Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '09

 
Kategori
Kent Tarihi
 

Havza'nın boynunda altı yüz senelik gerdanlık: İmaret binası (1)

Havza'nın boynunda altı yüz senelik gerdanlık: İmaret binası (1)
 

XX.yüzyıl başlarında Havza.


Gençliğimin ‘altın çağlarında’ gitmekten vazgeçmediğim bir yer vardı. Memduhiye Mahallesi’nin dik yokuşundan çıkarak ulaştığım ve halk arasında ‘anten’ olarak adlandırılan verici istasyonunun bulunduğu tepeydi burası. Geceleri çıkmayı tercih ederdim buraya. Gündüzün herc-ü merc-inden sıyrılan şehrin, kendine çeken yalnızlığına ve karanlıklara bürünmüş gecedeki suskunluğuyla perçinlenen, bilinmez ahengine dalar giderdim bu tepeden… Havza’yı, geçmişini, bugününü, geleceğini tasavvur etmeye çalışır, yavaş yavaş uykuya dalan kente inat, düşüncelerle sabahladığım olurdu bu tepede. Bu ıssız gecelerde, kendime sessiz ve beni anlayan tanıdıklar arardım nedense. Bu tanıdıklardan birisi, hemen karşı tepeden, bana mezar ötesinden anılarla seslenen bir binaydı; bir mahalleye adını veren bina, İmaret Binası.

İmaret Binası’nın geçmişini hayale koyulurdum böyle gecelerde ve dile gelir, benle konuşurdu o bina. Yüzyılların sessiz şahidi ve bilgesi edasıyla, bana Havza’nın mazisini anlatır, ‘’kimler geldi, kimler geçti ve daha kimler gelip geçecek’’ derdi, kendince. Nice ihtiraslar, nice zenginlikler, nice şenlikler, nice acılar görmüş duvarlarının, tarihe tanık gözleriyle, adeta bir ‘’Utnapiştim’’ trajedisi içerisinde seslenip bana, ‘’ilahi kudretin kadrine mazhar olmuş olarak daha çokça yüzyılları devireceğim inşallah’’ diyerek, bu zamana yenilmez kudretine karşın, mütevazı yapısıyla çevresine ahenk katardı İmaret Binası. Dile kolay, tam yedi yüz yılı geride bırakan bu bilge binanın çevresinde, dünyaları ben yarattım edasıyla dolaşan insanlara garip bir hüzünle bakıp, ‘’sizler de geçip gideceksiniz ama ben daima sizin bu trajedinize şahit olarak kalacağım’’, deyişini hayal ederdim hep.

