Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '09

 
Kategori
Mimarlık
 

Ortaçağ mimarlarına genel bir bakış

Ortaçağ mimarlarına genel bir bakış
 

Mimarlık üzerine tüm çalışmalar sızlanmalarla başlar; bu tür davranışlar hiç eksik olmayacaktır.

-Zevi Bruno-

Yapıları ayakta tutan kurgusal özellikleri olduğu kadar, insanları yapı yapmaya zorlayan sanatsal etkinin bir geri planı vardır. Her yapının anlatımladığı sessiz kültürel bir dil vardır. Tüm dünyada verilen eğitimde, yazılı kültürel kayıtları vurgulama fakat görsel imgenin anlamıyla yeterince ilgilenmeme yönünde bir eğilim vardır. Bu böyle olunca insanlar, içinde yaşamak ve çalışmak zorunda kalacakları fiziksel çevreyi nasıl "okuyabileceklerini" bilemezler. Çoğu kişi, inşa edilmiş çevrelerinin tarihleri ve kendilerine miras kalan çevrenin anlamının nasıl yorumlanacağı konusunda çok az şey bilmektedir.

Yapılar; özellikle geçmişten günümüze gelen yapılar, bize suskun görünümleriyle bir şeyler anlatırlar. Yapıldıkları ortama, kültüre ilişkin ipuçları verirler. Bu açıklamalar bağlamında Ortaçağ Mimarisi'ni ele alacak olursak, o çağdan günümüze ulaşan yapıları bu okuyabilme yetisinin bize kazandırdığı özellikler ve yeterlilikleri göz önüne alarak incelememiz gerekir. O halde bu vurguları unutmadan ve Ortaçağ Mimarisi ile birlikte bu mimariye ve pek çok sanatsal devinime kaynaklık eden siyasal- sosyal- kültürel geri planın, bu mimarinin oluşumundaki katkılarını da ortaya koyarak Ortaçağ Mimarisi'ni incelemeye çalışalım.

I- ERKEN ORTAÇAĞ MİMARLIĞI (M.S. 450-900)

Roma'nın çöküşünden Şarlman öncülüğünde yeni bir antik sonrası Batı kültürünün gelişmeye başlaması arasında geçen zaman, sanat açısından verimsiz bir dönemdir. Bu dönem, Avrupa'da yeni bir düzenin kurulması yolunda yapılan savaşlarla doludur. Eski büyük merkez olan Roma kenti artık önemini yitirmiştir. Doğu Roma, politika ve kültür alanında Avrupa'dan gittikçe daha çok kopmakta, Müslümanlar da güneyden saldırarak Roma İmparatorluğu'nun bir bölümünü ele geçirmektedirler. 400 yıl boyunca Franklar, Avrupa'da önderliği ele geçirmek için savaşırlar. Şarlman'ın yönetiminde büyük bir devlet kurarlar. Bu, batıda yeni bir kültürün oluşmaya başladığı bir çağdır. Çeşitli uluslardan gelen öğeler, yavaş yavaş birbirleriye kaynaşır, çeşitli yöresel üslup özellikleri, sonunda Karolenjlerin birleştirici gücüyle yeni bir kültür bütünlüğüne dönüşür.[1]

Karolenj Mimarlığı

Karolaenj ve Romanesk yapıların en göze çarpıcı özellikleri, kütlesel çevirmeyle açık düşeyselliği birleştirmeleridir. Bu yüzden Romanesk kilise hem kale hem de göğe açılan kapıdır; ve dönemin iki ana yapı tipi, kilise ve kale, birbiriyle derinden ilişkilidir. [2]

