- Kategori
- Aile
Oyuncak olmak

Senai Demirci'nin, içtenlik taşıyan bir cümlesi dikkatimi çekmişti: "Babalar, çocuklarınıza oyuncak almayın, onlara oyuncak olun!" Bu söz üstüne zihnim kendimi eleştirmeye başladı. Ne yazık ki ben, çocuklarıma oyuncak olmayı geçtim, onlarla oynayamamışım bile. Neyse ki bunun nedeni çocuklaşmayı büyüklüğün şanına yakıştıramadığımdan değildi.
Gündelik ve ileriye dönük geçim derdine çok fazla zaman harcamam yüzündendi. Çünkü ben bakkaldım; sabahın 7’si gecenin 10’u arası dükkanımda bulunmak zorundaydım. Pazar günleri bile çalışırdım; hani o bir günün kârından zor günler için birikim yaparım diye. Annem eski kafalıydı; torununu severdi ama onunla oynamayı büyüklüğünün ağırlığına hakaret sayardı. Birlikte oturduğumuz için eşim de ona uyardı. Zaten çocuk büyütmede çocukla oynamanın yeri olduğunu ne ben ne eşim bilirdi. Sanırım bu kültür bize biraz yabancıydı. Biz daha çok çocuğun yemesi ve giyinmesine ve arkadaşlarınınkinden daha güzel oyuncağı olmasına özenen bir kültür içindeydik.
Demek istediğim şu ki, sözün her yanı doğruluk aksa bile, herkese uygun olmayabiliyor. Yukarıdaki güzel sözü yaşantıya aktarabilmenin bence iki önemli koşulu var: ilki çocuk bakabilecek gelir düzeyinde olmak, ikincisi çocuğa vakit ayırabilecek bir iş yapmak. Tabi ki çocukla çocuk olabilme coşkusundan utanmamayı eklemeye gerek yok. Ayrıca bunu çocuk sahibi olmanın bir sorumluluğu bilmek gerekiyor.
“Babalar, analar, çocuklarınızı oyuncakların içinde kaybetmeyin; onlarla birlikte oynamayı deneyin ve çocuğunuzun sevincini sizinle paylaşmasına izin verin. Ancak böyle yaparak büyüdüğünde çocuğunuzun saygısını hak edersiniz.
Bu çağrı günlerce belleğimde debelendi durdu. "Çocuklara oyuncak almayın, onlara oyuncak olun". Ana baba olmak böyle zor bir şey işte; çünkü oyuncak olmak kolay bir iş değil; yetenek ister; yetenek yoksa bile arzu ve azim ister. Belki bu yüzdendir birçok ebeveynin çocuklarıyla oynayabilme fırsat ve ortamı olduğu hâlde, kestirmeden oyuncak alıp çocuğunun önüne atıvermesi.
Bu, “çocuğa oyuncak olmak”, bazılarına göre çocuğu saygısızlığa itermiş. Hani derler ya, “çocuğun oyuncağı olmuşsun ayol!”. Alâkası yok. O dedikleri çocuğun her tutturduğunu yerine getirmekten olur. Oyuncakçının vitrini önünde kendini yere atıp zırlamaya başlayınca istediği oyuncağı derhal almanızdan olur. Korkmayın; çocuğunuza oyuncak olun. Bırakın çocuğunuz tahtadan atından inip sizin sırtınıza binsin. Zaten sözün özü sizin çocuğunuzla oynamanızdır. Yoksa bir tahta at gibi duygusuz kalıp, çocuğun sırtınıza binmesine ses çıkarmamaktan ibaret değil. Galiba en doğrusu hem çocuklara oyuncak almak, hem onlara oyuncak olmak, hem de onlarla oynamak. Babalar ve analar, çocuklarınızın önüne oyuncak atarak onları başınızdan defetmeyin; onlarla oynayın, onların oynayan oyuncakları olun.
Genelde Türklerin aile kültürü geçmişinde evin büyükleri çocuklarla oynamaz. Çocukla büyük arasında en samimi hava tatlı sert esen bir disiplin çekişmesidir. Eskiden çocuğun büyüklerden çekinip korkması onun terbiyesinden sayılırdı. Şimdilerde çocuk ile aile büyükleri arasındaki samimiyet şımarıklığa varacak kadar gevşemiştir.
Eskiden geniş aile düzenimiz vardı. Ana, baba, hala, amca, dede, nine ve torunlar hep bir çatı altında yaşarlardı. Ana baba kendi çocukları ile kendi ana babaları arasında büzüşüp kalırdı. Vakitleri olsa bile, çocuklarını hiçbir zaman ortalık yerde sevgi şımarığı yapamadıkları gibi, çocuklarının terbiyesinde etkin söz sahibi bile değillerdi. Bu zevk büyükbabaya veya büyükanneye aitti. Ana babanın herkesin içinde çocuğunu sevip okşaması görgüsüzlüktü; büyüklerinin önünde çocuğunu azarlaması saygısızlıktı. Çocuğuyla bir odaya çekilmesi hiç düşünülemez tabi ki. Eskiden gelenekti bu; çocuk için anne sadece bir bakıcı, baba ise ailenin geçimini sağlayan işletme memuru idi.
