Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

21 Eylül '14

 
Kategori
Deneme
 

Otobüste giderken (final bölümü)

Otobüste giderken (final bölümü)
 

otobüste


Bizim adam da benzeri soruları kendine sordu. ‘Ölçtü biçti’ sonunda yanındaki gestapoya benzettiği adama “dayım” diye hitap etmeyi uygun gördü.

Gestapoya döndü; muavinin “sen napıyosun ya? Bak başına iş alıyosun, karışmam bak” diye çağrışan bakışları arasında ‘gayet yumuşak ve kabul edilebilir tonda bir sesle’ “dayım kusura bakma da. Dikkat ediyorum yolun başından beri pek öfkelisin. Sıkma canını hayat bu kadar sıkılmaya değmez” dedi.

Muavinin “şimdi haptı yuttun” de gibi bakışını fark ettiği anda zaten iş işten geçmişti ve gestaponun “sen işine baksana ya. Kayassımın benim can sıkıntına” deyip ‘cık cık’ ederek başını sallamasını bekliyordu.

Ama öyle olmadı…

Gestapo “sorma be dayı. Heç sorma. Heç” demiş; az önce öldürecekmiş gibi öfkeli bakışların yerini dokunuversen ağlayacakmış gibi bir bakış almıştı.

Bu sırada muavin de bizim adama “pes doğrusu dayı” der gibi bakıyordu.

Bizim adam da yanındaki adamın bakışları karşısında yolculuğun başından beri ona aklından 'gestap' adını vererek büyük ayıp ettiğinin farkında “al bakalım beyefendi. Sen adamı neye benzettin? Karşındaysa adama gibi adam biri varmış” diye kendine kızıyordu.

Ona ağlayacakmış gibi bakan yandaki adamsa ‘sanki’ onun tekrar sormasını bekliyor gibi bizimkine bakıyordu.

O bunu fark etti “valla bir kere sormuş bulundum dayım. Gerçi yolun sonuna geliyoruz; ama sen istersen anlat derdini. Belki bir faydam olur” dedi.

Yandaki adam ‘sanki makara gibi çözülüp’ “sağ ol dayı. Çok sağ ol. Benim derdime çare olman çok zor da. Emme ben gine anladem. Çünkü birine anladmazsam valla patlayıvecen” dedi ve kendini sıkan derdini anlatmaya başladı.

Onu böyle öfkelendiren şey bir arkadaşından yediği kazıkmış. Lafa o arkadaşını anlatarak başladı.

“Onunla gardeşden ileriydik. Çünkü bubalamız asger arkıdaşı. Analamız gardeşlik olmuş. Biz evlendik bizim garıla da gardeşlik oldu. Öyle olunca ben de bu orasbı ço” durdu. Çaresiz bir bakış attı ve devam etti “anasının elinden çok ekmek yedim. Yani anam gibi… Şindi ben ona nasıl orasbı çocuğu deyem” diye açıklama yaptı “pezevengin oğlu” deyip kesti. “Bubasını da aynı bubam gadar severin. Şindi ben ona nasıl pe...ngin oğlu deyem. Bu gahba garlı” dedi sostu. “buyur ‘garısıda dünya ahret gardeşim olsun. Çok namıslı biri. Garımın da gardeşliği. Şindi ben buna nası gahbı garlı deyem?” dedi.

Ve ona kazık atan arkadaşını nasıl tanımlayacağını şaşırmış vaziyette bakıyordu.

Bizim adam onun çaresizliğini anlamıştı. “Mademki öyle. Sen de ‘o kimse’ ona şerefsiz, aşağılığın biriydi dersin. O söz de az şey anlatmıyor. Öyle söyle rahatla” diye akıl verdi.

Yandaki adam “doğru deyon dayı. O şerrefsiz aşşalığın biriymiş. Sonunda öyle çıkdı. Bu laf da ona çok uydu” dedi ve arada bir ‘şerrrefsizin oğlu, orasbı çocuğu deyip sonra düzelterek’ anlatmaya devam etti.

