Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (yedinci bölüm)

Öykülerle yolculuk  (yedinci bölüm)
 

Öykü demeti


    Hastafendi yemeğini yerken, öğretmen yemeğini çoktan bitirmiş, gözü eşindeydi. Eşini sanki ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu. Ona bakarken hemen yanında duran oksijen makinesi aklına geldi.
    Az sonra yine maskeyi yüzüne takıp, oksijen boğulması yaşayacaktı. Sabah ve akşam yemekten bir saat sonra başlayıp iki saat sürüyordu. Ayrıca gece sabaha kadar maske takılı kalıyordu. O sırada da bol oksijen yutması gerekiyordu.
    Bu her gün bu şekilde devam eden bir süreçti. Kandaki karbondioksiti ancak böyle belli seviyede tutabiliyordu. Yani her gün boğuluyormuş yaşanan bir ömür. Anlatmakla anlaşılacak gibi değil.
    Eşine bakarken yıllar öncesine gitti. Zaten tek lüksü de buydu. Arada bir geçmiş anılarında gezinmek. Yıllar önce ilkokulu bitirince öğretmeni babasına ‘oğlunu öğretmen okulu imtihanına girsin. Başarılı bir çocuk kazanır’ demişti. Öğretmenin söylediği gibi köyden yalnız o kazanmıştı. Ondan sonra tam altı yıl öğretmen okulunda okumuştu.
    En güzel unutamadığı yıllar o yıllardı. Sonra öğretmen olmuştu. İlk maaşını yaşı küçük olduğu için vekalet verdiği babası çekmiş, sonra mahkeme kararıyla yaşını büyütmüşlerdi.
    İlk yıllarını köylerde geçirmişti. Görev yaptığı o köylerde hep sevilmişti. Köyün gençleri onu hep arkadaş, abi bilmiş; düğünlerin baş misafiri olmuştu. Sporcuydu da. Çok iyi voleybol oynardı. Okullarında masa tenisini öğrenmiş iyi bir masa teniscisiydi. Daha sonra askere gitmişti. O yıllar dört aylık askerlik vardı. Askerliğini kendi ilinde yapmış, dönüşte şu anda karşısında oturan eşiyle evlenmişti.
    Çok mutluydular. İki oğlu olmuştu. Onların da kendi gibi öğretmen olmasını istemişti. Olmuşlardı, ama onlar öğretmen olunca kadro sorunu gündeme gelmişti. Uzun uğraşılar sonucu büyük oğlunun öğretmen olarak tayini yapılsa da küçük oğluna öğretmenlik yapmak kısmet olmamış, şimdi burada bir şirkette çalışıyordu.
    Her şey iyi gidiyordu. Bir ara öksürük olunca doktora gitmişti. Doktor ‘bronşit’ demiş, sigarayı bırakmasını istemişti. Ama o umursamamıştı. Yıllar önce alıştığı sigarayı adeta sülük gibi emiyordu. Doktora ‘Ben spor yapıyorum doktor bey. Sigaranın zehrini atıyorumdur her halde’ deyince doktor gülmüş ‘hoca kendini kandırma. O meretin akciğere yaptığı zarar ancak onu bırakınca sona erer’ dediyse de o aldırış etmemişti.
    Tayini ilçeye, sonra ile çıktığı sırada akşamları arkadaşlarla kafa çekmeye alışmıştı. Kafaları çektikten sonra lokalde briç oynama falan derken kendi içtiği sigaraların yanında oralarda içilen sigaralardan yuttuğu nikotin hepsi birleşince onu çökertmişti.
    İlk hastaneye yattığında korkup sigarayı bırakmıştı. Sonra kendini biraz iyi hissedip tekrar başlayınca; yaklaşık on yıl önce kaldırıldığı göğüs servisinde coah teşhisi konmuştu. Derken geldiği nokta her gece sabaha kadar oksijene bağlanmak olmuştu.
    İçinde bulunduğu durum aklına gelince boğulacak gibi oldu. Eşi bu sırada refakatçi koltuğuna uzanmış ‘Kim bilir ne düşünüyordu?’. Onun bebek gibi nefes aldığını fark edince içinden onu boğmak geldi.