Şarlman döneminin mimarlığı bir yeniden başlangıç denemesidir. Eskiden gelme bir yapı geleneği bulunmadığı gibi, yapılmış hiçbir kilise de yoktur. Daha sonraları yıkıldığı ya da çok değişikliğe uğradığı için Karolenj mimarlığının büyük bir bölümü bugün ortada yoktur. Ama eldeki sayılı örneklerden yapıcılığa ne kadar önem verildiği anlaşılır. Şapel, çağının birçok başka yapısı gibi, merkezi bir plana göre yapılmıştır... Daha çok karşılaşılan kilise biçimi Roma bazilikasından gelen uzunlamasına akslı yapıdır. Uzunlamasına aks, ilk dönem yapılarının en belirgin özelliğidir. Ama kısa bir süre sonra kuzeyin toplayıcı nitelikteki dairesel yapıya olan eğilimi, güneyden gelen uzun akslı yapının yerine geçmeye başlar. Boyu, yapının eni kadar olan bir çapraz nef ortaya çıkar. Bu iki nefin kesiştiği nokta bir anlamda küçük bir merkezi yapı durumuna gelir. Burayı örten kubbe, orta nefin kubbesinden daha yüksektir. Yapı, batı yanına eklenmeye başlanan bir bölümle yeni bir ağırlık noktası kazanır. Bu, yüksek bir ön yüzü olan bir giriş bölümüdür ve iki yanında birer kulesi vardır. Kilisenin içinde, törenler sırasında imparator ile beraberindekilere ayrılan büyük bir loca bölümü yapılır. Batı bölümünün günümüzde iyi durumda kalmış bir örneği, Weser kıyısındaki Corvey Manastırı'nın kilisesinde görülür. Batı girişi çoğunlukla kapalı tutulur, bunu yerine yan neflerden birine bir giriş kapısı yapılır. İlk daire biçimli kriptalar da bu dönemde ortaya çıkar, sonraları da gittikçe daha büyük yapılmaya ve üzerleri tonozla örtülmeye başlanır.[3]

Karolenj mimarisi, bilinçli olarak Roma örneklerine benzetilmesine karşın, eski imparatorluk boyunca yayılmış Roma kalıntılarıyla karşılaştırıldıklarında oldukça kabaydı. Gerçek bir Korinth başlığının neye benzediği muhtemelen unutulmuştu. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü takip eden karışıklık yıllarında, iç bölünmeler ve dış saldırılar sürekli olarak sivil yaşamı bozdu; bu yüzden sivil ve dinsel yapı formları günlük yaşamın güvensizliğinden kaçılan ağır ve kütlesel savunma sığınaklarına ve vadedilmiş daha iyi bir öte dünyaya açılan etkileyici kapılara dönüştü. [4]

Ottolar Dönemi Mimarlığı

I. Otto'nun (936-973) dönemindeki canlı yapı etkinliğinin ağırlık noktasını Saksonya, Hildesheim, Magdeburg gibi daha doğuda kalan bölge ve kentler oluşturur. Tüm bu piskoposluk merkezlerinde büyük katedraller yapılır. Karolenj döneminde ulaşılan plan çözümleri daha da geliştirilir. Kilise planları çok nettir ve kilise yapısının uzun kolu için çok çeşitli olasılıklar denenir. II.Heinrich'in ölümüyle sona eren Ottolar dönemi yapı sanatı, hiç kesintisiz Roman üslubu ile birleşir. Zaten ilki ikincisinin başlangıcı sayılmaktadır. Bu dönemde yapılmış sayısız etkileyici katedral arasında Genrode en eski olanıdır. Tavanı henüz düzdür, üst üste üç sıra halinde düzenlenmiş pencereleri küçüktür. Orta nefle yan nefler arasındaki duvarları ve böylece de çatı yükünün bir bölümünü taşıyan dikmeler, bir ayak- bir sütun olmak üzere değişerek dizilmiştir. Pencere ve ayaklar, duvarları uyumlu ve ritmik bir biçimde bölerler. Bu bölünme, Karolenj döneminde henüz bu denli başarılı değildir. Birçok kilise arasında en önde geleni, çifte apsidi ve görkemli batı bölümüyle Hildesheim'daki St. Michael'dir. [5]

