- Kategori
- Öykü
Otobya-4

Açlıktan birbirimizi yeme düşüncesini kafamdan atıp başka şeyler düşünmeye çalıştım. Zaten daha o aşamaya epey vardı. Belki de birkaç saat içinde her şey normale dönerdi. Açıklanamayan bir deneyim yaşamakla kalır, ilerde bunu anlatır dururduk; tabii anlattıklarımızı inandırmakta epey güçlük çekerdik. Ya da bizi bu duruma getiren güç belki hafızamızın o ana ilişkin bütün kayıtlarını siler ve kurtulur kurtulmaz orada yaşadıklarımızı unutmamızı sağlardı. Şimdilik beklemekten başka yapacağımız bir şey yoktu. Biraz daha serinkanlı düşünebilenler ağlayanları susturmaya çalışıyordu. Yanındakileri teselli ederek bunun geçici bir durum olduğunu birazdan kurtulacağımızı falan söylüyorlardı. Böylece ağlama ve feryatlar epey azalmış, yerini endişe dolu bir bekleyişe bırakmıştı. Arada bir telefonlar yoklanıyor, ekranına dikkatle bakılıyor, şebeke sinyalinin gelip gelmediği kontrol ediliyor, öyle bir değişiklik olmadığı görülünce de yerlerine bırakılıyordu.
Adamın biri yerinde kıvranmaya başladı. İçimizdeki en yaşlılardan biriydi. Yanındakinin kulağına bir şeyler söylüyor, o da birilerinden yardım istercesine sağa sola bakıyordu. “Amca sıkışmış, ne yapacağız?” diye sordu etrafına. Kimse cevap vermedi bir süre. Sonunda biri “küçük mü, büyük mü?” diye sordu. Adam yaşlı adamın kulağına eğilip soruyu ona aktardı, o da onu kulağına eğilip cevap verdi. “Küçükmüş” dedi, adam. Kimsenin hazırlıklı olmadığı bir durumdu. İçerdeki uğultu yeniden artmaya başladı. Bu defaki uğultunun nedeni adamın ihtiyacını nasıl göreceği üzerine üretilen fikirlerdi. “Biraz tutsun” dedi, biri. Yaşlı adam başını sözün geldiği yöne çevirip acıyla baktı. “Nasıl tutsun, elinde mi sanki” diye atıldı bir başkası. Yaşı elliye yakın, uzunca boylu, patlak gözlü, öğretmen ya da memur tipli bir adamdı. “Buna bir çare bulmamız lazım, hepimiz sıkışacağız birazdan” diye devam etti. Sonunda adamın çişini bir naylon torbaya yapıp onun da camdan dışarı atılması fikri üzerinde birleşildi. Adamcağız yerinde olabildiğince küçülerek, utancından renkten renge girerek güçlükle gördü ihtiyacını. Eserini camdan dışarı atıp yerine otururken kimseyle göz göze gelmemeye dikkat etti. Günde bir kere o da sabahları tuvalete gittiğim, küçük tuvaletimi de saatlerce tutabildiğim aklıma geldi, sevindim.
Erkeklerin böylesi küçük ihtiyaçlarını gidermesinin yolunu bulmuştuk ama ya kadınlar ve büyük tuvalet söz konusu olunca ne yapacaktık? Kadının biri tıpkı o yaşlı adam gibi şimdiden kızarıp bozarmaya, elleri bacaklarının arasında kıvranmaya başlamıştı. Kadınlar bu konuda erkekler kadar şanslı değildi. Pantolonlarından çıkarıp oraya buraya esneterek idrar torbalarını boşaltmalarını sağlayacak bir organları yoktu. O yüzden bu işin daha usturuplu biçimde yapılması gerekiyordu. Birinin aklına şoför mahallinin tuvalet olarak kullanılabileceği fikri geldi. Zaten orası üç tarafı kapalı, küçük bir kabin gibiydi. Ön kapıya bakan açık tarafını bir örtüyle kapattık mı bir tuvalet işlevi kazanabilirdi, öyle yaptık. Kadının birinin şalını açık tarafa perde gibi çektik. Orada işini gören torbayı camdan dışarı atacaktı. Bu soruna böyle bir çözüm bulduk. İnsan denen yaratık ne kadar çok işe yaramaz atık üretiyordu!
