Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Haziran '07

 
Kategori
Anılar
 

Ortaköy' den Beşitaş' a

Ortaköy' den Beşitaş' a
 

Bir Yürüyüş Anısı
Geçenlerde değerli bir ağabeyimin nikâhına katılmak için Şişli’ ye gittim. Dönüşte dostlarımın ısrarını kıramadım ve Ortaköy’ de bir çay molası verdim. Ortaköy yine kalabalık, Ortaköy yine sıcaktı. Belki de sıkça gelmediğimden, Avrupa yakasına geçmekten suya girmekten korkan bir kedi kadar korktuğumdan böyle hissetmiştim. Dönüşte yine pek yapmadığım bir şey yaptım ve dostlarımla birlikte Ortaköy’den Beşiktaş’a kadar yürüdüm.

İlk başta hayli keyfili, biraz kafamı dağıtacağım bir yolculuk olacağını sanmıştım. Ancak daha yolun başında beni onlarca düşünceye sevk eden olaylarla karşılaştım.

Seyyar satıcıların bulunduğu sokaktan hemen çıkışta bir müzik marketin önü oldukça kalabalıktı. Çoğu on beş on altı yaşında yirmi kadar genci benim ismini dahi telaffuz edemediğim bir rap şarkıcısını coşkunca alkışlıyor, adını haykırıp duruyorlardı. Yüzler kızarmış, gözler kocaman açılmıştı. İlk anların şaşkınlığı geçince bunun neşeli bir kalabalık olduğunu anladım ve rahatladım. Dostlarımla birlikte bol bol güldük gençlerin haline. Sonra ne olduysa birden koşmaya başladı bizim meşhur rapçi ve hızla kendisini bekleyen özel minibüse atladı. Gençler durur mu, onlar da peşinden. Sıkışık trafikte araçların arası, bağıran çağıran insanlarla doldu. Minibüse dokunmaya çalışan erkekler, ağlamaya hazır kızlar mı dersiniz. Minibüs o trafikte her durduğunda, bizim Amerikan filmlerinde gördüğümüz zenciler gibi giyinmiş ve yine o zenciler gibi el kol hareketi yapan erkek çocukları aracın önünü kesiyorlardı. O an ister istemez düşündüm: “Kimdi bu çocuklar? Hey diyen, dostum diyen bu canlılar hangi millete mensuptu? Ya kıyafetleri?..” Yeni bir sınıftı bu, hatta yeni bir melez millet. Ne zaman, ne ara doğmuşlardı?”

Biz yürüdükçe minibüs arkamızdan geliyor, bağrışlar kulaklarımıza dolmaya devam ediyordu.

Kalabalıktan biraz uzaklaşıp, rahatlamıştık. Yeniden dostlarımın sesini duyuyor, onlarla konuşabiliyordum. Yanımızdan kimisi Doğan görünümlü Şahin, kimisi harbi BMW, Mercedes araçlar geçiyordu. Çoğunu çocuk yaşta gençler kullanıyor ve çevreden gelen seslere yeni melodiler karışıyordu. Tanrı’m kim vermişti bu kadar çocuğa bu kadar pahalı oyuncakları? Üstelik hepsi bir garip bakıyordu dışarı bu insanların. Sanki hiçbiri doğdukları bedenle kalmamış, sıyırmıştı ruhlarını içine sıkıştıkları kalıplardan, olmak istedikleri kutulara girmişlerdi.

Böylece ilerlerken, sanki bir an düşüncelerin beynimi işgal etmemesine ihtimal yokmuş gibi acı bir tablo ile karşılaştım. Köşe başında sekiz yaşlarında bir ayakkabıcı çocuk ağlıyordu. Boya sandığı parçalanmış, camdan boyaları dağılmıştı. Galiba biri fena dövmüştü sabiyi. On iki milyonda bir ufak noktaydı o. Acınacak bir hali vardı ve insanlar ona acıyordu. Ancak sadece acıyordu. Kimse elini yanaklarına götürüp, “Ne oldu sana küçük?” diyemiyordu. Ona bunu yapanlardan intikam almak istemiyordu. Bir turist kadın hariç, yaşlı bir kadın olan bu İngiliz turist durmuş, cüzdanından çocuk için bir yeşil yirmilik çıkarmaya çalışıyordu.