Doğu Avrupa'da Bizans Etkileri

Batı dünyasında dağınıklığın egemen olduğu ve çeşitli hükümdarlıkların hızla dağılmaya başladığı sırada Doğu Roma hala imparatorluk düşüncesine bağımlılığını sürdürmektedir. Bu düşünce ülke bütünlüğünü güçlendirmiş, içerdeki dinsel sarsıntıların atlatılmasına ve devlet gücünün İtalya'ya, Afrika'ya hatta İspanya'ya kadar ulaşmasına olanak vermiştir. Ravenna, Doğu Roma valisinin oturduğu kent olarak bir Bizans sanatı merkezi haline gelmiştir. Doğu Roma'nın 4. yy. da Constantinus ve 6. yy. da Justinianus zamanlarında eriştiği parlak günler geçince, Bizans etkisinin çerçevesi de giderek küçülmeye başlamıştır. 8. yy. resim çekişmesiyle beliren bir iç bunalımı birlikte getirmiş, bu durum da Makedonyalı imparatorların Doğu Roma'ya el atmasına yol açmıştır. Ama Bizans sanatı bu karışıklıklar içinde gerilememiş, hatta tersine bir yeniden doğuş dönemi içine girmiştir. Sanat hareketleri Avrupa'dan ve oradaki sanat sorunlarından uzakta oluşmak olanağı bulmuştur. Aslında bu kez de Avrupa ile yeni bir ilişki daha kurulmaktadır. Ama bu her zamanki kültür merkezleriyle değil de, Makedonya, Yunanistan, Hırvatistan, Macaristan ve Rusya gibi Avrupa'nın kenarındaki ülkelerle olmaktadır. Bu bölgelerdeki karşılıklı kültür alışverişiyle ortaya çıkan ürünlerin, Avrupa'nın öbür ülkelerinde o dönemde gelişmekte olan Roman ya da Gotik üslupla ortak hiç bir yanı yoktur. Mimarlık yeni yollara yönelir. Yeniden merkezi plana dönülür. Bunda çoğunlukla kare ya da dikdörtgen içine yerleştirilmiş- kollarının uzunluğu eşit- Yunan Haçı plan kullanılır. Haçın kollarını küçük, penceresiz, kapalı kubbeler örterken, merkez mekanın üzerinde de ışıklı geniş bir kubbe yükselir. Bunlar mozaik dekorasyon için, Bizans geleneğince pek sevilen, uygun yüzeyler oluştururlar. Dış duvarlar mermerle kaplanır ya da çıplak tuğla olarak bırakılır. Bu görünümüyle yapı, ancak apsis ve niş çıkıntılarıyla hareketlenen kapalı bir kütle etkisi bırakmaktadır. Üstleri kemerli, dar ve yüksek ya da dikine ikiye bölünmüş pencerelerle duvarların ağırlığı hafifletilir. Haçın kollarının kesişme noktasında yükselen kubbe, bu mimarlığın özelliğini oluşturur. Dar ve yüksek pencereler bu kubbenin kasnağında da yer alır. [6]

Avrupa'da İslam Etkileri

Gerek Roman, gerekse Gotik sanat tüm Avrupa'yı kapsayan akımlardır. Ama Avrupa'nın kenar bölgelerinde görülen iki sanat akımı vardır ki, bunlar kökenleri bakımından Avrupa'ya yabancıdırlar ve dışarıdan gelmişlerdir; İslam ve Bizans sanatları. İslam kültürü Avrupa'ya İspanya ve Sicilya'nın alınmasıyla girer. Avrupa'da ilk Müslüman yapısı Kordoba'da yapılır. Avluyu çevreleyen yüksek duvarlar ve kapılar yıldız biçimindeki tipik Berberi motifleriyle süslenmiştir. Tavanını da sütun sırasının taşıdığı ana mekan bir çok kez büyütülmüştür. Vizigot kökenli sütun başlıklarına iki sıra kemer yaslanır, bunlar iki renkli bantlarla süslenmiştir. Alttaki sıranın kemerleri İslam’a özgü at nalı biçimindedir. Her yanı kaplayan arabesk motifler göz alıcı niteliktedir. İspanyol- Arap kültürünün kubbe biçimleri denemelerine karşı olan eğilimlerini Toledo'daki yeni camilerde görürüz. Bu kubbe denemeleri, daha sonraları kiliselerde de uygulanmıştır. Eğri bir örtü yükünün karşılanması gibi yapısal ama aynı zamanda sanatsal bir soruna burada getirilen çözüm, o dönem için çok önemlidir. Geometrik süslere ağırlık veren Arap üslubu, yapının dışına damgasını vurmuştur. İç mekan ise, Berberi üslubundaki bezemeleri, klasik sütunları ve Bizans işi mozaikleriyle insanda görkemli bir etki yaratır. Arap üslubundaki çatısıyla kubbeli bir bazilika olan Capella Palatina (1132) da, bu tarzda yapılan önemli bir yapıdır.[7]

