- Kategori
- Öykü
Otobya-son bölüm
- “Evet, bize ne oldu, nedir bu başımıza gelen?” diye sordu, öğretmen tipli adam.
- “Yaşamakta olduğunuz şey, dünyada her gün bir yerlerde birilerinin başına gelen şeylerin bir benzeri. Bugüne kadar böyle şeyleri hep duyar ama sadece başkalarının başına gelir sanırdınız, bu defa sıra sizdeydi” dedi, biletçi...
- “Öldük mü yani?” diye sürdürdü adam.
- “Henüz değil... Buna bir geçiş anı demek daha doğru olur.”
- “Peki, ne kadar sürecek bu an?” diye seslendi bir başkası.
- “Pek uzun sürmeyecek. Sizin kullandığınız zaman ölçü birimlerinden biriyle ifade edecek olursak, sadece birkaç saniye daha. Zaten bu olay baştan sona dokuz saniye sürecek ”
- “Dokuz saniye mi? Ama nasıl olur, saatlerdir burada böyle kapalıyız biz!”
- “Size öyle gelir. Hem dokuz saniyeyi öyle çok kısa bir zaman dilimi sanmayın. Örneğin bu dokuz saniye içinde dünyada sekiz çift evlendi, üç evlilik bitti, yirmi üç bebek doğdu, eğer on üçü daha anne karnında can vermeseydi bu sayı otuz altıya yükselecekti. Ayrıca üç kişi kanser dediğiniz hastalığa yakalandı. On üç kişi çeşitli sebeplerle hayatını kaybetti. Bunu söylemek istemezdim ama birazdan aranızdan dört kişinin daha katılmasıyla o sayı on yediye yükselecek.”
- “Dört kişi mi, şimdi, burada bizim aramızdan mı?”
- Evet; şimdi, burada, sizin aranızdan!”
- “Kimler, hangimiz?”
- “Onu az sonra öğreneceksiniz.”
- “Aşağı düşenler mi acaba?”
- “Hayır, onlar aranızda en şanslı olanlardı. Şu anda gayet iyi olduklarını söylemem yeterli olur sanırım.”
Patlak gözlü, öğretmen görünüşlü liderimiz tekrar söz aldı:
- “Ya burada saatlerdir yaptığımız onca şey? Şoför mahallini tuvalete çevirmemiz, yiyecekleri paylaşıp yememiz, ayaktakilerin oturanlarla yer değiştirmesi, çözüm önerlerimiz?” Biletçi bu bu defa şoföre bıraktı soruyu cevaplamayı:
- “Yaptığınızı sandığınız o işlerin tümü insanoğlunun, yani sizlerin hayatta kalma güdüsünün sizlere neler yaptırabileceğine ilişkin küçük birer örnekti.”
- “Yani hiçbir şey yapmadık mı şu ana kadar?”
- “Yapacak zamanınız olmadı demek daha doğru olur. Dediğimiz gibi, bu yaptığımız konuşmalar ve yapacaklarımız dahil her şey sadece dokuz saniye içinde olup bitecek. Ama bu durumda eğer gerçekten dokuz saniye değil de sizin sandığınız kadar uzunca bir süre geçmiş olsaydı onların tümünü yapabilirdiniz.”
- “Boşlukta asılı kalmamız da saatler geçmiş gibi hissetmemize benzer bir yanılsama mı?”
- “Evet. Tam da öyle diyebiliriz.”
Ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Kafamda binlerce soru birbirine karışmıştı. İçim titriyordu; bedenimde ne varsa kafamdan aşağı inip parmaklarımdan akıp gitmişti sanki. Ayakta durmakta zorlanıyordum. Hemen yanımda, benim gibi ayakta duran, bize göre birkaç saatlik, biletçinin demesine göreyse dokuz saniyelik maceramız sırasında sevgili haline gelmiş olan oğlan ve kız da sarsılmış görünüyordu. “Korkma” deyip kızın saçını okşadı oğlan. Kız “tamam” deyip daha sıkı sarıldı. Kendimi biraz toparlayıp duruşumu elimden geldiğince dikleştirmeye çalıştım, oturması için yer verdiğim, artık sevgili gözüyle baktığım kıza mahçup olmak istemiyordum. Bir an yine onunla göz göze gelmiştik ki, birinin biletçiye sorduğu soruya ve onun cevabına kulak vermek zorunda kaldık.
- “Peki siz kimsiniz, ‘Azrail’ denen ölüm meleği misiniz yoksa?” diye sormuştu kadınlardan biri...