Bunların bir mesleği yokmuş. Babaları da asker arkadaşı olduğundan çocukluktan başlayan arkadaşlık askerden sonra da devam etmiş.

Bunlar iki arkadaş; sık sık görüştüğünden bir gün birbirine “ya biz ortak iş yapsak ya” demişler. İkisi de birbirine yaptığı bu teklife çok sevinmiş ve birbirine “olur. Valla iyi olur” deyip birlikte iş yapmaya karar vermişler.

Başta da yazdık ‘tabi ikisinin de bir mesleği yok’. Bu durumda birbirine “ne iş yapalım?” diye sormuşlar. Babalarına da danışmışlar sonunda alevere yani ticaret yapmaya karar vermişler.

Burada durdu “çünkü hadis de bile var. Peygamber efendimiz öyle buyurmuş. Halal gazancın onda dokuzu ticareddeymiş. Yani ticaret demek halal gazanç demek. Yani ben öyle düşündüydüm” diye kısa bir açıklama yapıp anlatmaya devam etti.

Her ikisinin babası da bunlara ticaret için eşit miktarda sermaye vermiş ve başlamışlar ticarete.

Tabi de ‘ne alıp satacaklar? Neyin ticaretini yapacaklar?’ önce bunu araştırmışlar.

“Bizim orda kekik çok olur. Dışardan tüccar gelir kekiği toplar gider. Biz 'elin oplu ta nerden bu keiği alıp satıyo. Biz ne güne duruyız' dedik ve işe önce kekik alıp satmayla başlayam dedik. Sonra sizin orladan nohot anason alaveresi iyi olur. Öyle duyduk. Ordan da nohot, anason alıp satcez. Sonra işi artırısak buğdey işine gircez. Çünkü mazot bahalı olduğundan çiftçi çok borçlu… Mahsulu galdırı galdırmaz elindeki buğdeyi satmaya bakıyo. Gerçi kekik, anason nohot da öyle emme. Buğdey başka. Çiftçi sıkışdığı için peşin paralı adam areyo. Biz de o da var. Basdırıp parayı alıcez. İşle iyi giderse sermayeyi daha da artırcez. Yani bubalamız bize öyle dedi. ‘Siz gazanın parayı… Yetmedi yerde biz takviye ederiz’ dedile. Biz öyle deyip işe kekikten başladık. Çünkü tam mevsimiydi. Sonra gurbanlık işine girdik. Gidiyoz köylere ‘parayı gösderince’ ucuz mal alıyoz. Mala azcık da bakdık mı gurbanlık işinde de iyi para var? Yani biz öyle deyip başladık alevereye ve devam eddik. İşler önceleri çok iyi gidiyodu. Herkes kendi köyünde birer ev yapdı. Çokcukla böyüyo. Onlan ihtiyacını garşılıyoz. Yani ‘para bok gibi’ işler iyi gidiyo yani. Yani ben öyle sanıyodum. Meğer bizim şerrefsiz aşşşalık ‘alvere’ deyip işi dalavereye çevirmiş de benim habarım yoğumuş” dedi.

Bizim adam da içinden “oğlum ticaret zaten dalaveredir. Bu dayın da ticaret yapayım derken az dalavereye gelmedi. Bir bilsen ‘ticaret yapacağım’ derken neler çekti?” derken depreşen kendi derdine söyleniyordu; ama hiç belli etmeden dinlemeye devam etti.

Bunlar ticarete devam ederken sermayeyi artırmışlar. En son yaptıkları işe çok para yatırmışlar ve yüklü miktarda kekik ve anasonu İzmir’de büyük tüccara iyi fiyata satmışlar.

Burada durdu “böyük tüccar öyle köy köy dolaşıp mal aramaz. Bizim gibi ufak ticaret yapanlara azcık kar verip malı ondan golayına alır. Eh verdiği kar da bize yetiyo. Ondan biz İzmir’deki tüccara mal vermeye başladık. Malı topleyoz götürüp teslim ediyoz. Sonra birimiz veya ikimiz birden gidip parayı alıyoz. Yani hangimiz gidese parayı alıyo. Birbirimize güvendimizden tüccar öyle imza verdik" dedi sonra derin bir iç çekti "keşke ellem gırıleymiş de o imzayı atmeyeymişim” dedi.