Roman Mimarlığı

Ortaçağ'da Avrupa'da yaşanan sanat tarzı için kullanılan "Roman" deyimi ilk kez 1824' de Fransız arkeolog De Caumont tarafından teklif edildi ve benimsendi. Bu deyim iki kavram içeriyordu. Birincisi; Latin halk dilinin, işgalci Germenlerin deyimleriyle karışmasıyla oluşan Roman dillerinin (İspanyolca, Fransızca, İtalyanca) oluşum süreçleri ve aynı zaman ve mekanlarda geleneksel, engin Roma sanatından kalanlarla barbarların teknik ve beğenilerinin birleşmesinden doğan, figüratif sanatlar arasındaki benzerlikti. Avrupa'yı akınlar ve yağmalar yaparak geçen çeşitli Alman kabileleri, Gotlar, Vandallar, Saksonlar, Danimarkalılar ve Vikingler, yazınsal ve sanatsal alandaki Yunan ve Roma başarılarını değerlendirilebilen kişilerce barbar sayılıyordu. Bir anlamda, gerçekten barbardılar, ama bu mutlaka, onların güzellik duygusundan yoksun oldukları veya kendilerine özgü bir sanatları bulunmadığı anlamına gelmez.[8] -

İkincisi ise, bu yeni tarzın antik Roma sanatına benzeyebilme ihtirası idi. Gerçekten de Roman sanatı, Roma ve Germen unsurlarından yararlanıyordu. Ama bunlar kadar, Bizans, İslam ve Ermeni sanatlarını da kullanıyordu.[9]

