Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

PAŞANIN SANDALCISI

PAŞANIN SANDALCISI

Yılda bir kaç günlüğüne de olsa, dedesini tekrar gördüğünde her yanını sevinç kaplamıştı. Dedesi geldiğinde onu oyuncaklara boğmazdı, hep eli boş gelirdi ama olsun, dedesinin gelmesi ona en büyük hediyeydi, dünyalar onun olurdu. Bu geldiğinde dedesi boynuz saplı küçük, şirin ama çok da keskin bir çakı getirmişti... Nede olsa biraz büyümüş eli çakı tutacak yaşa gelmişti. En çok da dedesinin başındaki Bosna beresini çıkarıp kendi başına takmayı ve bir de dedesinin belindeki kemere takılı olan deri kılıf içindeki büyük çakısıyla oynamayı severdi. Ama artık kendi çakısı vardı, ilk çakısıydı o.

Bembeyaz sakalları vardı dedesinin, Rize'nin on sekiz kilometre doğusunda bulunan Gündoğdu kazasına bağlı bir dağ köyü olan Akpınar’ın Azina mahallesinde yaşardı. O yıllarda Rize’de çay bitkisi yoktu.  Geçimini ara sıra celeplik yaparak kimi zaman da gurbete çıkıp çalışarak kazanırdı. Artık yaşlanmıştı, bütün zamanını köyde geçiriyor, kendini iyi hissettiği zamanlarda da çocuklarını ve torunlarını ziyarete gidiyordu... İşte bu da öyle bir özlem ziyaretiydi, alabildiğince torunuyla oynuyor, onunla vakit geçiriyor, özlem gideriyordu.

Masalları hep babası anlatırdı; kurtla kuzu, kartallarla leylekler, çakalla porsuk... Her defasında bu masallar değişirdi, değişik maceralar geçerdi kartallar ile leylekler veya çakalla porsuk arasında. Ancak dedesi hiç masal anlatmamıştı ona. İşte o gün dedesinin bembeyaz sakallarını okşayıp severken;

“Bana bir masal anlatır mısın dede?” Diye sordu.

“Ben hiç masal bilmem torunum.”

“N’olur dede hadi bir masal anlat, bildiklerinden anlat.”

“Masal değil, ama sana başımdan geçen gerçek bir olayı anlatayım.”

Önce gözleri uzaklara uzun uzun daldı dedesinin, sonra başladı anlatmaya;

“Teyzenden sonra ikinci çocuğum annen yeni doğmuştu. O zamanlar Rize’de iş yok güç yoktu torunum, memleket savaştan çıkmış, Biz de köyümüzde mısır ekip, topladığımız mısırları naylada kuruttuktan sonra tertemiz suları olan, içinde rengârenk balıklar yaşayan gürül gürül akan ırmakların, derelerin kenarlarına yaptığımız su değirmenlerinde öğütüp un haline getirip mısır ekmeği yapardık. Fasulye ekerdik, yiyebildiğimizi yer, kalanını saklayabilmek için turşusunu kurardık, daha sonra bu fasulye turşularıyla soğanları, beslediğimiz ineklerin sütünden elde ettiğimiz tereyağında kavurur “Turşu kavurma” yapardık. Aynı şekilde muhlamayı da, değirmende öğüttüğümüz mısır ununu kendi yaptığımız tereyağında kavurup kıvama getirir, yine kendi yaptığımız koleti peyniri ve yeter derecede suyu ilave ederek kaynatarak yapar, mısır ekmeği ile birlikte yerdik. Dağlardan zimilaçi toplar kavururduk. Denizden ağlarla tuttuğumuz hamsileri de saklamak için, büyük kaplara bir sıra kaya tuzu, bir sıra hamsi dizer salamura yapardık. Sonra bu hamsileri çıkarıp ayıklar, mısır unuyla tavada kızartır yerdik. İşte bunlar yokluk, kıtlık zamanlarının yemekleriydi torunum. Kendi evlerimizi kendimiz yapardık, Ormanlardan uygun ağaçları hızarcılar beş santim genişliğinde uzunlamasına kesip kereste haline getirirlerdi. Önce bir buçuk metreden biraz fazla taş örer, daha sonra üstüne bu tahtalardan ev yapardık. Altında İneklerimiz, üstünde biz yaşardık, evlerimiz hep tezek kokardı. İş yoktu. Arazi dağlık, yamaç, ufak tefek düzlük yerlere de söylediğim gibi fasulye, hıyar, kabak ve tabi en çok da mısır gibi bitkiler eker, biçer ve yerdik. Üst başta yoktu, kesilen ineklerin, sığırların derisinden çarık yapar ayağımıza giyerdik.