Bütün bunlar konuşulup tartışılırken öğretmen tipli adam inisiyatif almakta öne çıkmıştı. Yaşlı adamın çiş derdine çözüm bulan da, şoför mahallinin tuvalet olarak kullanılmasını akıl eden de aynı kişiydi. Eh, her toplulukta kriz anlarında lider yaratılışlı kişiler hemen öne çıkar. Bizim otobüs cemaatimizin lider adayı da o adamdı şimdilik. Önderimiz koltuğundan kalkıp otobüsün tam ortasında durdu: “arkadaşlar, başımıza ne geldiğini, burada bu durumda ne kadar bekleyeceğimizi bilmiyoruz. Kurtulabilecek miyiz onu da bilmiyoruz. Ama en azından aşağı düşenler dışında şimdilik hayattayız. Beklemekten başka çaremiz yok. Hepimiz acıktık. Yanımızdaki su ve yiyecekleri adil biçimde paylaşalım. Herkes çantasında, torbasında ne varsa çıkarıp buraya getirsin” dedi. Uğultu tekrar yükseldi. “Kardeşim durun biraz, nerden belli birazdan kurtulmayacağımız” diye itiraz etti bir kadın. Kucağında ağzına kadar dolu kocaman bir torba vardı. Haftalık mutfak alışverişini yapmış, epey de para vermiş olmalıydı. “Hanımefendi, inşallah, dediğiniz gibi kurtulursak zaten parası neyse öderiz. Hatta ben hepsini ben öderim” dedi önderimiz; yalnız akıllı değil, aynı zamanda fedakârdı da!.. Kadın itirazını sürdürecek gibi olduysa da çevreden yönelen kötü bakışlar buna engel oldu.
O anda benim içim de cız etti.
Yanımda yiyecek adına küçük bir paket fıstıktan başka bir şey yoktu. Onu paylaşmak değil hepsini vermeye razıydım. Zaten yanımda yenebilecek başka şeyler olsa onları da hiç düşünmeden paylaşırdım. Ama çantamdaki dört kutu yüksek alkollü birayı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Eve gidip keyifle içecektim onları. Gerçi eve ulaşabilme şansımız giderek zayıflıyordu ama zaten o durumda en çok ihtiyaç duyduğum şey de yine o biralar olacaktı. Hepsini içip sızar, hiç değilse bir süreliğine olan biteni unutmaya çalışırdım. İnşallah arama falan yapılmaz, ben de biralarımdan olmazdım. Ama arama yapılmasa bile kimseye göstermeden nasıl içecektim ki? En iyisi kimsenin şüphesini çekmeden herkesten önce iki kutusunu çıkarıp vermek, kalan iki kutuyu da bir fırsatını bulup kafaya dikmekti. Koynuma saklayıp ihtiyaç bahanesiyle tuvalete gidip orada çabucak içebilirdim.
Önderimiz otobüsün ortasında boş bir alan yaratıp elden ele uzatılan içi zeytin, peynir, domates, kıyma, tavuk, sucuk, yoğurt, bezelye konservesi gibi gıda maddeleri dolu torbaları oraya yığdı. Ben biranın yanına çerezlik olarak aldığım fıstığı ve biralardan iki kutusunu gönderdim. Şimdilik çantamdaki iki kutuyu kurtarmış gibiydim. Eğer bir mutfağımız olsa da yemek yapabilsek oradaki malzemelerle en azından bir öğün hepimize yetecek kadar bir yemek yapılabilirdi. Yolcular arasında bir aşçımız bile vardı. Onu da her gün görürdüm., elleri hep dolu olurdu. Yanıma oturduğu bir gün taşıdığı torbalardan birinin kazayla açılması üzerine içi yemek dolu sefertaslarını görmüştüm. Anlaşılan artan yemekleri evine götürüyordu. Ancak o anda onun mesleki becerisinden değil, yanındaki kaplarda bulunan, çalıştığı lokantanın mutfağından evine götürmek üzere aldığı yemeklerden yararlanabilecektik sadece... O gün şansımıza bir torba dolusu da ekmek vardı aşçımızın yanında.
Öğretmen tipli adam ortaya yığılan yiyecekleri içerdeki yolcu sayısına göre bölüp dağıtmaya başladı. Biri anahtarlığından küçük bir çakı çıkarıp uzatmıştı. Onunla ekmekleri bölüp arasına peynir, zeytin domates gibi şeylerden koyup dağıttı. Etrafındaki birkaç kişi de bu işlerde ona yardımcı oldu.