- “Bu biraz sevimsiz bir isim” dedi biletçi ve devam etti: “Yani sizin dilinizde sevimsiz, kötü ve korkunç bir anlamı var. Biz kendimize öyle demeyiz; sizin dilinizdeki kelimelerden biriyle çağrılacak olsak en uygunu ‘kılavuz’ olurdu herhalde. Zaten gördüğünüz gibi öyle çok korkunç bir halimiz de yok. Bizi bugüne kadar gözünüzde genellikle elinde koca bir tırpan taşıyan siyah pelerinli biri olarak canlandırdınız ama işte gerçek görünüşümüz bu. Ayrıca ölmek üzere olan bir insanı daha da korkutmak için bir sebep yok!”
- “’Bu defa sıra sizde’, dediniz, niçin biz seçildik?” Cam silici sormuştu bu soruyu da... Kılavuz, “şoför”le bakışıp güldü:
- “Bu en sık duyduğumuz sorulardan biridir. Her seferinde içimizden gülmek gelir ama zor da olsa kendimizi tutarız. Özellikle de kaza ve felaketlerde bizimle yüzleşenlere bunu anlatmakta zorlanırız. Kurbanın ‘siz’ olmanızın bizim açımızdan hiçbir anlamı ve önemi yok. Zaten orasına biz karışmayız. Ama şunu söyleyebiliriz: Şu anda burada olmanızın bir nedeni de sizin hayatınız boyunca verdiğiniz kararlar ve yaptığınız tercihlerdir.”
- “Yani biz mi seçtik burada olmayı?”
- “Sadece siz değil elbette... Anne-babanız, onların ataları, onların atalarının ataları, sizi yönetenler, sizi yönetenleri yönetenler... Bu daha böyle sürüp gider. Sizin kararlarınız sadece işin bir boyutu... Mesela bir otobüse bindiğinizde bütün koltuklar boşken ilk binenin herhangi bir koltuğu seçmesi onun özgür bir kararıdır. Aslında özgür sandığımız o kararda bile sayısız etken rol oynar ama bunu geçelim. Ancak sonradan gelen her yolcunun ilk binene göre seçme şansı biraz daha azalır. Ayakta yolculuk etmek zorunda kalanlar da aynı biçimde... Kimi en arkaya gitmeyi tercih eder, kimi şoförden uzaklaşmak istemez. Durakta beklerken de benzer bir durum vardır. Orada duracağınız yeri de bir ölçüde kendiniz seçersiniz. Ama o durakta beklerken örneğin freni boşalmış ya da polisten kaçan bir arabanın gelip size çarpmasında işin içine sayılamayacak kadar çok karar girer. Neyse, bu konuyu burada kapatalım. Aksi halde iş çok çetrefilleşir ve içinden çıkamazsınız.”
Kılavuz’un bunları söylediği anda kafamda dönüp duran binlerce sorudan biri hemen öne çıktı ve sordum:
- “Peki, bütün bunlar için ilk kararı veren kim? Ya da öyle biri var mı?” Kılavuz’un ne renk olduğunu anlayamadığım kirpiksiz gözleri bana yöneldi. Sanki biraz acıyarak bakıyordu:
- “Bakalım bu soru kimden gelecek diye bekliyorduk biz de!” dedi. “Evet, en zor soruyu sordunuz. Cevabı da çok zor ve bunu öğrenmenin siz faniler için çok ağır bir bedeli var!”
- “Ölüm gibi bir bedel mi?”
- “Evet! Ama ölüm bile yetmeyebilir, belki de cevabı olmayan bir sorudur bu.”
Sustum. O sorunun cevabını öğrenmek için derin bir istek duydum ama hemen zihnimden atmaya çalıştım.
- “Susun lütfen, keşke siz sormasaydınız o soruyu” dedi, sevgilim olmasını istediğim kız... Bunları söylerken kendisine dönüp bakmam için kolumu tutmuş çekiyordu.
- “Tamam, özür dilerim ama hiç düşünmeden bir anda öylesine çıkıverdi ağzımdan, mesleki refleks galiba” dedim.
