04 Mart '07
- Kategori
- Psikoloji
Ölümün provası: panik atak
'Çağın hastalığı' denen panik atakla ben de tanıştım. Hem de tanışabilecek son insan olduğumu zannederken. Onunla tanışan veya tanışmak üzere olanlarla paylaşmak üzere ayrıntılarıyla yazmak istedim.
Tarih tam olarak 23 Mayıs 2006 idi. Bir salı günü. Hayatımın sonuna kadar unutamayacağım bir tarihtir bu. Akşam saatleri. Hatta gece yarısına yaklaşıyorduk. Gayet sakin bir biçimde televizyon karşısındaydık. Daha doğrusu ben sakin olduğumu zannediyordum. Odadakilerle hem sohbet ediyor, hem ekrana bakıyordum. Neşeliydim.
Birden gözlerimde garip bir görüş farkettim. Oda bana farklı görünüyordu. Sonra beni içine çekmeye çalışan bir boşluk oluştu sanki. Nefes almamı engelliyordu. Beynime doğru bir sıcaklık yayılıyor, arada bir ani hücuma geçiyordu. Kulaklarım yanıyordu. Balkona çıktım. O anda ben mi balkona koştum, birisi mi çıkardı hatırlamıyorum. Hiç kimse bana yardım edemezdi artık. Hayatımda hiç titremediğim gibi titriyordum. Çok korkmuştum. Daha gençtim. 30 yaşıma girmeme beş gün vardı ve ben ölüyordum. Evet bu kesinlikle bir beyin kanamasıydı ve işte gelmişti. Herkesin başına gelecek olan ama kimsenin düşünmek istemediği ölüm beni almaya gelmişti.
Evleneli daha iki yıl bile olmamıştı. Kocamı seviyordum. Arkamdan üzülecek çok insan vardı. Yapmak istediğim çok şey vardı. Tanrım bu kadar çabuk mu? Daha otuz bile olmadan. Daha önce ölüm üzerine oldukça kafa yormuştum ama bu kadar korkabileceğimi, bu kadar kabullenemeyeceğimi düşünmemiştim doğrusu. Ben Tanrıyı da severdim. Onun yanında olmaktan da zevk alabilirdim. Ama ne olmuştu da bu kadar korkmuştum o anda. Paniğe kapılmıştım. Evet, yaşam daha benim için yeniydi. Onu yeni yeni çözmeye, anlamaya başlamıştım ve o beni ölüme veriyordu. Bir anda hiç haber vermeden. Önceden bir belirti verseydi. Bir yoklasaydı. Gidiyordum ben. O anda düşündüğüm tek şey doktora gitmek ve kurtulmaktı.
Doktora gitmeliydim. Gittim. Tahliller yapıldı. Muayeneden geçirildim. Herşey normaldi. Organik olarak sağlıklı görünüyordum. En azından beni o anda öldürmek üzere olan bir şey görünmüyordu. Bir saat kadar sonra biraz rahatladım. Hatta etrafımdakilere, korkmamalarını, biraz paniğe kapıldığımı söyledim. Bir serumdan sonra eve gittik. Ve ölüm yine beni yoklamaya başladı. Korkudan uyuyamıyordum. Ölmek üzereydim ben ve o genç doktor bunu anlamamıştı. Yoksa bütün bunlar vücudumda nasıl olabilirdi? Ancak ölmek üzere olan bir insan bunları hissedebilirdi. Zaten ne zamandır bir sağlıksızlık da hissediyordum kendimde. Kesinlikle sinsi bir hastalık beni yiyip bitirmişti ve sona gelmiştik işte. Her an ölebilirdim. Bildiğim tüm duaları okuyarak ve ölmemek için yüce Tanrıma yalvararak canımın nöbetini tutmayı bırakıp uyuyakalmışım.
Sabah işe gitmek zorundaydım. Evde kalıp bir başıma ruhumu teslim etmekten o derece korkuyordum ki evden bir an evvel kendimi attım. Sürekli bir titreme halindeydim ve korkuyordum. Adliyeden içeri sanki ilk kez giriyormuş gibi şaşkın bir şekilde girdim. Etrafımdakileri algılamakta zorluk çekiyordum. Kalp krizi geçiriyor olmalıydım ama kimse beni anlamıyordu. Bu ne biçim bir lanetti. Doktor bile anlayamamıştı. Bir gece önce beyin kanaması gibi görünmüştü ama evet bu kalp kriziydi. Kendimi dışarıya attım. Nefes alamıyordum ve tüm bina üzerime yığılmıştı sanki. Biraz dolaştım, eşimi aradım ve geri döndüm. İşimi, neredeyse hayatım boyunca gösterdiğim toplam efor kadar bir enerji harcayarak bitirdim ve kendimi tekrar dışarı attım.