Bu sıradaki el ve baş hareketinden bin pişmanlık akıyordu…

Anlatmaya devam etti.

“Bizim şerrefsiz meğer fırsad golleyomuş. Yani iş azcık da böyüsün de tokadı sağlam aten deyomuş. Öyle de yapdı. Çünkü bu son işe ne gadar paramız varısa yatırdıydık” dedi.

Artık kendini tutamıyordu. Onun için düzeltmeye bile gerek kalmadan “bu orasbı çocuğu. Bu pezevenk oğlu pezevengin oğlu… Ams. çocuğu bizi tam kerkti” dediği sırada öndeki şişman bayan ve yanındaki esmer bayan ve belki de daha ilerideki bayanlar küfürlerden çok rahatsız olmuştu.

Öndeki sarışın ve esmer genç bayan dönüp “ayy ne ayıp. Bu ne söylüyor?” gibi baksa da artık yandaki adam dilindeki freni bırakmış durma olanağı yok saydırıyordu.

Ortada ayakta duran gençten biri yandaki bayanları gösterip “hoop arkadaş. Ayp oluyor ama” diye seslendi.

Bu sırada muavin de bizim adama ‘al bakalım meraklı dayı. Sordun. Deşdin yarayı; şimdi de sustur bakalım’ der gibi bakıyordu veya bizim adam öyle anlamış ve durumdan vazife çıkarmıştı. ‘Bu vazife gereği’ yandaki adama “az sakin ol dayım. Az sakin ol” dedi.

Bizimkinin uyarısıyla yandaki adam küfürlerinin fazla kaçtığını anlayıp durdu bizim adama “öyle deyon dayı da nasıl sakin oleyim. De bakam dayı nasıl sakin oleyim. Nasıl sakin oleyim ben? Bu şerefsizlik sene yapılsa… Misal arkıdeş bildiğin bi orasbı çocuğu sene bunları yapsa sen sakin olurmun? Ah dayı ah... Benim yüreğim yanmış. Sen bene sakin ol deyosun. Eyi oleyim bakam” dedi ve küfürleri daha sessiz savurmaya devam etti.

Epey küfürden sonra biraz sakinleşmişti. Bizim adamın “şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” sorusuna “gidcen bubasına bir bir anladıcen. ‘Buna bir çare bul emmi. Ocana düşdüm’ decem” deyince bizim adam içinden “Emmi dedi. Demek amcasıyla da barışıkmış. Sen sabahtan beri ‘yok anne egemen olduğu için dayılar daha çok sevilir’ diye ahkam kesip işi Kıbeleye kadar uzattın. Demek ki amca dayı fark etmez. Biri sevmeyi hak ediyorsa sevilir. Yoksa sevilmez veya nefret edilir” kendini yargılıyordu.

Yandaki adam en son “‘ocana düşdüm’ decem” dedikten sonra “başka çarem yok. Tek çare bubası” dedi. Ağzını büzdürdü, ağlayacak gibi oldu. Kendini zor tutuyordu “inşallah bubası halal süt emmiş biridir” diye söylendi.

Bizim adam onun bu söylemine “nasıl biri? Sana yardımcı olur mu?” diye sordu. Yandaki adam “kimbilir dayı. Bubama bakasan adam gibi bi adam. Oğlunun eddiğine bakınca içim daralıyo. İnsanoğlu bu. Çiğ süt emmiş. Bilinmez ki. Hani deyola ‘buban olsa güvenme’ aynı onun gibi. Emme başka çare yok. Sarılanıcez bubasına” dedi.

Arkadaşın babası varlıklıymış. İstese ‘şıppadak’ oğlunun onu dolandırdığı parayı çıkarıp verirmiş.