Sonra toplumsal değişim, aile yapısına da yansıdı. Geniş aile yapısının yerini, çekirdek aile almaya başladı. Sanayileşme hareketi iş yükünü azalttı azaltmasına da, bu sefer artan ve yenilenen tüketim ihtiyaçlarını alabilmek için daha çok çalışmak gerekiyordu. İnsanlar, zamanlarının büyük bölümünü işlerine ayırmak zorunda kaldılar. Çağın gidişatıdır bu. Rekabet adamı yutuverir sonra.
Sürekli yükselen tüketim düzeyinde kalabilmek için, babanın yanında anne de çalışmak zorunda kaldı. Babalar, artık eve geç dönüyor, kısmen erken dönenler de eve gelir gelmez terlik ve pijamalarını giydikten sonra dinlenmek bahanesiyle televizyonun karşısındaki koltuğa yayılıp kalıyorlardı. Bu arada yemekten sonra baba şekerleme yaparak yatmadan önceki uyku seansını tamamlamış oluyordu. Evin hanımefendisi çalışan kadınsa, kocasıyla dertleşme imkânı bulamıyor; bir ev hanımıysa hasret gideremiyor. Daha önemlisi, evdeki çocuk, o gün yaşadıklarını babasıyla paylaşamıyor; ona zihnindeki takıntıları anlatamıyor; çocuk kendisini babasına aktaramıyor. Çünkü baba, rahatsız edilmemek için çocuğunun önüne bir televizyon, bir bilgisayar veya yeni bir oyuncak koymuştur.
Babasıyla bir duygu alışverişi yakalayamayan çocuk, kendini yalnız hissediyor, belki de dışlandığını düşünüyor. Bu, özgüven eksikliği ve hırçınlık olarak dışa yansıyor. Arkasından, psikologlar, psikiyatristler devreye giriyor. Çocukların ruh sağlığı için yakın adresler yerine uzak adresler tercih ediliyor. Bunun adına da "çekirdek aile" deniyor; yani “çağdaş aile.”
Üç kuşağın yaşadığı geniş aile düzeninde ortada kalan babalar ve analar biraz ezilseler de, en azından büyükbaba ve büyükanne büyük olmanın, çocuklar da hiç olmazsa kendi aralarında oynayarak çocuk olmanın hazzını duyarlardı. “Çağdaş aile” yapısında bence nineler ve dedeler de çocuklar gibi yabancılık çekiyorlar; kendilerini aile yuvasının sevgi ve ilgi kapısı olarak göremiyorlar. Dedeler ve nineler yaşlanmayla birlikte düşmekte oldukları yalnızlık çukurunda inlerken, çocuklar ilgisizliğin, kendilerini paylaşamamanın ıstırabını çekiyorlar. Ortada kalan anne ve özellikle de baba ne kendi ana babasını ne de çocuğunu memnun edemeyişinin sıkıntı çemberinde daralıyor. Ara sıra duyduğu vicdani rahatsızlık, kendisini yaşama sevincinden alıkoyuyor. Zaman ve mekân paylaşımı ihtiyacı için bu defa cep telefonları, internet sohbetleri, halı saha maçları, barlar, kahvehane ve meyhaneler tercih edilmeye başlanıyor; ki bu tercihler dananın son kuyruğunu da kopartıyor; “çekirdek aile” gerçekten çekirdek oluyor.
Çağın ister zorlaması deyin, ister tercihi deyin; toplumumuz, artık çekirdek aile düzenini yaşamaktadır. Bu düzen içerisinde sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi için babalara büyük görev düşmektedir. Hanımefendisini mutlu etmek, çocuklarındaki özgüveni geliştirmek, babanın asli görevidir. Aile dirliği, anne ve baba arasındaki paylaşımı zorunlu kılsa da sorumluluk açısından öncelik bence babaya aittir. Bazı derneklerin amatörce gerçekleştirdikleri "Ana-Baba Okulları"nı geliştirmek devletin politikası haline getirilmeli. Evlilik için istenen sağlık raporu yanında, “ana baba” ruhsatı veren kurslara katılım zorunluluğu getirilmeli.
Haydi babalar, geçiminiz aksamıyorsa eğer bu akşam eve erken dönün. Dönerken çocuğunuza oyuncak almayı düşünmeyin; onunla oynamayı düşünün.
Yarın akşam da baba evine uğrar, ana babanızla birlikte kahve içersiniz…
Gene de yaşantınızda doğal varlığınıza ters bir şeyler olduğunu sezemediyseniz, size yavrularını büyüten hayvan belgeseli vereyim onu izleyin. Orada küçük aslanın anasının kuyruğunu nasıl gevişlediğini, mandayı deviren aslanın buna niye gıkını çıkartmadığını düşünürseniz belki anlarsınız...
(MamiDaçka)
***