Erken Ortaçağ, ilk kiliselerin, bazilikaların ve Normanların kendi yapılarında kullandıkları biçimlerin anısını silip atmamıştı. Genellikle plan aynıydı: Bir apsise veya koro'ya götüren bir orta sahın (nef) ve yanlarda iki veya dört tane küçük sahın. Bazen bu basit plan çok zenginleştiriliyordu. Kimi mimarlar, haç biçiminde kilise yapma düşüncesini benimsediler. Böylelikle, koro ile sahın arasına, karşıt sahın (transept) dediğimiz bir bölüm eklenmiş oldu. Bu Norman veya Roman kiliselerinin uyandırdığı genel izlenim, yine de, düz "sarakları" (entablatures) taşıyan sütunların kullanıldığı eski bazilikaların uyandırdığı izlenimden çok değişikti. Roman kiliselerinde genellikle sağlam payelere oturan yuvarlak kemerler buluruz. Bu kiliselerin, gerek içten gerekse dıştan uyandırdıkları genel etki, kütlesel bir güçlülüktür. Süslemeler gibi, pencereler de azdır. Yalnızca sağlam ve kesintisiz duvarlar ve Ortaçağın kalelerini andıran çan kuleleri dikkat çeker. Putataparlık geleneğinden daha yeni koparılmış köylülerin ve savaşkanların topraklarında, Kilise yönetimince kurulan taştan bu güçlü ve gösterişli kütleler, Yeryüzü Kilisesi kavramını, başka bir deyişle, ahir vakit günü geldiğinde zafer şafağının doğması için, karanlıkların güçleriyle savaşma görevinin yeryüzünde Kiliseye düştüğü kavramını dile getirir gibidir. Kiliselerin yapımında en iyi mimarların kafasını uğraştıran şey, bu etkileyici taş yapılara bir de taştan örtü koyma sorunuydu. Bazilikaların ağaç tavanları gereğince onurlu sayılmazdı ve kolaylıkla yanabiliyordu. Böylesine geniş yapılar üstüne kubbe yapmadaki Roma sanatı, artık çoğu yok olmuş teknik ve hesap bilgilerini gerektiriyordu. Bu nedenle XI. ve XII. yy.lar ilginç denemeler dönemi oldu. Tek bir kubbeyle orta sahının genişliğini örtmek az bir iş değildi. Anlaşıldığına göre en basit çözüm, bir nehir üstüne bir köprünün atıldığı biçimde, aradaki uzaklığın aşılmasıydı. Bu köprülerin kemerlerini, alttan desteklemek için, her iki yandan büyük payeler dikildi. Fakat göçmenin engellenmesi için, böyle bir kubbenin sağlamca tutturulması gerektiğinin ve kullanılan taşların ağırlığının çok fazla olduğunun çabucak farkına varıldı. Bu koca ağırlığı alttan destekleyecek duvar ve payeler daha güçlü ve kütlesel olmak zorundaydı. "Beşik tonoz" adı verilen bu ilk tavan örtüleri için çok büyük taş kütleleri gerekiyordu. Bunun üzerine Roman mimarları değişik bir yöntem uygulamasına giriştiler. Şunu fark ettiler: Aslında, bunca ağır bir tavan örtüsü yapmak hiç de gerekli değildi. Belirli sayıda sağlam kemerlerle aradaki boşluğun aşılması ve iki kemer arasındaki aralıkların daha hafif gereçlerle doldurulması yetiyordu. Bunu yapmak için de en iyi yolun, payeler arasına çaprazlamasına kemerlerin veya "kaburgaların" atılması ve ortaya çıkan üçgen kesimlerin sonradan doldurulması olduğu bulgulandı... Durham'daki Norman katedralinin görkemli içinde bu ilk "kaburgalı kubbeyi" uygulayan mimar, kendi teknik olanaklarının pek farkında değildiyse de, yapım yöntemlerini kısa zamanda devrimleştirecek olan bu yöntemi ilk kez Durham katedralinde buluyoruz.[10]

II- YÜKSEK ORTAÇAĞ MİMARLIĞI (900-1200)

Doğu'da üsluplar binlerce yıl sanki hiç değişmemesine sürüp gidiyordu. Bat, bu durağanlığa düşmemiştir. Hep tedirgin, hep yeni çözümlere ve yeni yollara doğru atılım içinde olmuştur. Roman üslubu, XII. yüzyılın sonuna dek bile yaşayamamıştır. Sanatçılar, kiliselerine kubbe atmayı ve yeni, görkemli bir üslupla heykelleri düzenlemeyi henüz sonuçlandırmamışlardı ki, yeni bir düşünce, yaptıkları kiliseleri daha şimdiden kaba ve eskimiş hale sokmuştu bile. Bu yeni düşünce Kuzey Fransa'da doğan Gotik üsluptu.[11]

Gotik Mimarlık

Sanat tarihçileri, Paris yakınlarındaki St.Denis manastırının küçük kilisesinin koroyerinin, bu manastırın başrahibi olan Suger tarafından 1137-1144 yılları arasında yeniden ele alınarak inşa edilmesini, Gotik biçemin "doğuşu" için bir dönüm noktası olarak alırlar.[12] "Gotik" sıfatının nereden geldiğini anlamak oldukça güçtür, çünkü İskandinavya'dan gelen barbar bir kavim olan Got'lar; göçebe olduklarından belirli bir mimari şekli getirmemişler, putperest oldukları için de kilise yapmamışlardır. Ayrıca, Ortaçağ sonlarındaki herhangi bir sanat şeklinde belirli bir etki bıraktıkları da görülmemiştir. Got'lar, M.S. I. yüzyıl boyunca Vistül nehrinin ağzından güneye doru inmiş ve Tuna'nın sol kıyılarında yerleşmişlerdi. Bu bölge sonradan Gotik sanatın merkezi olarak dikkat çekmediğine göre kelime, bu üslubun geliştiği bölgeden alınmış olamaz. Akla yakın bir açıklama, Rönesans devri İtalyan hümanistlerinin Gotik kelimesini, kendi düşüncelerine göre, Alplerin kuzeyinden gelen herşey anlamındaki barbar kelimesi ile eşanlamda kabul etmiş olmalarıdır. [13]