Yandaki adam bunları söyleyip içindeki kaygılarla ve tabi yine öfkeyle karşıya bakmaya başlayınca bizim adam da susmuş içinden “işte böyle. Herkesin içinde ayrı bir yangın var, ayrı bir öfke var.  Herkes o iç yangınıyla yanarak veya öfkeyle gerilerek yaşamaya devam etmek zorunda” diye geçirdi. “Acaba hiç iç yangısı, hiç öfkesi öfkesi olmayan; kendiyle, yaşadığı çevre ve toplumla barışık insan var mıdır?” diye düşünürken gözü ilerideki ‘onun hikayesi’ başlıklı bir haftalık yaşamını anlattığı çocuğun köyüne benzer köylere ilişti.

O köylerin yol sapağındaki beklemesinin önünden geçerken içinden “o yıllarda bu bekleme yokmuştur” diye geçirirken ‘onun hikayesindeki’ çocuğu düşünmeye başladı.

Çünkü o uzun hikaye gerçek bir yaşanmışlıktan kurgulanmış bir hikayeydi. ‘o çocuk’ la ilgili dinlediği yaşanmış bir anekdottan yola çıkarak o uzun hikayeyi yazmıştı.

Aslında en büyün dileği o sırada bulduğu okuma olanağını çok iyi değerlendirip başarılı bir eğitim hayatı ve meslek yaşamı sonucu bugünkü başarılı sonuca ulaşmış ‘o çocuğun’ oto biyografisini yazmaktı.

‘O çocuğun’ da böyle bir öneriye severek yaklaşıp ‘özel sohbetlerinde büyük onur duyduğu o günlerden bahseden, geçmişiyle çok barışık biri olduğu için’ otobiyografisinin yazılmasını isteyeceğini düşünüyordu.

Otobüs de bu sırada Köpek Beline doğru tırmanmaya başladı…

Bunu fark edince yolculuktan bu yana aklından gelip geçenleri düşündü. İçinden “sanırım ömür de böyle bir şey. İçinde geçip giderken bir şey fark etmiyorsun. Durup geriye baktığında ‘yıllarca yaşadığın’ yaşanmışlıkların neredeyse bir iki saatlik zaman yolculuğuna anca sığıştığını fark ediyorsun. Peki öyleyse bunca hırs; daha kazanmak için kişiliklerden ödenen bunca bedeller, öldürme, yakıp yıkma düşüncesi neyin eseri acaba? ‘Kaç insan bunu fark edip sorup kendini sorguluyor? Yanlışında ısrar etmekten vazgeçip insan gibi onuruyla yaşamayı seçiyor?” diye geçiriyor; kendini ikna edecek kabul edilebilir bir cevap bulamıyordu

Bu sırada telefonu çaldı. Baktı ‘arayan annesiydi' Bu annesinin üçüncü arayışıydı. Sanki hacı bekler gibi heyecan içinde onu bekliyor “nereye geldiniz?” diye soruyor  ve yeğeninin arabasıyla onu garajda beklediğini söylüyordu.

Atmış dört yıllık annesi sanki dün doğurmuş gibi onunla ilgili; onun her şeyini ‘tabi önce sağlığını’ düşünüyordu.

Dile kolay atmış dört yıllık hiç bıkmadan, hiç şikayetçi olmadan birinin her şeyiyle; özellikle sağlığı ve kaygılarıyla ilgilenmek. Bunu nasıl tarif edebiliriz? Doğada hemen bütün canlılarda olan almadan hep vermeyi düşünen anne sevgisinin nedeni ne acaba? Öyle ‘analık duygusu’ gibi kestirimden cevap bunun cevabı olamaz. Hadi ‘insanda düşünce olduğu için duygu da var’ diyelim. Peki ya hayvanlar. Onlar için nasıl açıklama getirebiliriz.

Yavrularının güvenliği için sıcağın bağrında cayır cayır yanmayı göze alarak yönelecek olası bir tehlike için yumurtalarını bekleyen anne timsahın davranışını nasıl açıklarız?

Yavrusunun ölüm tehlikesi karşısında ölümü göze alan anne hayvanların, batağa saplanan yavruyu kurtarmak için kardeşçe seferber olan anne fillerin davranışlarını, vahşi doğada veya günlük yaşamımızla iç içe olan vahşi veya evcil anne veya hayvan davranışlarını nasıl açıklarız?

