- Kategori
- Öykü
Paris, Hilton
Uçak Paris semalarında… Takım elbiseli, sarışın, genç adam, yuvarlak uçak penceresinden bakıyor. Hiçbir şey göremiyor. Bembeyaz bulutlar var uçağın altında. Uçak, sanki pamuk yığınlarının üzerinde süzülüyor. Birazdan bir anons gelecek. Yolcular kemerlerini bağlayacaklar. Uçağın Orly’ye inmesi biraz daha sonra.. Hilton’daki toplantıya geç kalması söz konusu değil... Hava limanından alacaklar onu.
*****
Masanın üstü karmakarışık. İçerisi buz gibi. Pencereden yağmur suyu girmiş, duvardan süzülüp muşamba kaplı döşemeye akmış. Yağmur suyunun duvarda bıraktığı leke kötü görünüyor. Elektrikler kesik. Bilgisayarda yapması gereken bir dolu iş, onu bekliyor. Mühürlemeselerdi keşke saati!..
Montunun yakalarını iyice kaldırıyor, ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışıyor. Bir yatak olsa şimdi.. Yatsa.. Üç gün kimse kaldırmasa onu yataktan. Uyusa..
Dün bıraktıkları dosya masanın üzerinde. Gri mavi, karton bir dosya. Karton dosya mı kaldı artık? Renk renk plastik dosyalar var şimdi. Yaşlıydı dosyayı getiren.
“Ne işin var baba, senin dosyalarla, yazılarla.. otur evinde keyfine bak! Teyzem de bir bitki çayı getirsin sana. Oturun karşılıklı, için çaylarınızı sıcacık, televizyon izleyin. Şimdi kim bilir ne zırvalıklar okutacaksın bize! Yazamamışsın gençliğinde, içinde uhte kalmış be dayı! Okutma şimdi bize askerlik anılarını!”
Dosyayı önüne çekti. Açtı. Birinci sayfa. Düzgün, özenli bir el yazısıyla yazılmış. Gözünü sayfadan ayırmadan bir sigara yaktı. Zift gibi koktu sigara elinde. Küllüğe basıp söndürdü, küllüğü masanın köşesine itti. Okudu:
*****
“İnsan türü, binlerce yıllık geçmişine rağmen, ne tür ilişkiler içerisinde, ne tür değerlere bağlılık göstererek yaşayacağını kavrayamadı bir türlü. Adil olamadı, bencilliğine yenik düştü daima. Hep, çoğunu, daha iyisini, daha güzelini kendine ayırdı.
Kötülüğü hep, başkaları kendine yaparken gördü. Ama kendi yaptığı kötülükleri de, başkalarına yapılan kötülükleri de görme derinliği, serçe parmağının boyunu geçemedi bir türlü.
Şiddet karşısında müthiş bir boyun eğme kapasitesi gösteriyordu, başka canlılarda olmadığı kadar…
Bazı insanlar, insanların bu yönlerini kullanma yoluna gittiler: Diğer canlıları avlamak, evcilleştirmek yerine, insanı avlayıp, evcilleştirmek…
Böylece iki tür insan tipi ortaya çıktı: Emekçiler ve emek avcıları. Ve, iki tür kültür oluştu: Emekçilerin kültürü ve emek avcılarının kültürü.
Bu iki sınıf insan; farklı değer yargılarına, farklı duygulanımlara sahiptiler. Emekçiler, buna alışamadılar bir türlü. Karşılarındaki canlıların da sonunda insan olması, onların hep kafasını karıştırdı. Onların, kendi kendilerine ”asil” demeleri bile emekçileri ikna edemedi. (…)”
*****
Kalktı. Pencerenin yanına gitti. Saatine baktı. Geç kalmıştı araba. Bunlar da hep son ana kadar bekletirlerdi böyle. Daha dağıtımcıları arayacak, yeni kitabın siparişlerini alacaktı. Masasına döndü. Elindeki dosyayı masaya bıraktı. Hem mutfak, hem de ardiye olarak kullandığı bölmeye geçti. Çay demlenmişti. Bir cam kupa aldı, kendine çay doldurdu. Kesme şeker kutusunun kenarında bir karınca yürüyordu. Bir fiske vurup, karıncayı karton kutudan uzaklaştırdı. Çayını aldı, pencerenin yanına gitti.
*****
Paris sonbaharda bir başka güzel olurdu. Notre Dame, Louvre, Eiffel, Sacré-Cœur, Arc de Triomphe de l’étoile.. Hilton’daki toplantı biter bitmez Paris’te sonbaharın tadını çıkaracaktı. Bu modanın ve lüksün merkezi “ışık şehir”e ne zaman gelse, sanki ilk kez geliyormuş gibi bir heyecana kapılırdı.
Mösyö Verdoux, bir sonraki toplantının İstanbul, Hilton’da yapılmasını önermişti. Şöyle demişti Verdoux: “Bütün Hilton otelleri, kurucusu Conrad Hilton’un felsefesinden hareket eder. Tüm dünyayı konukseverliğin sıcaklığı ve ışığı ile doldurmak.” Haksız da sayılmazdı Mösyö Verdoux. Hilton, İstanbul’da özel Executive katlarında konuklarını ayrıcalıklı bir hizmetle ağırlıyordu. Lobiden özel bir asansörle çıkılıyordu bu katlara. Konukları, özel Executive Floor Reception karşılıyordu. Yalnızca Executive katlardan sorumlu bir müdür, katlarda verilen hizmet ve servisle özel olarak ilgileniyor, konukların konaklamaları boyunca rahat etmelerini sağlıyordu.