Mimaride ilk Gotik örnekler Paris'in kuzeyinde Ile de France diye bilinen dayanıklı ve çalışması kolay bir çeşit kireçtaşının da bulunduğu verimli ve zengin bir bölgede ortaya çıktı... Büyük Gotik katedrallerin ve kiliselerin yapıldığı ortamın yaratılmasında üç ana etken yardımcı olmuştur. Bunlardan ilki Tanrıyı yüceltmek ve Hıristiyan inancını yaymak için duyulan samimi arzuydu. İkinci olarak, kuvvetli şehirlerdeki piskoposların ve zengin tüccarların, bütün öteki yapıların üstünde yükselen ve uzak bir mesafeden kolaylıkla görülebilen büyük katedralleri ile dünyayı büyülemek ve hayrete düşürmekten duydukları haklı gururu gösterebiliriz... Dikey hatları ile, Tanrıya yükselmenin yeryüzünde cismani bir şekil alması olarak kabul edebileceğimiz Gotik katedrallerin mimari şekli en çok bu son kavramlardan esinlenmiştir. Şekil olarak bu yapılar hem karmaşık hem saf, usulen saf ama ayrıntılar bakımından çok zengin görünümdedirler. Hepsinde ortak olarak görülen göğe yükselme etkisi bir takım teknik yeniliklerle sağlanıyordu ki bunlar sivri çapraz tonoz, yuvarlak kemer yerine sivri kemer ve destek kemerlerinin kullanılmasıydı.[14]

Gotik mimarlıkta kullanılan ve biçemin özelliklerini belirleyen tek tek elemanların hiçbirisi, gerçekte yeni bir buluş değildir: Sivri kemer, kaburgalı çapraz tonoz, payanda ve uçan payandalar, bütünün ve koroyerinin planları, portal düzenlemesi, nef duvarının düzenlenişi, hatta gül pencere… Gotik sanatı Gotik sanat yapan bu elemanların ve öğelerin hepsi, daha önceki Romanesk mimarlıkta dağınık olarak kullanılmıştı. Öyleyse Gotik biçem neden St. Denis ile başlatılmaktadır? Çünkü, tüm bu öğeler ilk kez Suger'in St. Denis'inde tek bir yapıdave beraber kullanılmıştır.[15] Yeni olan, bu motiflerin bambaşka bir estetik amaca yönelmiş bileşimidir.[16]

Gotik mimarlık, Chartres katedralinin 1194-1220 tarihleri arasında yeniden işasıyla birlikte yüksek ya da klasik evresine girer. Ana hatlarıyla XIII. yüzyıl boyunca sürdüğü kabul edilen yüksek Gotik, en önemli ürünlerini Fransa'da vermiştir. [17]

Gotik Mimari ile Skolastik Felsefe İlişkileri

Yüksek Ortaçağ kültürünün sanatı olan Gotik, gerek doğduğu ve yayıldığı coğrafya, gerekse tarihsel gelişimindeki dönüm noktaları açısından incelendiğinde, aynı dönemin felsefesi olan Skolastik ile çok yakın bir paralellik göstermektedir. Hem Skolastik felsefe, hem de Gotik mimarlık İle de France'ta XII. yüzyılda doğmuştur. Her ikisi de kırsal değil, kentsel kültürün ürünleridir, kentlerde doğup kentlerde gelişmişlerdir. İle de France'da doğan Gotik mimarlık da, Skolastik felsefe gibi, yaklaşık yüzyıl boyunca, diğer bir değişle "yüksek" evrelerine ulaşıncaya kadar, esas olarak bu küçük bölge içinde gelişmiş, sonra tüm Fransa'ya ve giderek de tüm Avrupa'ya buradan yayılmıştır... XIII. yüzyılda ise hem Skolastik felsefe hem de Gotik sanat "yüksek" ya da "klasik" evre olarak adlandırılmaktadır. XIII.yüzyılda felsefede Alexander Hales, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi düşünürler, mimarlık alanında ise Jean le Loup, Jean d'Orbais, Robert de Luzarches, Jean de Chelles, Hugues Libergier ve Pierre de Montereau gibi mimarlar yaşamıştır.... XIII. yüzyılın sonu ile birlikte yüksek Gotik de, yüksek Skolastik gibi "klasikleşmiş" özelliklerini kaybetmeye, çözülmeye başlamış, Fransa dışına yayılarak bölgesel farklılıklardan ve geleneklerden etkilenmiş, bu etkileri yansıtan bir biçemler çeşitliliğine ayrılmıştır.[18]