Doktora gitmeliydim, ölmeden hastaneye ulaşmalıydım. İki doktora görünmemde yarar vardı. Hem gece gittiğimiz doktor acildeydi ve kalpten anlamayabilirdi. Bir uzmana görünmeliydim. En yakın hastaneye kendimi attım. Kalp elektrosu çekildi. Doktor benim halimden o kadar şüphelenmişti ki muayenede iyi olduğumu söylediği halde bir de kan testi yaptırdı. Sonuçlar gayet iyiydi. Kalbimde ne bir doku bozulması ne de ritm problemi vardı. Ama benim bir problemim olduğu kesindi.
Doktorun önerisiyle bir nöroloğa da göründüm. Herşeyi bir bir anlattım. Tekrar aynı şeyi yaşamaktan çok korktuğumu söyledim. Muayene sonucu iyiydi. Beynimde bir problem yoktu. MR çekilmesini gerektirecek bir bulgu yoktu. Panik atak geçirmiştim. O odadan çıkıp psikiyatristin odasına gittim. Yaşadıklarımı anlattım. Tanım kesinlik kazandı. Panik atak. Psikiyatr bana bir kaç ilaç yazdı ve bir süre sonra yine gelmemi söyledi. Bu kadar. Ölmek üzere olan bir insana yapılan muamele bu kadar mıydı yani? Neyse ki tüm doktorlar aynı şeyi söylemişti. Ölmüyordum galiba. Biraz rahatlayarak çıktım. Yine de pek emin değildim. Eşime sıkıca tembih ettim. Kimseye panik atak geçirdiğim söylenmeyecekti. Hem zaten ben de pek emin değildim tam olarak onu geçirdiğimden.
Bu ne acayip bir şeydi. Yani tüm bu insanlar benimle dalga geçercesine benim organik bir problemim olmadığını, ruhsal bir problemim olduğunu söylüyorlardı. Ben de ruhsal olarak çok mutlu bir insan olmadığımı biliyordum, psikolojiye inanıyordum ama bir psikoloji nasıl insanı bu hale getirebilirdi? Yok hayır kimse beni anlamıyordu. Ben ölmek üzereydim. Hatta ölünce hepsi göreceklerdi. Psikolojik olarak insan ölmezdi. Ben hastaydım. Çok hasta.
Son bir kez daha doktora gitmeliydim. Ama bu kez gerçekten son kez. Bir dahiliye uzmanına gittim. Sırada beklerken korkularım biraz değişik bir hal alıyordu. Biraz rahatlıyor, biraz da umutlanıyordum sanki. Bir doktor "hımmm sizin şununuz var o yüzden bunları yaşamışsınız" dese sanki rahatlayacaktım. Muayene sıramız geldi. Belirgin bir bulgu yoktu. Son muayenemi olacağına kendi kendime söz verdiğim doktor şansıma çok ilgili, anlayışlı ve iyi bir doktor çıktı. Bizi dikkatle dinledi. Muayene etti. Panik atak teşhisinden önce organik bir bulgu aranması gerektiğini anlattı. Reflü sorunum olabileceğini söyledi. İşte, organikti benim sorunum. Deli değildim ben.
Bu düşüncelerim de bir kaç saat sürdü. Korkularım tekrar başladı. Reflü yüzünden öleceğini zannetmeye pek aklım yatmamıştı. Bu defa korkularım ufak ufak şekil değiştirmeye başladı. Hafta başı geldiğinde arada bir alevlenen korkularım sürmekle berraber, artık organik bir problemim olmadığına ikna olmaya başlamıştım ama bu sefer delirmekten korkmaya başladım. Kendimi kaybetmekten, rezil olmaktan ve tekrar düzelememekten. Benim gibi kontrollü, iş güç sahibi, etrafında çok düzgün, akıllı başlı, güçlü, soğukkanlı sanılan bir insan nasıl olurdu da delirirdi? Rezalet. Zaten herkese, fenalaşıp hastanelere koşturarak yeteri kadar rezil olmuştum.