    Hep böyle oluyordu. Kendini biraz iyi hissedince veya içinde bulunduğu durumu unutunca melek gibi oluyor, yaşadığı gerçeğe dönünce çılgınlaşıyor, etrafında gördüğü normal nefes alanları içinden boğmak geliyordu.
    Eşine öfkeyle ‘ördeği ver’ dedi. Aslında pek ala tuvalete gidebilirdi. Ama sırf eşine veya oğluna zorluk çıkarmak için ördek istiyordu. Kadın kocasının yine ‘heyheyleri’ geldiğini fark etti, telaşla kalkıp köşedeki ördeği alıp eşine uzattı. Bu sırada perdeyi daha sıkı örttü.
    Öğretmen ördeği doldurup eşine adeta fırlatır gibi uzattı. Kadıncağız sessizce ördeği alıp boşaltmak için yürüdü. Tam kapıdan çıkıyordu. O sıra gece nöbeti için gelen oğluyla karşı karşıya geldi. Oğlu annesini şaşkın görünce hiçbir şey sormadan ‘ver ben dökeyim’ dedi. Annesi bir şey söylemeden yürüyünce o da arkasından gitti. ‘Yine durumu kötüleşti mi yoksa?’ dedi. Kadın ‘hep aynı,  sepsessiz oturuyordu birden cellalenip ördeği istedi. Aslında bişey de işemedi. Şimdi döküp gelmesem temelli kızacak’ dedi. Oğlu derin bir iç çekti.
    Söyleyecek bir şey yoktu ki… Tam on yıldır özellikle son sekiz yıldır aynı çileyi çekiyorlardı. Kadın eşini, çocuklar babasını çok seviyorlardı. Hastalanmadan önce çok kaliteli bir insandı. Karısını hiç üzmemiş, çocuklarının bir dediğini iki etmemişti. Ama bu hastalık belasına çatalı beri gün günden kötüye gidiyordu. Artık tümden çekilmez hale gelmişti. Onu çok sevmeseler hiç çekemezlerdi.
    Oğlu bunları aklından geçirip annesinin omzuna elini koydu. ‘Ne yapalım anne. Sen üzülme. Ağabeyimle ben gerektiğinde işten ayrılır bakarız babamızı’ dedi. Aslında hem onun hem ağabeyinin derdi büyüktü. Babalarıyla uğraşmaktan ikisi de evlenememişti. Halbuki hem o hem ağabeyi boylu poslu çevrede sevilen insanlardı. ‘Ama babaları bu haldeyken nasıl evleneceklerdi ki? Her şeyi annelerinin üzerine yıkıp gitmek olmazdı. Evlenecekleri insan da onların bu yaşamına tahammül edemezdi’ O yüzden evlenemiyorlardı, ama şikayetçi değillerdi. Tek dilekleri babalarının iyi olmasıydı.
    Ama artık anlamışlardı ki bu hastalığın iyileşmesi yok. Keşke ilk başlarda sıkı tutup doktorların önerilerine uysaydılar. Daha doğrusu babaları uysaydı. Ama öğretmen doktorun önerilerine gülüp geçmiş ‘acı patlıcanı kırağı çalmaz’ demişti. Ama şimdi ‘patlıcan buz tutmuştu’ çaresi yoktu.
    O sırada öğretmen kumandayı eline alıp televizyonu açtı. Berberin özel odaya gittiğine çok sevinmişti. Adam daha geldiği ilk gün her şeye televizyona bile karışmıştı. Buna tahammül edemezdi ama adamın zıpçık gibi üç oğlu vardı. Onlara gözü kesmemiş, usulca televizyonu kapatmıştı. Şimdi berber gidince yeniden özgürdü.
    Çünkü televizyonu kendine özel kabul ediyordu. Hastaneye bağış yapmış, tedavinin devamını sağlamıştı.
    Aslında doktorlar onu çoktan taburcu yapacaktı, ama yaptığı bağış nedeniyle başhekim doktorlara ‘bırakın birkaç gün daha kalsın’ demişti. O bunu bilmiyor, başhekimin burayı kendine özel tahsis ettiğini, televizyonu da ancak ‘kendinin’  kullanabileceğini düşünüyordu.