Ağlamalar tamamen kesilmiş, herkes dağıtılan kumanyayı midesine indirmeye başlamıştı. Ne kadar süreceğini bilmediğimiz bu esir yaşamında şimdilik işler yolunda gibiydi. Benim aklım biradaydı. Küçücük bir parça ekmeğin arasına konmuş domates ve peynirden ibaret yiyeceğim elimde öyle bekliyordum. Önce kimse farkına varmadan biraları içmem gerekiyordu, aç karnına alkol daha çabuk kana karışır, bu şekilde daha çok etki yapardı. Herkes yemeğini yemekle meşgulken biraları kimseye sezdirmeden çantamdan çıkarıp kabanımın iç ceplerine yerleştirdim. Bir an önce içip bu sonu belirsiz bekleyiş duygusundan birazcık olsun kurtulmak istiyordum. Çevremdekilerden izin isteyip “tuvalet”e girdim. Alüminyum kutunun kapağını ses çıkarmadan açıp biraları birer dikişte içip bitirdim. Sözde ihtiyaç görmüş gibi camı açıp bir poşete koyduğum kutuları aşağı attım.
Keyfim yerine gelmişti. Alkolün sıcaklığı birazdan kulaklarımdan itibaren ısıtmaya başlayacaktı vücudumu. Beni tuvaletten dönerken görenler yüzümdeki rahatlık ifadesinin bağırsaklarımdaki sıkıntıyı gidermemden kaynaklandığını sanıyorlardı. Sansınlar!
Yerime geçtikten sonra önderimiz orada bulunduğumuz sürece uymamız gereken kuralları saymaya başladı. Her şeyi eşit biçimde paylaşacaktık. Sigara içmek serbestti, ancak uzun aralıklarla içecektik. Oturanlar ayakta kalanlarla yerlerini dönüşümlü olarak değişeceklerdi. Ama yaşlılar ve kadınlar bu kurala uymayabilecek, isterlerse hep oturabileceklerdi. Tuvaleti mümkün olduğunca az kullanacaktık. Kurallar konusunda herkes aklına geleni söylüyor, bunlar kısa bir tartışmadan sonra ya kabul ya da reddediliyordu. Benim de aklıma bir öneri geldi:
- “Oss —“ dedim, ama hemen sustum. Herkesin ne diyeceğimi merak edip başını bana doğru çevirdiği o sessizlik anında o kocaman ağızlı güzel kızla göz göze geldim ve lafımı yuttum. Az daha büyük bir skandala imza atıyordum. Çünkü devam etsem, “osurmak da serbest olsun”diyecektim. Böylesi küçük ama önemli ayrıntıları düşünmek de bana düşerdi hep! Herkes bana bakıp “oss” sözüyle ne demek istediğimi anlamaya çalışırken, güya öksürecekmişim de o ses öyle çıkmış gibi yaptım, birkaç kere boğuk boğuk öksürdüm. Kahrolası “os” hecesiyle başlayan başka bir sözcük ve devamında bir cümle gelmemişti aklıma...
Neyse ki, tam zamanında dilimi tutup susmuştum. Ne demek istediğimi anlaşılmaz hale getirmek için kendimi sahte bir öksürüğe boğunca üzerime yönelen meraklı bakışlar bir süre sonra başka taraflara yöneldi.
O anlığına, o koşullar altında yaşamı bir süreliğine de olsa devam ettirmemizi sağlayacak çözümler bulmuş gibiydik ama bu ne kadar sürecekti? Felaket anlarında en son paniğe kapılanlardan biri olurdum; soğukkanlı, daha doğrusu vurdumduymaz biri sayılırdım. Bu da karakter özelliğimden ziyade hayatta şaşırabileceğim çok az şeyin kalması yüzündendi. O güne dek yaşadığım, tanık olduğum ya da duyduğum şeyler yeterince şaşırtıcıydı. O yüzden bu dünyada başıma gelebilecek her şeye hazırlıklı sayılırdım. Bir felaketle karşılaştığımda eğer hayatta kaldıysam ilk şoku atlatır atlatmaz geçen her saniyede durumun normale dönmeye başlayacağını, hayatta kalanların duruma göre, uzun ya da kısa bir vadede, oluşan yeni koşullara şu ya da bu ölçüde uyum sağlayıp yaşamaya devam edeceklerini çoktan öğrenmiştim. Şimdilik hayatta olduğumuza göre varkalma güdülerimiz bizi nasıl davranmaya yöneltirse öyle yapacaktık. Birbirimizi yemek de dahil... Bütün bunları bilmeme ve kabullenmeme rağmen etrafıma fazla belli etmesem bile ben de herkes kadar kaygılanmış ve korkmuştum. Aşağı düşenlerin akıbetini bilmiyorduk ama gözümün önünde yok olan o kader arkadaşlarıma acıyordum. Belki onlar kurtulmuştur da biz yerimizden kalkıp aşağı atlamaya cesaret edemediğimiz için bu tutsaklığı yaşıyoruz diye avuttum kendimi.