*****
Telefon çaldı. Açtı. Karşıdaki hal hatır soran sesi tanıyordu. “Sadede gel İbrahim!” dedi. Sadet asap bozucuydu. Arabayı çekmişler çekiciyle.. Çekildiği otoparktan çıkarmak için 120 lira gerekiyormuş, bu hazretlerde de o kadar para yokmuş. İbrahim’in telefonun öte ucundaki ikinci “sadet”i de geldi: “Abi sende para varsa, bi zahmet gel de alalım arabayı oradan. Yoksa yatar iki gün otoparkta!” Sinirlendi. “Hadi lan!” dedi kapadı telefonu İbrahim’in yüzüne.
Masaya gitti. Kumaşının yırtığından süngeri görünen sandalyesine oturdu, çayından bir yudum içti, dosyayı açtı, okumaya devam etti:
*****
“(…) Halbuki emek avcısı, başkalarının emeğiyle geçinen bir canlıydı. Emekçi, emeğiyle geçinmesine izin vermezse, her yola baş vurabilirdi. Emekçinin kendini sömürtmemek için direnmeleri, asla değerli değildi onun için, ibret-i alem olsun diye, ancak bir cezayı hak edebilirdi. Ve kahraman, ancak, emekçileri hizaya sokmayı başarmış bir emek avcısı olabilirdi. Çünkü ancak böyle birine öykünmek, hayatı bedavaya yaşamanın anahtarını verebilirdi ona.
Emek avcılarının, sistemlerin işleyişlerinde belirleyici olmaları bin yıllardır değişmedi. Onlar, insanın boyun eğme kapasitesine, kendilerine dokunmayan yılanın başkalarına dokunmasına duyarsız kalabilme kapasitesine, kendi yaşaması için başkalarını öldürme gibi bir işte bile pekala, hatta kendini fikir olarak da savunmaya bile kalkarak, çalışabilme kapasitesine inanıyorlardı.
Emek avcıları, dünya çapında, sistemlerin işleyişine hakim olma arzularından asla vazgeçmeyecek olmalarına rağmen, işte bu inançla, hükümetlerin belirlenmesi işini, eşit oy hakkıyla, halkın belirlemesine bırakabildiler. Emekçiler adına trajikomik bir durumdur bu. Emek avcısının kendine güvenini ve emekçinin psikolojisine hakimiyetini göstermektedir. Ve bunun bir yanılgı olmadığı anlaşılmaktadır. En azından binlerce yıl için. En azından bugüne kadar geçen zaman açısından.
Günümüzde, gelişmemiş ülkelerdeki durum, trajikomikliğin de ötesindedir.
Hükümetler, devletin hizmet alanını, karakol hizmetleri noktasına kadar geriletme azminde görülmektedir.
Emekçinin ne sağlığı ilgilendirmektedir onları, ne eğitimi, ne işsizliği, ne evsizliği.
İcraatlarını “IMF öcüsü”ne danışarak belirlemekte, halk için bir programları olmamalarına rağmen, kendilerini halka seçtirmeye devam etmektedirler.
Emekçilerin olana bitene daha dikkatli bakmaya ve olanı biteni daha iyi görmeye ihtiyacı vardır.
Birbirinin karşısına çıkartılarak dağıtılmaya, etkisiz hale getirilmeye imkan vermeyecek bir harca ihtiyacı vardır.
Bu “harç”, bu “emekçi kültürü”, emekçinin ellerinde oluşturulmayı beklemektedir.”
*****
Dosyayı kapattı, çelik dolaba koydu. Aklına bir şey geldi. Kafasını kaşıdı, ellerini beline dayayıp gerindi. Dosyayı koyduğu yerden aldı, evrak çantasının içine yerleştirdi. Evde salim kafayla yeniden okuyacaktı. Çantadan vapurda okumak üzere aldığı gazeteyi çıkardı. Sayfaları çevirdi yavaş yavaş. Gazetenin “yaşam” sayfasında bir haber: “Paris Hilton’u kötü soydular.”
“İki milyon dolarlık mücevher hırsızlığı haberi nasıl veriliyor?” diye düşündü. Hem de okunası bir gazetede… Ciddi bir gazete, ciddi yazılarını okutabilmek için ne kılıklara giriyordu! Gazetenin yanlışı değildi bu! Kimin ya da kimlerin yanlışı olduğunu iyi biliyordu onun kuşağı! “Yağmur yağacak!” dese, “Sen aslında ülkeyi yönetenlere ‘ördek’ demek istedin, sen misin “politika yapan”, gel bakalım içeri, seni iyi bir ütüleyelim!” diyen mantarların dört bir yanda bittiği bir dönemin binlerce kurbanından biriydi.
Sabahtan beri geçmemişti başının ağrısı. Gidip eczaneden bir ilaç alsa iyi olurdu. Elini cebine soktu, cebindekileri masanın üzerine çıkardı, baktı. Kağıt mendil, tırnak makası, çakmak, 10 lira, 5 lira, birkaç bozuk para…bir de not kağıdı: Kağıttaki notu okudu:
“ Karınca ilacı alınacak.”
Zelin Artuğ, İstanbul, 2009