    Eskiden böyle değildi. Elinde avucunda ne varsa paylaşırdı. Ama hastalık ilerledikçe herkese kızar olmuş, çok bencilleşmişti. Şimdi tv kumandası için başka karışan olamayacağını düşününce yine neşesi gelmişti. Gerçi odada bir kişi daha vardı. O da herhalde ukala bir şeydi. Gelir gelmez bilgisayarını getirtmiş ona dürtünüyordu. Onu hiç gözü tutmamıştı. Eğer o da televizyona karışırsa bu sefer kesin çıngar çıkaracaktı.
    Bu sırada berberin televizyonu kapattırması aklına gelmiş sert sert kanal değiştiriyordu. Eşi oğluyla tuvaletten geldiği sırada hemşire de geldi. İlacını verip, serumunu taktı. Sonra öbür hastanın yanına gitti.
    Bu sırada ‘öbür hasta’ yani hastafendi de yemeğini yemişti. Eşi boşu alıp gittikten sonra hemşireyi beklemeye başladı. Hemşire öğretmenin tedavisini yapıp ona geldi. İlacını verdi. Serumunu takıp gitti. Hastafendi hemşirenin arkasından bakarken eşine ‘bu bek sert’ diye gülümsüyordu.
    Öğretmenin eşi nöbeti oğluna devretmiş, yanlarından usulca geçti. Gözü Hastafendinin eşindeydi. Kadın kapıdan çıkınca hastafendinin eşi usulca ‘kadın çok dertli. Dışarda çok dert yandı’ dedi. Hastafendi parmağını dudağına götürüp ‘sus bilmediğin yerde çok iş var’ derken öğretmeni gösteriyordu.
    Önceleri öğretmeni çok geçimsiz biri olduğunu zannedip ‘çamur üstüme sıçramasın’ diye onu görmezden gelse de kumandayı kimseye vermeyişine sinir olmuştu. Ama sonra içinden ‘boş ver oğlum. Herif manyak. Ne yapacaksın televizyonu?’ demiş, gerçekten boş vermiş, öğretmenle ilgilenmemeye çalışmıştı.
    O gün doktor gelip de ona ‘psikiyatristin de söylediği gibi sorunun biraz psikolojik. Burada size yapılacak tedavi yapıldı. Sizin durumunuzu bu hafta sonu da takip edeceğiz. Sizi muhtemelen Pazartesi günü taburcu ederiz. Artık bundan sonra tedaviye evde kendiniz devam edeceksiniz. Size verdiğimiz oksijen makinesini her gece sabaha kadar kullanacaksınız. Sabah iki saat, akşamüzeri iki saat yine makineye bağlı kalacaksınız. Buna uyduğunuz takdirde sorunsuz hayatınıza devam edersiniz. Sizin iyileşmeniz bu kadar. Bunu kabul etmeniz lazım.’ diye ayrıntılı açıklama yapıncaya kadar öğretmen hakkındaki düşüncesi yukarıda anlattığım gibiydi.
    Onun için doktorun sözlerini duyunca kendinden utanmıştı. İçinden gidip öğretmenden onunla ilgili düşündükleri için özür dilemek geldi. Sonra böyle bir şeyin anlamsız olduğunu düşünüp vazgeçmişti.
    Şimdi bunları hatırlayınca yine içi sıkılmıştı. Kalkıp dışarı çıkmayı düşündü. Koluna bağlı serum nedeniyle istese de dışarı çıkamayacağını fark etti. Ruhuna sıkıntı geldi. Eşine ‘yatır beni’ dedi. Biraz sertçe söylemişti her halde; eşi ‘noluyor sana böyle?’ dedi.
    Ama Hastafendinin onu duyacak hali yoktu. Aklı yine doktorun söylediklerine, öğretmene takılı kalmıştı. Eşine ‘ne olacak be. Yatır diyorsam yatır’ dedi. Yatınca eşinin kırıldığını fark edip telefonu uzattı ‘al kardeşlerinle görüşürsün’ deyip gönlünü almaya çalıştı.
    Eşi onun böyle farklı davranışlarına alışmıştı. Telefonu alırken gülümsedi ‘heyheylerin gitti mi?’ dedi. Bir şey söylemesini beklemeden telefonu alıp çıktı.