Sadece annelerin değil tabi. İnsan veya hayvan babaların da ‘davranışları biraz daha katı, sert olsa da’ aynı fedakar verici davranışlarını nasıl açıklarız?

Kuşkusuz antropolji ve biyoloji bunu açıklama getirmeye çalışıyor. Ama bizim adama göre getirilen hiçbir açıklama o duyguyu, önseziyi ‘adına ne derseniz deyin’ anlatmaya yetmiyor.

Yani o öyle düşünüyor; bu konunun evrenin sırrı kadar bilinemezliğini sonsuza kadar koruyacağını düşünüyordu.

Bizimki böyle duygular içinde harmanlaşmışken Otobüs yavaş yavaş Köpek belinin içinden geçiyordu.

Burası tam bir beldir. İki dağın arasında kalan bir bel… Rakımı 1270 m. ‘Kazık Belinden yaklaşık 100 m daha yüksek’ tırmanması da yaklaşık bir kilometredir.

Buradan her geçişinde bizim adamın aklına Orhan Veli’nin bir şiirinin dizesi olan ve Gemlik’le özdeşleşen “Birazdan  denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözleri ve Gemlik’e giderken tam denizin göründüğü yere asılan bu sözlerin yazılı olduğu bir tabela gelirdi.

Buradan geçtiği her seferinde aklında bu sözlerle son noktaya gelindiğinde içinden “biraz sonra gördüklerinle sakın şaşırma” sözcüğü geçerdi. Bu sözlerin yazılı olduğu bir tabelanın buraya çok uygun olacağını düşünürdü.

Çünkü adı gibi biliyordu ki; şimdi karşıdan gözüken olağan üstü manzarayı ilk gören herkes “aaa!!!” diye hayretler içinde kalıp o manzarayı kesin çok beğenirdi.

‘Manzara’ dedim. Gerçekten aniden karşınıza çıkan Salda gölünün içinde mavinin ve yeşilin her tonunu barındıran şahane görüntüsü, hemen yanındaki Salda kasabasının kırmızı kiremitli rengarenk evleri, gölün hemen bu yakasında ‘ilk görenin tuz sandığı’ ve dünyada yalnızca Kanada'da ve burada görülen Mars’ta da benzeri olduğu bilimsel olarak kanıtlanan beyaz kum yığını, karşıda onun ilçesi, kayalık olduğu karşıdan belli olan  tepenin hemen dibindeki Kayadibi mahallesi çevredeki yemyeşil orman görüntüleri ‘sanki’ usta bir ressamın fırçasından tuvale dökülen şahane manzara görüntüsü veriyordu.

Bizim adam bu görüntülerin keyfi içindeyken ilçesinin ve köylerinin doğal, kültürel yapısı,  organik tarım üretimindeki özellikleri ve ilçesinin bu olanakları doğru dürüst değerlendiremeyişi aklına gelince yine keyfi kaçmıştı.

Çünkü o ‘konaklama turizmi yönünden bu olanaklar doğru ve yerinde değerlendirilse’ ilçesinde ve köylerinde yaşayanların ekonomik, sosyal ve kültürel yönden hızla kalkınacağına, herkesin tok ve mutlu olacağına çok inanıyordu. Ve ilçesini çok seviyordu. Bu sevgi ve düşünceyle içinden hep “ah bizde de Osman Özgüven örneği belediyecilik yapılsa” diye geçirirdi.

Bu dönem ikinci kez seçilen ve yakınan tanıdığı güvendiği bir insan olan belediye başkanının birinci dönem kazandığı deneyimle bu döneminde böyle şeylere yöneleceğini umuyordu.

En son aklına bu düşünce gelince biraz rahatlamıştı. Oturduğu yere biraz daha kaykıldı; gözlerini yumup kafasını dinlendirmeye aldı.

Zaten az sonra otobüs de bu yolculuğun sonuna varmış olacaktı. (BİTTİ)

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara