- Kategori
- Deneme
Palmiye yaprakları

İşte, o palmiye yaprakları... Her birinin, her sivrisinin apayrı dilleri var.
Altımda kum beji, yılını ‘65 diye bildiğim bir Mercury ve üstümde yılını gerçekten bilemediğimiz gökyüzü. Hep düşlerimde görüyorum sanki, “Palmiyenin, ağsı yapraklarından” biriyim
Başladığım yer anne karnı ve bilye büyüklüğü, tıpkı palmiye ağacımın yaprağı gibi. Bakıp bakıp şişman gövdesine dalıyorum.
Minicik bir noktayım ve başlıyorum, başlamam gereken şeye, şimdiki zamana. Orta yaşıma gelene kadar genişliyorum, büyüyorum ve hafifçe kilo alıyorum. Kirpiklerimin kaşlarıma değinceye kadar eğiyorum. Rüyada mıyım ne?
Tazeyim. Papatyaları seviyorum. Onlar da beni. Denizaşırı yerlerde taze naneli limonata içiyoruz. Kafenin sahibi de Yunan ezgilerini seviyor, ben de bunu seviyorum işte.Orayı dolaylı olarak seviyorum. Az sandalye, az insan. Hatta hiç yok. Kendi kendime konuşuyorum orada. Limonatam bitince “geçmişte olsaydın ne olmak isterdin?” sorularına “sarayın günbatımında ortaya çıkıp piyano çalan saman sarısı saçlı hayaleti olmak isterdim” diyorum. Bunu her seferinde kafamı cama dayayıp yolu izlediğim oluyor.. Yol, en az bir pasta dilimi kadar uzayıp gidiyor.
Otobüs yolculuklarından nefret ediyorum her zamanki gibi ve vapura binsek daha iyi diye düşünüyorum. Düşünürken doğumu herkesin içine neşe samanları dolduran doğaya dalıyorum. Doğumu müthiş ve engellenemez tek şeydir doğa. Engellenemez lafını yüzyılımızda kaldırınca bir de çocuk kavramı çıkıyor. Şahane. Doğa şahane tabi
Doğa diyorduk değil mi? Çimen gördüğümde ayakkabılarım eriyip parlak kırmızı tırnak boyalarıma dönüşüyor ve kıyıya çarpan her dalgada etek uçlarımı kavrayan bir çift narin pençe ortaya çıkıyor, suya bulanıyorum. Garip. Bu kelimeyi en son salyangozların kabuklarına girdiklerini öğrendiğimi söylemiştim. Kabuğunu ben mi hayal ettim onca sene?
Tüm hatlarım oturuyor, ne olduğumun farkına varıyorum. Döpiyese bayılıyorum. Saçlarımı kestirmiyorum. Onları seviyorum. Zamanı gelince tamamen gideceklerini bilerek onları öpüyorum. Fiziksel kavramıma uyuyorum. Bunu kullanıyorum. Bizet olduğunu bilmesem bile onun her notasını duyduğumda gülümsüyorum kime ait olduğunu her seferinde duyduğumda şaşırmayarak. Çünkü onun yarattığı karakter gibi hissediyorum orta yaşlarımda.
Bazı fiilleri gittikçe daha az kullanıyorum. Geçmişte olsaydın ne olurdun gibi sorulara saray fahişesi cevabını veriyorum. Ne olduğunun farkındalar. Ne olduğumun farkına varıyorum. Ve bunu kullanıyorum. Mekan-insan etkileşimi üzerine düşünerek kokuşmuş yerlerden kaçıyorum. İnsanlardan İlkbahar bahçesinin ortasında çırılçıplak kalıp tüm kokularını derilerine sindirmiş olsalar bile kaçıyorum. Kokuşmuşluk içlerinde çünkü. “Çünkü” demeyi çok seviyorum konuşma dilinde o yaşlarda.Vurgulayarak: “ÇÜNKÜ”
Palmiye ağacımın yaprağında en başa dönüyorum ve bir havai fişek gibi doğmadan, içinde bulunduğumuz, şimdiye, doğuyorum başka bir zamana.
Palmiye ağaçlarının yaprakları havai fişek gibiler.
Ateşten uzak duruyorum. Korkuyorum. Yanmaktan korkuyorum. İşte “olmak” diyorum. Veya “olmamak!”
Yaşadıklarımın rüya olmasını istemiyorum artık.
Ve o palmiyenin yaprakları…