Kısa bir sessizlik oldu, birileri yeniden yanındakinin kulağına eğilip fısıldaşmaya başladı. Uğultu hafiften yükselirken, temizlikçi kadınlardan biri ağlamaklı bir sesle sordu:
- “Gılavuz Bey, ne zaman bitecek, kimin ölüp kimin kaldığını ne zaman öğreneceğiz? Siz daha zaman geçmedi diyorsunuz ama ben eve çok geç kaldım gibi geliyor.” "Gılavuz Bey" lafı gülüşmelere yol açmıştı. Kılavuz, öğrencilerine ders anlatmaya başlamak için önce onların ilgisini çekmesini sağlayacak bir konu bulmaya çalışan öğretmen edasıyla konuştu:
- “Evet, zamanımız dolmak üzere. Biz o dört kişiyi biliyoruz ama gelin önce küçük bir oyun oynayalım. Aranızdan bazılarına bundan sonraki hayatlarında başlarına gelecekleri söyleyeceğim. Bakalım onları öğrenince nasıl bir tepki verecekler, onları bile bile yaşamak mı yoksa bundan sonra bizimle gelmek mi isteyecekler?” Soruyu soran kadına döndü:
- “Mesela siz hanımefendi; neredeyse dünyaya geldiğiniz günden beri çile çekiyorsunuz. Çok istediğiniz halde babanız sizi okula yollamadı. On yedi yaşında istemediğiniz biriyle evlendirildiniz. Üstelik henüz bilmiyorsunuz ama istemeden koynuna girdiğiniz o adam sizi aldatıyor. Kronik hasta bir çocuğunuz var, hep de öyle kalacak. Otuz dört yaşındasınız ama elli yaşındaymış gibi gösteriyorsunuz. Zaten elli yaşına gelmeden ağır bir hastalıkla cebelleşerek öleceksiniz. Arada geçen on beş yıllık ömrünüz de bugünkünden çok farklı olmayacak. Söyleyin şimdi, buna rağmen dünyaya dönmek istiyor musunuz?” Kadın hiç tereddüt etmeden cevapladı.
- “Evet, istiyorum Gılavuz bey, ne olursa olsun yaşamak istiyorum ben!” Kılavuz “peki” deyip biraz önce sıkışıp küçük tuvaletini yapmak için kıvranan hasta ve yaşla adama sadece bir yıllık ömrünün kaldığını, o bir yılı da hastaneden eve evden hastaneye taşınarak geçireceğini haber verdi. O da yaşamak istediğini söyledi. Herkese tek tek geleceğini okuyup kararını sordu. İstisnasız herkes, geleceği ister iyi isterse de kötü belirlenmiş olsun hayata dönmeyi tercih etti. Kılavuz, kaç yaşına kadar yaşarsak yaşayalım, her şey bittiğinde bütün ömrümüzü tıpkı o dokuz saniye gibi hissedeceğimizi söylemesine rağmen herkes geri kalan ömrünü yaşamayı seçti.
En sona ben, sevgilim olmasını istediğim kız ve orada tanışıp sevgili olan oğlanla kız kalmıştı. Kılavuz, hayata dönenlerin hafızalarındaki o dokuz saniyelik zaman dilimine ait tüm bilgilerin silineceğini, o ana dair hiçbir şey hatırlamayacaklarını söyledi. Ne o otobüste yaşadıklarını, ne geleceklerine dair öğrendiklerini, ne de Kılavuz’un kendisi ve şoför kılıklı arkadaşını...
Cevap sırası bize gelmişti. Aşık oğlan, daha Kılavuz ona soru sormadan konuştu:
“Biz burada kalmak istiyoruz!”
Bütün gözler şaşkınlıkla kocaman açılıp oğlanla kızın üzerine çevrilmişti. Oğlana sıkı sıkı sarılan kız bir an başını çevirip:
- “Evet, biz geri dönmek istemiyoruz!” dedi.
Herkes bir kafadan konuşmaya başladı. Mırıltılar, fısıltılar, ayıplamalar... Kılavuz başını anlayışla sallayıp onayladı. Bakışlar benim üzerimde birleşti bu defa. Bense dönüp sevgilim olmasını istediğim kıza baktım. Konuşsa, bana “biz de kalalım” diyecekmiş gibi geldi. Kılavuz’a döndüm:
- “Geleceğimi okumanıza gerek yok, ben burada kalmak istiyorum” dedim. Sevgilim olmasını istediğim kız Kılavuz’un sorusunu beklemedi,:
- “Ben de!.” Elimi tuttu, oysa hiç beklemiyordum... Kılavuz başını bir daha salladı aşağı yukarı doğru...
Tam o anda dördümüz dışındaki her şey yok oldu. Daha önce hiç hissetmediğim kadar hafifledim.
***
Ondan tam bir saat sonra ise o günün akşam haber bültenlerinin ilk sırasında şu haber okundu:
“Şehir merkezinde bir otobüs durağında meydana gelen patlamada dört kişi öldü, kırk bir kişi de yaralandı. Polis, söz konusu patlamaya durağa bir sırt çantası içinde bırakılan ve fünyesi uzaktan cep telefonu düzeneğiyle patlatılan bir bombanın neden olduğunu açıkladı.”
BİTTİ
Celal Çelik
İstanbul - 9 Ocak 2008
....