Çocukluğumda, hatırlıyorum o günlerde Rus işgali altındaydı köyümüz, bize kötü davranmadılar. Daha sonra Rusya’da Bolşevikler ayaklanıp Çarın başında olduğu Menşevikleri devirince, Türkiye’nin kuzey doğusunu işgal etmiş olan Rus ordusunu geri çektiler. İşte bu geri çekiliş sırasında bir Rus askeri bana ellerim kirli diye bir çuval sabun verdi. Yemek verdiğimiz bir başka Rus askeri de bana mavzerini hediye etti. O mavzer hala evin duvarında asılı durur. Bir gün yaz tatilinde köye gelirsen sana da gösteririm. Kısaca geldikleri gibi bir kurşun atmadan geri döndü Rus askerleri. Bolşevikler sonra Sovyetler Birliğini kurdu, daha sonra da Sovyetler birliği, Türkiye Cumhuriyetini ilk tanıyan devlet oldu. Bu bizi sevdiklerinden değil de, o karışık dönemlerde bu tanımayla güney sınırlarını garanti altına almak içindi.

Köyde yapacak iş yoktu, yeni doğan ikinci çocuğum olan annenin şansına gurbete çıkıp para kazanmak için İzmir’e gittim. Eski bir sandal aldım rıhtımda yolcu taşımak için. Ancak İzmirli sandalcılar beni çalıştırmak istemiyor, aralarına almıyor, her türlü zorluğu gösteriyorlardı. Günlerim sıkıntı içinde geçiyordu. O günlerde İzmir Karşıyaka arasında yolcu taşımak için çalışan vapurlar, büyük tekneler yoktu. Sandallar çalışıyor, kürek çekerek karşı kıyıya insanları taşıyordu. Bana çalışmak için izin yoktu, diğer sandalcılar güçlük çıkarıyor ve dışlıyorlardı beni. Çaresizlik içinde günlerim geçiyordu. Bu çalışmadığım zamanlarda boş durmadım, sandalımla ilgilendim, macununu, kalafatını, boyasını yeniledim, çok güzel bir sandal oldu. Ancak çalışamıyordum ve bu durum çok canımı sıkıyordu.

On gün ya geçti, ya geçmedi, Paşa İzmir’e geldi. Onu görmek için tüm İzmirliler yollara döküldüler, Faytoncular, faytonlarını, arabaları olanlar arabalarını gelin gibi süslediler. İzmir’de evlerde bulunan bayraklar sandıklardaki yerlerinden çıkarılıp, balkonlara pencerelere asıldı. Paşanın yokluğunda sandıklarda bekleyen bayraklar, özgürlüğüne kavuşmuş kuşların kanat çırpışları gibi esen rüzgârla beraber dalga dalga sevinçle, coşkuyla ve sabırsızlıkla paşayı görmek, selamlaşmak için bekliyorlardı. O gün rüzgâr bile bir başka esiyor, koşup paşanın yanağını, kulağını, Altın rengi saçlarını okşamak için sabırsızlanıyordu. Tüm İzmir yaz günü paşanın geleceği yollarda sağlı sollu dizilmiş, üzerlerinde rengârenk cıvıl cıvıl elbiseleri, ellerindeki çiçekleri Paşanın yoluna dermek için bekliyorlardı. Ben de çok sevinmiştim uzaktan da olsa paşayı göreceğime ama gurbet elde olup, çok isteyip de çalışamamanın içime çökerttiği buruk acı yüzünden benim dışımda herkesin çok mutlu ve sevinçli olduğunu düşünüyordum. Çalışıp para kazanamadan köyüme dönmek aklıma geldikçe daha da kötü oluyordum, hüzün girdabına düşmekten kendimi alamıyordum, hatta paşayı görmek ve ona çiçekler atmak için herkes sevinçle beklerken bir an gözlerimden yaşlar geldi, hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi zor tuttum. Gözyaşlarımı etrafta bulunanlardan saklamak için, anneannenin gurbete çıkarken yanıma verdiği kenarları oyalı bembeyaz mendilimle silip, sanki içlerine toz kaçmış gibi ağlamaklığım gidinceye kadar sürekli ovuşturup durdum.