    Hastafendi eşinin arkasından bakarken az önce onu tersleyişini hatırladı. Ama ne yapsın ki? Elinde değildi. Arada bir boğulacak gibi oluyor, o sıra gözü bir şey görmüyordu.
    Öğretmen için söylenenleri duyduğu andan beri içine sıkıntı girmişti. Öyle ya kendi de çaresizdi. İlk geldikleri gün kızının ‘doktorla görüştüm. Bana babanız coah hastası. Onun daha iyi olmasını beklemeyin. Mevcut durumunu koruduğu sürece fazla sorun yaşamaz. Onun bu gerçeği kabul etmesi lazım. Yani durumunda bir tehlike yok’ dediğini hatırladı.
     ‘Yaşadığımız gerçek’ diye mırıldandı. Öğretmeni artık daha iyi anlıyordu. O şimdi korkularının esiri olmuş, bütün anormalliği ondandı. Bunu fark etmişti. Arada da bir kendi durumunun öğretmeninki kadar olmadığı aklına gelince sevinecek gibi oluyor; başkasının kötü durumuna seviniyormuş gibi geldiği için kendinden utanıyordu.
    Aslında hiç geçimsiz biri değildi. Çevresindeki herkesle uyum içinde yaşamaya çalışmıştı. Kolay kolay kızmazdı. Ama son zamanlarda sonradan çok pişman olduğu anlamsız davranışları oluyordu.
    Bu hastalığı ilerletmeden mevcut durumu korumak… ‘Bu nasıl olacaktı ki?’ Her geçen gün kötüye gidiyor gibiydi. Buraya kızının yanına gezmeye gelmiş, geldiği günün ertesinde soluğu burada almıştı.
    Bu seferki durumu öncekilere göre daha kötü gibiydi. Hiç öyle olmamıştı. O gece adeta boğuluyordu. Zaten ‘az kalsın’ biraz gecikse karbondioksit zehirlenmesinden gidiyormuş. Güzel gözlü bayan doktor öyle söylemişti. ‘Amca tam zamanında geldin, durumun iyi değilmiş’ demiş sonra kan gazının doksana çıktığını söylemişti.
    İlk kez böyle olduğu aklına geldi. Yine paniğe kapıldı. Sonra öğretmen aklına geldi. Onun bağlı olduğu oksijen makinesine Haydarpaşa’da iki saat bağlı kalmış ‘adeta canı çıkmıştı.’ Öğretmenin sabah akşam ikişer saat, geceleri de sabaha kadar oksijen makinesine bağlı yaşadığı ve yaşayacağı aklına geldi, yine boğulacak gibi oldu.
    Artık o günden beri öğretmenden tarafa dostlukla bakıyordu. Eşine ve çocuklarına da sempati duymaya başlamıştı. O bunları düşünürken telefon konuşması biten eşi geldi. Serumuna baktı ‘azalmış’ dedi. Hiç konuşmadan serumun bitmesini beklediler. Bitince eşine ‘hemşireye söyle de söksün. İçime sıkıntı geldi. Biraz dışarı çıkacağım’ dedi. Eşi o sıra koridorda gördüğü hemşireye kapıdan seslendi. Hemşire geldi serumu kapatıp, çıkardı.
    O gidince Hastafendi ‘biraz acele eder gibi’ bastonu uzanıp aldı ve eşine ‘gir koluma da dışarı çıkalım’ dedi. Birlikte ziyaretçi salonuna gidip boş koltuklara oturdular. Onun bu panik halini görüp şaşkınlıkla bakan eşine ‘öğretmenle öyle manyak diye alay ediyorduk. O gün doktorun sözlerini duydun. Adam çaresizlikten ne yapacağını şaşırmış’ dedi.
    Eşi onun niye panik yaptığını anlamış gibi omzunu sıktı ‘sen öyle değilsin şükür’ dedi. Hastafendi eşine baktı ‘ne zamana kadar şükür? O duruma düşmeyeceğim nereden belli?’ dedi. İkisi de sustu, uzun süre konuşmadan orada oturdular. (devam edecek)

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..