Sonuç

Tüm bu açıklamalardan sonra, Skolastik felsefe ile Gotik mimarlık arasındaki bağlantıyı ve de diğer önemli noktaları vurgulayacak olursak;

- Gotik biçem denilince genellikle akla ilk gelen sanat dalı mimarlık olmaktadır. Bunun nedeni, Gotik biçemin özelliklerinin en fazla belirginleştiği alanın mimarlık olmasıdır.

-Gotik mimar, yapının hem içersinde hem de dışında öncelikle düşey unsurları yakalamaya çalışmıştır. Bu durum, Hıristiyanlığın o çağlardaki "göksel inanç" gereğinin bir tezahürüdür ve Skolastik düşün ile doğrudan ilişkilidir.

-Gotik mimarlar yapılarının "akıl" ile kavranabilmesini istediler; aynen, Skolastik düşünün Hıristiyan dogmalarını akıl ile kavranabilir bir biçimde sunması gibi, mimarlar da, mimari elemanların gördükleri işlevi görselleştirmek için bilinçli bir çaba harcadılar.

-Gotik mimarlık, antik Roma kültürünün (dolayısıyla bunun mimari-teknik unsurunun), Hıristiyanlık inancının (Skolastik felsefe) ve Kuzey kavimlerin kültürlerinin bir potada eritilmiş bileşimlerinin, o çağ için en yüksek düzeyde yapısal bir tezahürüdür.

-Teorik olarak, Skolastik düşün nasıl Hıristiyan dogmasını veri olarak alıp, ona yeni bir şeyler eklemeden, sadece yeni bir düzenlemeyle sunuş yaptıysa, Gotik mimarlık da eski teknikleri yapısal olarak kendinde birleştirerek yepyeni mimari görsel bir sunuş yapmıştır.

-Gotik katedrallerdeki kabartma ve vitrayların (heykel ve cam süslemeleri), o çağ için, okuma yazması olmayan halka, Hıristiyanlık inancının tüm öğretilerini görsel olarak sunması gerekiyordu. Bu ihtiyaç gerekliliği, heykeltıraşlık ustalarının antik kültürden devraldıkları unsurları, gelecekteki Rönesans çağının sanatsal temel dinamiğine taşımalarına vesile oldu. Ayrıca, her ne kadar Gotik katedrallerdeki heykeltıraşlık eserleri, antik çağın eserlerinin hareketliliğini ve canlılığını taşımasalar da, dönemsel olarak bakıldığında bunların yine de estetik bir bütünlülükle yapıldıkları ve isteneni fazlasıyla verdikleri gözden kaçmaz.

-Bugün, birçok Gotik yapının mimarları ve o yapıda çalışan yüzlerce sanatçının adları bilinmemektedir. Bunun nedeni, bu kişilerin tıpkı Mısır'ın dev piramitlerini yapanların ruhu gibi bunu, "sonsuzluk ve ibadet" için yapmış olmalarındandır. -Keşke tüm din'ler, inananlarına ibadet olarak "ağaç dikmeyi" şart koşsalardı!"- Dolayısıyla, yaptıkları eserlere adlarını yazmamış olmalarındandır. Yani, kollektivist bir ruh yapısının o döneme hakim olması ile çağın en büyük sanatsal performansı olan katedraller, gerçekten toplumsal projeler olmuşlardır. Ayrıca, Gotik katedrallerin inşa edilmesinde çeşitli Lonca'ların büyük katkısı olduğu göz önüne getirilmelidir, öyle ki, bir katedralin yapımı bittikten sonra aynı Lonca teşkilatı bir başka şehirde, yeni bir katedralin inşasına girişebiliyordu.