Peki ama acaba gerçekten hayatta mıydık? Olan biten her şey hâlâ yaşamakta olduğumuza işaret ediyordu. Her zamanki gibi susayıp acıkıyorduk, kafama diktiğim bira her günkü kadar gerçekti. Hatta kutunun kapağını açarken hafifçe zedelenen işaret parmağım hâlâ acıyordu. Çevremdeki öteki insanlarla başımıza gelen felaketimsi şeyi konuşup tartışıyorduk. Rüya bu kadar ayrıntılı, uzun ve gerçekçi olamazdı. Ya hayatta, ama doğaüstü bir gücün etkisiyle bir yerlere sürüklenmiştik ya da hepimiz ölmüş ancak öldüğümüzü bile henüz anlayamamıştık. Belki de ölüm böyle bir şeydi.
İçimi yoğun bir özlem kaplamıştı. Ailemi, yakınlarımı özlemiştim. Çoktan beri kimseyi aramadığım geldi aklıma. Eğer buradan kurtulursam ilk işim telefon rehberimdeki herkesi tek tek arayıp hal hatır sorma bahanesiyle hiçbir şey belli etmeden öylesine konuşmak olacaktı. Belki de şu anda birilerinin arayacağı tutmuş hiçbir yerden ulaşamayınca da kaygılanmaya başlamıştı. Evimi gözümün önüne getirdim. Kedim şimdiye acıkmıştı. Buzdolabının önünde ayaklarını birleştirerek oturmuş sabırla kapağını açıp önüne peynir salam gibi bir şeyler atmamı bekliyor olmalıydı. Çalışma masamın üzerinde duran, günde sadece akşamları iki tane içtiğim sigara paketine kaydı hayalim...
Alkol etkisini göstermeye başlamış biraz rahatlamıştım. Tam da aklımdan sigara geçirirken yanında paket taşıyanlar birer birer tüttürmeye başladı. Yanımdaki kızla oğlan iyice yakınlaşmışlar, kız başını oğlanın göğsüne yaslamış, ona sorular soruyor, o da aklınca iyimser cevaplar verip teselli etmeye çalışıyordu. Oğlanın dediğine bakılırsa mutlaka kurtulacaktık.
Sesler yeniden yükselmeye yüz tutmuştu. Şok duygusu yerini derin bir kaygıya bırakmış, kimi kadınlar yeniden ağlamaya başlamıştı. Takkeli, iri yarı bir adam herkesin duyacağı bir sesle dua ediyordu. Öteki konuşanlar seslerini alçaltınca adamın duası iyice duyulur hale geldi. “Sen günahlarımızı affet yarabbim” deyip bitirdiğinde çevresindekilerden içten bir “amiin” yükseldi. Ben katılmakta geciktim. Günahlarımı düşündüm; öyle korkmamı gerektirecek pek önemli bir günahım olmadığına karar verdim. Olanların nedenini de herşeyi bilip gören Tanrı biliyordu nasıl olsa! Eğer hesap günündeysek o saatten sonra zaten yapabileceğim bir şey yoktu. Tabii, dedikleri gibi alkol günahsa o suçu ahirette bile işlemeye devam eden biri olarak hesap vermekte biraz zorlanacaktım!
İçeriyi gözden geçirince yıllar boyunca aynı saatte, aynı otobüse bindiğimiz için yolcuların çoğunu tanıdığımı fark ettim. İsimlerini bilmiyordum ama ne iş yaptıklarını, hangi durakta binip indiklerini biliyordum.
- “Evdekiler deli olmuştur şimdi, benden haber alamayınca” diye sızlandı biri; orta yaşlarda, zengin evlerine temizliğe giden kadınlardan biriydi.
- “Allahım nedir bu başımıza gelen, suçumuz neydi bizim?” dedi, bir başkası.
- “Günahkârız, suçumuz o” cevabı yükseldi birinden.
- “Herkes kendi adına konuşsun. Hem öyle olsa bile bir tek biz mi günahkârdık dünyada?” diye itiraz etti, bakıştığım, koca ağızlı, siyah uzun saçlı güzel kız. En çok da ona destek vermek için,
- “O kadar cehennemlik var ki bize sıra gelinceye kadar. Bizim hayatımız cehennem zaten; sadece şu şehirde yollarda çektiklerimizi toplasak kaç cehennem azabı eder kimbilir!” dedim ben de... Sözlerine destek verdiğim için minnetle bakmıştı bu defa kız; sevindim.