‘Geçmişini unutanın geleceği de olmaz’ derler ya, zaman içerisinde unutulmuştu İmaret Binası bilmem neden? Acaba nesiller eskiten bu binaya, o nesiller tarifsiz ve tanımsız bir kin duymuştu da, kendi ölümlülüklerini hatırlatan bu binanın yanından, ondan mı terk edilmek istenen bir mezarlık edasıyla çabucak geçip giderlerdi? Zaman hükmünü yürütmüş, bina işlevinden uzaklaşmış, duvarları eski ahengini korusa bile, çevresi çoraklaşmıştı İmaret Binası’nın. Gel zaman git zaman, kadrini bilir ‘bir yararlı el’ değdi sızlayan duvarlarına ve onarıldı kısmen de olsa 1880’li yıllarda. Sonrasında yine terk ediliş… Fakat zamana direniş sürüyordu; 1930’lu yıllarda, yine ‘bir yararlı el’ değmiş sinesine ve ‘’şimdiye dek fakirin fukaranın midesine sayısız hizmet ettin, alandan da verenden de Allah razı olsun, amma gel biraz da beyinlere, düşüncelere hizmet et’’ denilerek, kütüphaneye dönüştürüldü o tarihlerde. Ne garip; bakmasını değil, görmesini bilene kendisi bir tarih kitabı ve ibret vesikası olan İmaret Binası’nın taş duvarları, şimdi yine kendisi gibi tarihe tanıklık eden ve ölümsüzlüğü bir ucundan yakalayan yüzlerce kitabı sinesinde barındırır oldu. Kendi ömrü düşünüldüğünde çok kısa sayılabilecek bir sürede kitapseverlere, araştırmacılara ve şen şakrak öğrencilerin gelecek vadeden coşkusuna tanık oldu kütüphane olarak. Belki de en çok sevdiği hizmet bu olmuştu insanlara, kim bilir? Derken, ‘haydi’ dediler, ‘’sen iyice köhneleştin, bizim yeni yaptığımız ve mimari ahenk-i üsluptan uzak ve de ruhumuzun çoraklığının birer aynası olan yeni yapılara taşınalım ve taşıyalım kütüphaneyi de, senden bize fayda yok artık!’’ Boynu bükük, öylece donakaldı İmaret Binası, çaresiz… Duvarları arasında sakladığı sayısız el yazması kitap da bir daha geri dönüşü olmayan yolculuklara çıktı memleketin bilmem hangi deposuna ve yalnızlığa, terkedilmişliğe doğru… Kanı çekilir oldu; ‘amma mahzun, amma mustarip, amma yalnız! Velâkin, çok sürmedi bu kırgınlık da; 1996’da yine ‘bir yararlı el’ dokundu binaya ve eksikliklerle de olsa, yeniden hayata döndü İmaret Binası, pencereleri arasından güneş huzmeleri tatlı tatlı yeniden girmeye başladı ve zamana karşı şahitliği devam eyledi… Fakat yinede eksik olan bir şeyler vardı; zamanın ve insanın tahribatından fazlasıyla nasibini almış duvarlar, bir imaretten eksik olmayacak olan, yemek kazanlarından çıkan buharlara gark ola ola, artık zamana da direnemez olmuştu. Direnci kırılan bir hasta edasıyla bakıyordu artık bakıp da görmeyen gözlere; hastayım, tedavi gerek, yardım edin diye inleye inleye… Gerdanlık, hala Havza’nın boynunu süslüyordu lakin üzerindeki taşlar birer birer düşerek! Bu acıya son vermek ve İmaret Binası’nı geleceğin Havza’sına kazandırmak adına ‘bir yararlı el’ daha dokundu, ıstırabına, inleyişine daha fazla bigane kalamayarak ve yapı ilk günlerindeki yapılış ve bitiş heyecanına yeniden kavuştu şimdilerde.

Şimdi soruyor bizlere İmaret Binası yüzlerce yıllık bilgeliğiyle: ‘’Kubbem aslına döndü, duvarlarım yenilendi, eksik revağım tamamlandı, bahçe düzenlemem yapıldı, küçük kardeşim kümbet yapısı onarıldı, içindeki mezar taşları kayıp olsa da, burada yatan faninin ruhu şad olmuştur herhalde… Velâkin, beni ben yapmaya ve daha uzun yıllar beni yaşatmaya yeter mi tüm bu yapılanlar? Tüm bu hayat öpücüğü çabaları bittikten sonra şayet yine işlevsiz kalırsam, yapılanlar da boşa gidercesine beş-on yılda yine ‘bir yararlı ele’ muhtaç hale gelmem mi? Benim yaşayabilmem için, insanlara faydalı bir işlevimin olması gerekmez mi? Beni terk ettiler diye kızmadığım, gücenmediğim insanlar, bundan sonra benle daha fazla ilgilenip, benle birlikte zamanın koynunda cuş olsalar fena mı olur?’’ Sizi bilmem ama sessizlikte duyduğum, binadan bana akseden bu sorular, gayet mantıklı geliyor ve ivedi çabaların gerekliliğini dile getiriyor bana göre. Denilecektir ki, adı üzerinde, imaret bu ve imaret işleviyle ihtiyaç sahiplerine yemek yapılmasına devam edilsin bu binada veya biz burayı güzel ve tarihi bir lokanta yapalım! Hay hay, buna da hay hay efendiler lakin gelin, kısa sürede gerçekleşmesi mukadder bir hayalin peşine takılalım hep beraber.