Sonraki günlerde olumsuz konuşmalardan, olumsuz haberlerden çok etkilenir oldum. Hatta olumsuz bir ortamda olmaktan, bu tür haberler ve konuşmalar duymaktan korkar oldum. Artık organik olmayan bir problemim olduğuna tamamıyla ikna olmuş gibiydim. Tedaviye başladım. Ama zaman öylesine yavaş geçiyordu ki... Tedavi etkisini oldukça uzun zamanda gösterebiliyordu. Beklemek yorucuydu. Her gün, her an kendimi dinliyor, başka hiç bir şeyi aynı yoğunlukta düşünemiyordum. Her gün bir umutla uyanıyor ve o gün artık iyi hissedeceğimi umuyordum. Ve bir gün, bir hafta sonu, uzun zaman sonra kendimi iyi hissettiğimde sevinçten ağladım. Ve ben şu anda da ağlıyorum çünkü o anı, hissettiklerimi ömrümün sonuna kadar unutmama olanak yok. Bu rahatsızlığı yaşamış olanlardan başka hiçkimsenin anlamasına da olanak yok. Hayatım boyunca o kadar mutlu olduğum bir an daha yok.
İşte iyileşiyordum. Sanki yeniden doğmuştum, sanki bana yeniden başlama şansını vermişlerdi. Sanki ben çok eskiden hatırladığım o huzur ve mutluluk hissini tekrar bulmuştum. İnanılmaz bir histi. Anlatılması çok güç. Sadece iyi hissetmek, huzur ve rahatlık duygusunu hissedebilmek bile o kadar zor gibi görünüyordu ki o an bütün dünyam değişti. Hayat sadece buydu. Huzur. Bizlere ısrarla unutturulmaya çalışılan, planlı bir biçimde uzaklaştırılmaya çalışıldığımız, aslında doğarken yanımızda getirdiğimiz ama sonra elimizden alınan huzur.
Düşünsenize bir panik ataklı için sadece ve sadece o an iyi hissetmek, o an huzur içinde olmak o kadar önemlidir ki. İnsanlar rahatlıkla sakin ve huzurlu yaşayabilirken (ki aslında bu duygu son yıllarda unutulmaya yüz tuttu) onlar bir damla sakinlik ve huzur için uzun zaman beklemek zorundadırlar. Çünkü ince, vicdanlı, hayatın ötesini görmeye çalışan, varoluşu sorgulayan, yanılsamayı farketmiş olsn insanlar oldukları için ceza olarak beyinleri bir salgı salgılamaktadır ve bu salgı onları hep tetikte, heyecanlı ve korku dolu bir hale getirmektedir. Ve o büyük an geldiğinde de dehşet içinde bırakmaktadır. Ama ne dehşet. Bunu anlatabilmek hepsinden daha zor.
Aslında çok da ilginç bir deneyim. Sanki ölümün provası gibi. Sanki ömrün kısalığına, insan bedeninin boşluğuna, peşinde olduklarımızın anlamsızlığına, hayatlarımızın basitliğine dair bir yerlerden bir mesaj gibi. Sanki bedenin; 'Ben aslında basit bir düzeneğim, çok önemsenecek bir yanım yok, bozuldum mu biterim' mesajı gibi. Ve ben bu mesajı aldım ve algıladım. Bu mesajın gönderildiği bir insan olmanın da bir değeri olduğunu düşünüyorum artık. Bu söylediklerimi de anlayabilecek sayılı insan olduğunun farkındayım. Ama anlayabilenlerin bu mesajı iyi yönde değerlendirdiklerini iyi biliyorum. Çünkü o kadar etkili ve sarsıcı bir mesajdır ki bu, hazır olanda, başka hiç bir yolla bu kadar kolay kazanılamayacak bir farkındalık yaratır. Aslında uzun zamandır ben de bu farkındalığın peşindeydim. Son zamanlarda hayatın bana gösterdiklerine çok da inanasım gelmiyordu. Bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyor ama ne olduğunu, ne derece olduğunu kestiremiyordum. Ama şimdi biliyorum. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu deneyimi yaşadığım için şükran dolu olduğumu görüyorum. Bu yönüyle bakarsanız aslında değeri bilinirse panik atak bir fırsat.