İnsanlara kızıyordum ama ben de bir eylemde bulunamamıştım çocuk için. Tıpkı okumuş, hali vakti yerinde dostlarım gibi.

Yürüdüm yürüdüm ve yürüdüm, her şeyi unutmak için. Çırağan Sarayının önüne kadar gelmiştim. Biraz daha ilerde Çırağan Sarayının balo salonu vardı. Hemen solumda kalan demir parmakların ardında ihtişam ve zenginlik uzanıyordu. Bu akşam bir düğün tertip ediliyor olmalıydı. Sarayın geniş ve ferah merdivenlerinden, şık tuvaletleriyle iki güzel bayan çıkıyordu. Uşak görünümüyle garsonlar karşılıyorlardı onları. Müzik alttan alta çalıyordu. Kırmızı, kadife perdelerin ardında boğazın suları ışıldıyordu. Akşama giden şehir lacivert bir renk alıyordu.

O an bir Rus romanının içinde gibi hissettim kendimi. İşte Neva Caddesi’ydi yürüdüğüm. İşte bir Prensin görkemli konağıydı burası. Fransızca bilen matmazeller merdivenleri tırmanıyorlardı. Belki birazdan mazurka yapacaklardı, geceye doğru vals. Omzu apoletli bir general purosunu yakacaktı. İçerisi müzik ve dansla ısınacaktı. Dışarıdaysa halk vardı. Arabacı Mihaylo tütününü sarıyordu. Koltuk meyhanelerinden birinden, şehre gelen bir mujik çıkıyordu. Kupa arabaları, troykalar taştan yolları dövüyordu. Boğaz misali Neva Nehri usul usul akıyordu.

Tanrı’m ne garipti. Tüm bu şeyler benim okuduğum 19. yüzyıl romanlarında olur sanırdım. Oysaki zaman kendi fakirlerini, kendi zenginlerini, kendi toplumlarını her dem yeniden yaratıyordu. Dekorlar değişse de anlamlar hep aynıydı.

O anda trafik biraz açılmış. Rap şarkıcısının minibüsü de yanımızdan geçip girmişti. Ama gençler pes edecek gibi değildi. Hala koşuyorlardı. Av peşinde, geniş steplerde koşan Rus borzoyları gibi diller dışarıda soluyorlardı. Sanki bir şeye susamışlardı bu gençler. Hep içlerinde olan, ama yerinde şimdi derin bir boşluk hissettikleri bir şeye. İşte zaman kendi peygamberlerini yaratıyordu ve o peygamber yeşil ışığın yanmasıyla birlikte aracıyla hızla yol alıyordu. Belki Detroit’e belki Harlem’e…

Bu sırada koşan yalnızca gençler değildi. Az önce tezgâhı dağıtılan çocukta koşuyordu, onun da ardından üç beş çocuk yaşta serseri. Galiba ufaklığın cebindeki yirmiliğe dikmişlerdi şimdi de gözlerini. Miniğin marsık gibi yüzü daha da kararmış, göğsü hızla inip kalkmaya başlamıştı.

O an kendime ve dostlarıma, “Hadi koşalım, ” dedim. “Koşalım ve miniği kurtaralım. Onu soymak isteyen kötüleri cezalandıralım. Hakkı haklıya verelim!” Tüm bunları dedim ama yine içimden. Hiçbirimiz bir şey yapamadık her zamanki gibi.

Yine üzüldüm. Biz bu ülkenin okumuş, iş güç sahibi, akıllı insanları, biz bu kadar basit haksızlıklar karşısında elimiz kolumuz bağlı oturursak ne olur, nereye varır sonumuz? Basit bir adamın peşinden koşan milyonlar, eylemsiz aydınlar, sarayların aydınlık salonlarını dolduran güzeller, gariplerin başına bela kesilen serseriler ve ayakkabıcı çocuk…

İşte aklımda İstanbul’da yaptığım kısa bir yürüyüşten kalanlar. Çok mu geç bazı şeyler için ya da çok mu erken yola koyulmak için? Karar sizin dostlarım.

 
Toplam blog
: 6
: 2559
Kayıt tarihi
: 02.04.07
 
 

Mehmet Erkan, Temmuz 1981’de Samsun’da doğdu. 1998 yılında Namık Kemal Lisesi’ni, 2003 yılında da Eg..