemek çıkmaya başlıyor. Yemek kartlarımızı önceden alıyoruz. Böylece yemeğe rahat gidiyorduk. Fakat bir süre sonra, geç gidenlere, "yemek kalmadı" denilmeye başlıyor. Bir-iki kez sustuksa da, "Fişlerin önceden satıldığını, dolayısıyla satılan fiş sayısı kadar yemek çıkması gerektiğini, bu nedenle, ‘yemek kalmadı’ gibi bir mazeretin geçerli olamayacağını", söylüyoruz, görevliye. Görevliler hemen, "Şikâyet edin, hocam", diyorlar. Deneyimli müfettiş arkadaş, soğukanlılığını koruyor ve "Müfettiş şikâyet etmez, soruşturma açar", diyerek olayı kapatıyor. Şikâyet etmek kolaydı da, şikâyet edilen kişilerle her zaman birarada bulunmak zordu. Ayrıca, bu olay sadece bizim başımıza geliyordu. Bir gün de ben yemeğe biraz geç kalmıştım. Hocam yemek kalmadı, diyorlar. O sırada Millî Eğitim Müdürü de yemek yediği için durumu görüyor ve "Ne demek o, nasıl yemek kalmaz, çabuk yemek getirin!" diyor ve yemek getiriyorlar.
Şehir ilkokullarından birine teftiş için gitmiştim bir gün. Teftişini yaptığım öğretmenlerden birinin, tam on gün, Günlük Planı eksikti. On gün planın eksik olması, o okulda Günlük Planların kontrol edilmediğinin göstergesiydi. Diğer bir deyimle, o okulda İdare görevini yapmıyordu. Görevini yapmayan İdarede, biri müdür olmak üzere, tam dört tane derse girmeyen yönetici vardı. Peki bu yöneticiler, öğretmenlerin Günlük Planlarını da denetlemediklerine göre, acaba ne yapıyordu? Bunu anlamak için, tutanak düzenleyip, soruşturma izni istiyorum. Bu arada bazı kişilerin hemen araya girdiğini duyuyorum. Soruşturma isteğime gelen cevapta, "Soruşturmaya gerek olmadığı, puanından indirim yapılması gerektiği" belirtiliyor. Aynı şey, bir haftabaşı toplantısında da dile getiriliyor ve "Siz de öğretmenlik yaptınız, öğretmenler birkaç gün plan yapmadı diye soruşturma açmayın!" deniliyor. Yüksek yerden gelen emre ne denirdi? Ben de bir şey yapamadım tabii. Başka bir gün yine teftiş için o okula gittiğimde, dört idareciden hiçbiri okulda yoktu. Teftişin ortalarında, Müdür teşrif etti okula. Durumu anlattım. Okulda hiç bir yönetici yoktu, okul boştu, deyince, "Gereğini yapın, hocam" diyor. Ben gereğini yapacaktım da, Müdür Bey izin verecek miydi? Geçen seferki gibi tutanak düzenleyip, ikinci bir yenilgi alamazdım. Kadere bakın ki, o okul müdürü, Dairede müdür yardımcılarından birine fiili tecavüzde bulunmuş. Tutanak düzenlemişler. Beni çağırıyorlar ve soruşturma evrakını veriyorlar. Gerekirse daireden araba al, soruşturmayı hemen bitir, diyorlar. Soruşturmaya hemen başlıyorum. Bu arada beni tekrar çağırıp, "Açığa alınma teklifini getir!" diyorlar. Açığa alınma teklifinin neden benden istendiği belliydi. Çünkü açığa alınma gerekçesi olsaydı, zaten onlar alırdı. Başka bir deyimle, müfettiş maşa olarak kullanılmak istenmiş, müfettiş de bu oyuna gelmemişti. Açığa alınma durumu karşısında doğabilecek tepkilere karşı, "Müfettiş istedi, biz de gereğini yaptık", denilecekti. Bazen böyle isteklerin yerine getirilmesi için, müfettişlere araba önerildiği bile olur, demek istiyorum. Hep ilgisiz kalınmaz ya(!)
İldeki Millî Eğitim Müdür yardımcıları ile, şube müdürlerinin İlköğretim Müfettişlerinden yüksek makama sahip oldukları tartışmasız bir gerçekti. İlçe Millî Eğitim Müdürlerinin de gerek uygulamada, gerekse müfettişlerin bulunduğu bazı komisyonlarda başkan olması, makamlarının müfettişlerin makamından üstte olduğunu gösteriyor. Okul müdürlerine gelince, şatafatlı makam odalarına, telefonlara, emir verebilecekleri öğretmen ve odacılara sahipler. Hatta müdür yardımcıları bile -müdür gibi- aynı imkanlara sahip.
Uygulamalar ortada. Peki, şimdi siz söyleyin bakalım, İlköğretim Müfettişliği Makamı’nın yerini!