Birincisi: uzun süredir kaybetmeye başladığınız kontrolü tekrar ele geçirmek için bir fırsat. Dünya düzeni maalesef insanlığın doğasına aykırı bir yönde gelişmeye devam ediyor. Biz insanlar aslında kısa yaşamlarımızda huzurlu olmak, mutlu olmak, haz almak üzere programlanarak dünyaya geliyoruz. Nitekim tüm çalışmaların, tüm koşuşturmaların, tüm üretimlerin gerisinde de bu sebep yok mu zaten? Huzur, mutluluk ve haz. Ama düzen öyle bir işliyor ki, aslında bize bunlar doğarken yanımızda verildiği halde önce onları kaybettiriyor, sonra arattırıyor.
Bütün dünya son zamanlarda üretim ve tüketime doymuş ve artık gerçek yaşamın peşinde koşmaya başladı farkındaysanız. Gerçekten yaşamanın. Doğal ve lezzetli yiyecekler yiyerek, sağlıklı ve temiz hava alarak, öğrenerek, gülerek, eğlenerek yaşamanın. Ve bu kadar basit bir yaşamın peşinde koşar olduk artık. Aslında böyle yaşamak asıl olan ve çok ama çok basit. Ama bunu görmek bu derece zor mu? Para olmadan yaşayamaz mıyız sizce? Üretim denen olgunun ürettiği her şey bize çok mu gerekli şeyler? Onları üretmek için bize daha gerekli olan doğayı bu derece zedeleyebilecek hale nasıl geldik? Bu bilinçsizlik nerede başladı? Nerede son bulacak? Yok olunca mı anlayacağız? Ya da yok olmak üzereyken. Örneğin dünyanın çok az bir zamanı kaldığı (ki bunu düşünmek için çok da büyük bir hayal gücü gerekmiyor) kesinleşse tüm bu hayat aynen böyle devam edebilecek mi? Yoksa birden her şey iskambil kağıtları gibi yıkılacak mı? İşçiler, elemanlar, patronlar fabrikalarda, şirketlerde çalışmaya devam edecek mi, hukuki ihtilaflar aynı hırsla ileri sürülecek mi, gereksiz üretim aynı hızla devam edecek mi, dünya aynı hız kirletilmeye çalışılacak mı, yoksa herkes kendini artık gerçekten yaşamaya verecek mi?
Akıldan geçenler sizce değişecek mi? 'Yarın ne satın alacağım, öbür gün bu kadar işin altından nasıl kalkacağım?' şeklindeki düşünceler yerine, 'ben neyim, burası neresi, nereye gidiyorum, nasıl, ne halde gidiyorum, bunca zaman ne saçmaladım, neyi doğru yaptım?' gibi sorular mı gelecek?
Yaşamamız gerektiği gibi yaşamıyoruz. Bunu artık çok iyi biliyorum. Çünkü ben o anı yaşadım. Ben ölümün, yok oluşun provasını yaptım. Ve bunun çok da yabana atılacak bir deneyim olmadığını düşünüyorum. Bu deneyimin verdiği bilinçle aslında çok daha kaliteli ve çok daha gerçek bir yaşam temeli atabiliriz kendimize. Kısaca hayatımıza sahip çıkabiliriz.
O dehşet dolu anda ilk düşündüğüm neydi biliyor musunuz? 'Tanrım daha yapmak istediklerim var! Bu kadar erken nereye böyle?' Ve şu anda biliyorum ki o an gerçekten doksan, yüz yaşında da gelse onları yapmadığımda benim için daha çok erken olacak. O anda ben sadece yapmak istediklerimi düşündüm, yapmam gerekenleri değil. Oysa ki şöyle bir dönüp baktığımda otuz yıl boyunca daha çok yapmam gerektiği söylenen şeyler üzerinde düşünmüşüm. Büyük hata.
İkincisi: O andan sonra böyle felsefe yapmanın tadına vardım. Bunları uzun süreden beri düşünüyordum ama bu gözle, bu bilinçle değil. Artık çok başka bir yerden bakıyorum sanki. Dışarıdan.
Ben şanslı olduğumu düşünüyorum. Mesajı aldım. Frekansları açık olanlara iletmek de istedim.