Biz bu evvel zamanın şahidi binayı ‘Kent Müzesi’ne dönüştürelim. Denilecektir ki, ey Âdem, Kent Müzesi de ne ola? Dillendirelim, dilimizin döndüğünce… İnsanoğlu gariptir; kişisel olarak sorduğunuzda ‘’sen kimlerdensin’’ diye, Peyami Safa’nın ‘‘soysuzlaşma soyunu bilmemekle başlar’’ eleştirisinden[1] bihaber olmasına rağmen, ben falanca sülaleden falancanın torunuyum diyerek ve biraz da bu köklü geçmişiyle gururlanarak cevap verir. İnsan, ferdi olarak bunu söyler de, kentlerin de bir geçmişi, bir soyu sopu, üzerinde tepişilmeyip onu varedip bir şehir kimliği kazandırarak yaşayan insanlarıyla bir asl-ı evveli olduğunu düşünmeyiz pek. Peki, bu asl-ı evvelin kanıtları nelerdir? Geçmişten tevarüs edilerek bugünün insanlarında yaşamaya devam eden ve zamane insanlarının o kentle ve çevresiyle kurdukları ilişkinin kanıtları neler olabilir? Kuşaklar gelip geçerken, bu kuşakların ‘yaşadıklarının kanıtları olan’ izler zaman içerisinde nereye gider? Bu ve benzer soruların yanıtları hep ‘Kent Müzesi’ gerekliliğinin kavşaklarına çıkar.

İnsan, cismaniyetiyle ve çocuklarına bıraktığı mal mülkle değil, yaşadığı toplum için yaptıklarıyla ölümsüzdür! Peki, biz yedi yüz yılı deviren İmaret Binası’nın dahi tam olarak ne zaman ve hangi kuşak tarafından yapıldığını, önündeki kümbette hangi fani bedenin yattığını, asıl hangi amaç için yapıldığını, yapımında hangi ustaların çalıştığını, inşaatın ne kadar sürdüğünü bilebiliyor muyuz?[2] Bilemiyoruz; hey hat ki hey hat! Geçmişin olanaklarını düşündüğümüzde, bu soruların yanıtlarını bilemememiz hoş karşılanabilir velâkin, bugünün olanaklarını düşündüğümüzde, geleceğe Havza ve üzerinde devinen kuşaklar adına aktarabileceğimiz, yalnızca çarpık çurpuk bina temeli kalıntıları olmamalı diye düşünüyorum. İşte bu noktada ‘Kent Müzesi’nin önemi ortaya çıkıyor efendiler. İnsan, çocuklarına doğar doğmaz sahip olduğu bilgi ve birikimi aktarmak ister ve bunu zaman içerisinde gerçekleştirir ya, toplumlar bu genel bilgi ve kültür birikimini ne ile gelecek kuşaklara aktarır? Sözün uçup, yazının kaldığına göre, bu bilgi ve kültür birikimini her türlü teknolojik olanaklarla besleyerek, yine o kültür birikiminin bir ürünü ve tanığı olan bu binada elle tutulur, gözle görülür hale getirip, geleceğin Havzalısına miras olarak bırakmak değil midir güzel olan?