-Büyük mimari eserlerin pratiğe geçirilebilmesi için; maddi olanaklar, teknik, inanç ve sosyal şartların gereklerinin uygun olması gerekir. Bu bilgiler göz önüne alınacak olursa, XIII.yüzyıl Avrupa siyasasının ne gibi "köklü" değişimlere sahne olduğu, Gotik katedrallerin pratiğe dönüştürülmesine bakılarak incelenmesi gerekir. (Haçlı Seferleri, Derebeylik Sistemi, Merkezi Krallıklar, Roma Kilisesi mücadeleleri…)

-Romanesk yapılarda, tıpkı Skolastik öncesi felsefesinin akıl ile inancı birbirinden kesin bir biçimde ayırmış olması gibi, iç mekan dışarıdan geçirimsiz bir duvar ile ayrılmıştır; aklın, dışarıdan iç mekana sızabilmesi, onu tam olarak algılayabilmesi olanaksızdır. Mimarlık mantığı ve yapının kurgusu, iç mekanın bölümlenmesi, yüklerin dağılımı ve taşınması Romanesk bir yapıda dışa vurulmaz. Gotik bir katedral ise, dışarıdan ya da içeriden bakıldığında "saydam"dır; bize iç mekanı, yapının kurgusunu ve yük dağılımını açık-seçik bir biçimde gösterir, aklın yapının içine sızabilmesine olanak sağlar.[19]

KAYNAKÇA
AKYÜREK, E., Ortaçağ'dan Yeniçağ'a Felsefe ve Sana, İstanbul, 1994.
CONTİ, F., Roman Sanatını Tanıyalım, (Çev. Eren Soley), İstanbul, 1985.
GOMBRİCH, E. H. , Sanatın Öyküsü, (Çev. Bedrettin Cömert), İstanbul, 1980.
GOZZOLİ, M. C., Gotik Sanatı Tanıyalım, (Çev. Solmaz Turunç), İstanbul, 1982.
MANOEL, G., İslam Sanatını Tanıyalım, (Çev. Altan Girgin), İstanbul, 1985.
PEVSNER, N., Avrupa Mimarisinin Anahatları, (Çev. S. Batur), İstanbul, 1990.
ROTH, L., M., Mimarlığın Öyküsü, (Çev. Ergün Akça), İstanbul, 2000.
SCHULZ, C. N., Meaning in Western Architecture, London, 1975.
Sanat Tarihi Ansiklopedisi, Cilt II, İstanbul, 1981.

________________________________________
[1] Sanat Tarihi Ansiklopedisi 1981, 233.
[2] SCHULZ 1975, 25.
[3] Sanat Tarihi Ansiklopedisi 1981, 236.
4 ROTH 2000, 363.
5 Sanat Tarihi Ansiklopedisi 1981, 238.
[6] Sanat Tarihi Ansiklopedisi 1981, 239.
[7] MANOEL 1985, 4.
[8] GOMBRİCH 1980, 114-115.
[9] CONTİ 1985, 3.
[10] GOMBRİCH 1980, 126-127.
[11]GOMBRİCH 1980, 137-138.
[12] AKYÜREK 1994, 51.
[13] GOZZOLİ 1982, 3.
[14] GOZZOLİ 1982, 6-8.
[15] AKYÜREK 1994, 51-52.
[16] PEVSNER 1990, 38.
[17] AKYÜREK 1994, 54.
[18] AKYÜREK 1994, 56-57.
[19] AKYÜREK 1994, 70-71.

 
Toplam blog
: 22
: 14947
Kayıt tarihi
: 24.07.07
 
 

YAZI VE MAKALELERİ ÇEŞİTLİ DERGİ VE GAZETELERDE YAYINLANMAKTADIR...