- “Amca doğru söylüyor, doğduğum günden beri çile çekiyorum, o kadar çalışmak yetmiyor bir de yollarda işkence çekiyoruz her gün” dedi, benden hayli yaşlı görünen, kirli sakallı, yeşil renkli hantal bir kabana bürünmüş bir adam. Sözlerime destek vermesine rağmen “amca” lafına sinirlenmiştim, kızgın bir bakış attım adama doğru...
- “Birbirimizi boşuna incitmeyelim kardeşlerim, takdir Allahındır” dedi, biraz önce yüksek sesle dua eden takkeli adam. Sesine uhrevi bir tını vermişti. Otobüsün içinde düzeni sağlamaya çalışan öğretmen tipli adam müdahale etti bu defa:
- “Arkadaşlar zaten yeterince sorunumuz var, bir de biz gerginlik yaratıp üstüne yenilerini eklemeyelim” deyip tartışmanın büyümesini engelledi. Yükselen sesler azalıp yeniden mırıldanmalara, fısıldaşmalara, kendi kendine söylenmelere, dualara, iç çekişlere dönüşmüştü.
Önderimiz yeniden konuştu:
- “Oturan arkadaşlar, lütfen ayaktaki arkadaşlarımızla yer değiştirelim. Özellikle gençler ayaktakilere yer versin, kadınlar ve yaşlılar ayakta kalmasın!”
Yaşlı mıydım genç mi? Karar veremedim. Ama yine de kalktım, çantamı omzuma geçirdim. O uzun siyah saçlı, kocaman ağızlı kıza işaret edip yerimi ona bıraktım. Teşekkür edip oturdu. Hemen önündeki kapı boşluğunda ayakta beklemeye başladım. Yanımdaki kızla oğlan da kalkmış yerlerini ayaktakilere bırakmışlar ama birbirlerinden ayrılmamışlardı. Aksine ayakta daha da sıkı sarılmışlardı birbirlerine…
- “İsterseniz çantanızı bana verin, ben tutayım” dedi yer verdiğm kız. “Zahmet olmasın size” dedim ama daha onu derken çantayı hemen omzumdan sıyırıp uzatmıştım bile. İçimi bir sıcaklık kaplamıştı. Ona belli etmeden, yan gözle ama nerdeyse saçının her telini, cildinin her gözeneğini dikkatle incelemeye başladım. Görünüşte gözlerimi cama dikmiş, dışardaki yoğun sisin ötesini görmeye çalışıyordum ama onun başını beni göremeyecek şekilde başka yöne çevirdiği anlarda bir süre ona bakıyor, sonra hayalime kazıdığım o görüntüyü o yana bu yana çevirerek, eksik yerlerini zihnimde tamamlayarak inceliyordum. Koku alma duyum pek güçlü değildi ama saçlarından yayılan o çok değişik, insanı sarhoş eden güzel kokuyu hissettim. Kaşları, iri siyah gözlerinin üzerine kusursuz bir kıvrımla oturmuş, yüzüne göre biraz büyükçe burnu etli dudakları ve biçimli çenesiyle dengelenmişti. Sanki o anda orada bitivermiş gibi duran iki minicik sivilce cildinin berraklığını bozmak bir yana, geri kalan kısmının güzelliğini daha da öne çıkarmıştı. Otuzlu yaşlarının başlarında olmalıydı.
Camda kendi yansımamı gördüm. Oradan yansıyan görüntümle onun hayalini yan yana getirip kıyasladım. Yanında çok zavallı kalıyordum. Yine de yer verdiğim için teşekkür ederken, çantamı taşımak üzere elini uzatırken gözlerinden bana doğru yayılan sevgi ve merhamet içimi umutla doldurmaya yetmişti. Sırf bir şeyler konuşmuş olmak için, biraz önce o adama verdiği cevaba gönderme yaparak,
- “Çok güzel cevap verdiniz” dedim.
- “Teşekkür ederim” dedi, bir daha.
- “Umudumuzu kaybetmeyelim, bir şeyler olacak ve buradan kurtulacağız” diye devam ettim.
- “Umarım. Öyle olmalı ama nasıl olacak bilmiyorum. Ne olduğunu bile henüz anlayamadık ki?” dedi.
- “Bir şekilde anlarız artık, hem çok fazla olmadı daha” dedim. Camdan dışarıya bakarmış gibi karanlığın aynasında kendimi inceledim, saçlarımı elimle geriye doğru taradım.
(sürecek)
.....
(Başlarken bir iki bölümde bitirmeyi amaçladığım yazı epey uzadı. Anlaşılması için Otobya 1, 2 ve 3'ün okunması gerekiyor. Tabii o kadar sabrınız varsa... Sabredip tümünü okuyanlara şimdiden teşekkürler :))