Kent Müzeleri, bilinen müzelerden farklı olarak, o kentin ayaktaki hafızasıdır. Dışarıdan gelen bir yabancı olsun, o şehirde doğup büyümüş bir fani olsun, yolları Kent Müzesi’ne düştüğünde, öyle bir dünyaya vasıl olmalılar ki, o kentin çevresinde hayat bulmuş uygarlıklardan, kentin payına düşen tüm miras ve kültürel birikim bu müzede sergilenmeli, kentin kimliği, geçmişi ve geleceği burada hayat bulmalıdır. İmaret Binası’nı ‘Kent Müzesi’ne dönüştürelim ki, gelecek kuşaklar, tüm vesikalarıyla şehrin yaşadığı geçmişin, mutlu müreffeh günlerinin, felaketlerinin, yetiştirdiği ünlülerin, sanatkârlarının, esnafının, bilumum Havzayı Havza yapan ve ona emek veren tüm zevatın fotoğraflarının, yazılı dokümanlarının, günlüklerinin, kitaplarının, eskiden günümüze giyim kuşamlarının, kullandıkları araçların ve akla gelebilecek her türlü tarihe tanıklık eden kültürel miraslarının ayırtına varabilsinler, yaşadıkları yeri toprak deyip geçmeyerek özümseyip benimseyebilsinler. Sadece bu da değil elbette; öyle bir Kent Müzesi kuralım ki İmaret Binası’nda, şimdiye dek kente yapılan yatırımların yerini bulup bulmadığının, verimli olup olmadıklarının, uygulanan yöntemlerin zaman içinde ne tür sonuçlar verdiğinin, tüm ayrıntılarıyla izlendiği ve herkesin faydalanabileceği belgelerle, haritalarla, maketlerle ortaya konduğu bir müzeye dönüştürüp bu binayı, kentin resmi teşkilatlarının geçmişten bugüne geçirdiği değişimi, söz gelimi İtfaiye Teşkilatı’nın geçirdiği evrimi bu müze üzerinden belgeleriyle ve de kıyafetleriyle ayrıntısıyla izleyip, zamanın hırçınlığına Havza adına bir bent çekebilmiş olalım.[3] Sadece geçmiş değil, gelecek projeler de ele alınarak bu müzede, Havza’nın yararına daha neler yapılabileceğinin coşkusunun verildiği, bunun yürekten duyumsandığı mümbit bir feyiz yuvası haline dönüştürelim bu tarihe tanık binayı.

Bunları yapabilirsek ve İmaret Binası’nı bahsedildiği gibi ‘İmaret Binası Kent Müzesi’ne dönüştürebilirsek, yitip giden kuşakların kültürel mirası o zaman sahipsiz ve kimsesiz kalmayacaktır. Geçmişine ve ecdadının ona bıraktıklarına sahip çıkan bugünün kuşağının, zaman içinde geçmiş olacak bugününe, gelecek kuşaklar da aynı bilinçle sahip çıkacak, bu bina şimdi bana duvarlarının konuştuğundan başka, içindeki bu mirasın her türlü vesikalarıyla da konuşacak, geçmiş bilinecek, gelecek aydınlanacaktır. Binanın onarımı bitmiştir, yani un hazır, şeker hazır, süt hazır durumdadır. Yapılacak tek şey böyle bir girişimin önemini kavrayıp, biran evvel harekete geçmektir. Bu hayali, bugünün yetkili ve etkili Âdemleri, hayalin tüm olabilirliğine rağmen gerçekleştiremezse, gelecekte gerçekleştirecek Âdemler çıkacaktır elbet.

Ne mutlu, İmaret Binası’nı Havzalılık bilincinin kabesi yapabilene!



[1] KUKUL, M., H., <ı>‘Taşhan’la Beşyüz Sene, Kent Kültürü Dergisi, Sayı II, Samsun, 2007, s.22. Halistin Kukul’un Samsun’daki Taşhan için belirttiği bu betimlemenin, diğer ‘gerdanlıkları da’ hatırlatması amacıyla başlık bu şekilde atılmıştır.
(2)KUKUL, M., H., ‘<ı>Taşhan’la Beşyüz Sene, Kent Kültürü Dergisi, Sayı II, Samsun, 2007, s.23.

[3] Benzer bir durum Samsun’daki Taşhan ve diğer Vakfiyeler için de geçerlidir çoğunlukla; bu konu için bkz: KUKUL, M., H., ‘<ı>Taşhan’la Beşyüz Sene, Kent Kültürü Dergisi, Sayı II, Samsun, 2007, s.23.

[4] YILMAZ, C., <ı>‘Kent Müzeciliği; Şehirlerin Hafızası’, Kent Kültürü Dergisi, Sayı II, Samsun, 2007, s.30-31.

 
Toplam blog
: 22
: 14947
Kayıt tarihi
: 24.07.07
 
 

YAZI VE MAKALELERİ ÇEŞİTLİ DERGİ VE GAZETELERDE YAYINLANMAKTADIR...