Sonunda Paşa, İzmirlilerin sevinç çığlıklarıyla, havalara fırlattıkları çiçekler ve konfeti yağmurları arasında İzmir’e girdi, Böylesine sevinç ve coşku karşısında, O da çakmak gözlerinin içi gülerek selamlıyordu İzmir’ lileri. Ne yana baksa herkes sanki paşaya sarılıyormuş, sarılmak istiyormuş gibi hem birbirine sarılıp, hem de rüzgârın özlemle altın rengi saçlarını nazikçe savurduğu Paşayı, ellerindeki küçük bayrakları sağa, sola sallayarak coşkuyla selamlıyorlardı. Benim elimde ne çiçek, ne de bayrak vardı, tüm paramı, sandalımın bakımına harcamıştım. O yüzden onları alacak param da yoktu. Ellerimin boş olduğunu gören iki çocuklu bir aile, fazladan aldığı çiçek ve bayraklardan birer tane de bana verdi. Paşa gelince ben de çiçek attım yoluna, coşkuyla “Yaşa! Varol Paşam!” diyerek çocuklar gibi bayrağımı salladım. Bu sefer herkes gibi sevinçten, gözyaşlarımı saklamadan ağlıyordum. Paşa’nın arabası, yavaş yavaş Kordon’dan ilerledi ve.”

“Araba incecik ütü kordonunda nasıl ilerler dede, amma da attın yani sende, ben artık ortaokula başladım, hani masal değil, başımdan geçen gerçek hikâye demiştin?”

“Torunum, hızımı almışken sözümü kesme, İzmir’de Alsancak semtinin deniz kıyısına Kordon diyorlar...  Neden? Diye sorma, ben de bilmiyorum… Evet, ne diyordum?”

“Paşanın arabası yavaş yavaş Kordon’da ilerledi diyordun.”

“Evet, Paşanın arabası yavaşça ilerledi ve evinin önünde durdu. Kapıyı açtılar, coşkulu kalabalığın arasından geçerek eve girdi paşa. Dışarıdaki kalabalığın sevinç coşkusu 2-3 saat daha devam etti ve sonra işine gücüne dönmeye başladı İzmir. İşine dönemeyen bir ben vardım. Tüm paramı sandalıma harcamıştım, cebimde metelik bile yoktu. İzmir’ de hiç tanıdık, akrabam veya arkadaşım yoktu. Bir başınaydım, Basmane’ de kaldığım pansiyona üç gündür para da ödeyememiştim. Bıçak kemiğe dayanmıştı artık ama yapacak bir şey de yoktu. Pasaport rıhtımındaki tüm sandalcılar birbirini tanıyordu. Tek başıma onlarla baş edebilmem mümkün değildi. İzmir’ li sandalcılar gözü pek insanlardı, ben de Karadeniz uşağı olduğumdan ve şu belimde gördüğün boynuz saplı büyük çakı da deri kılıfında her zamanki gibi kemerime takılı olduğu için onlarda pek yanıma yanaşmıyorlardı. Ama bu şekilde de devam edemezdi. Sonunda başka çarem olmadığı için, sandalcılık yapmaktan umudumu kestim ve sandalı acele satmaya karar verdim.  Yaptığım masrafların üzerine üç beş kuruş karla satabilirsem, Pansiyoncu ve esnafa tüm borçlarımı ödedikten sonra eli boş Rize’ye dönmeye karar verdim. Bana İzmir rıhtımında yiyecek ekmek yoktu…

Son kez kendi ellerimle bakım yaptığım, boyadığım, verniklediğim, pırıl pırıl çiçek gibi yaptığım sandalıma bindim ve başladım kürek çekmeye. O yıllarda Pasaport rıhtımı İzmir’ in limanıydı. Çok uzak yerlerden, buhar tribünüyle çalışan büyük gemiler bu rıhtıma yük getirir ve yine bu limandan yük alıp ummanlara seyre çıkarlardı. Bugün hala yerli yerinde olan uzun dalgakıranla, o zamanlar gümrük binası olarak kullanılan şimdi ise vapur iskelesi olan binanın arasından kürekleri aheste çekerek çıktım. Uzunca bir süre kürek çekip Karşıyaka’ya gittim. Karşıyaka sahili kumsaldı, sanki İzmir’ in varlıklı ailelerinin köşk ve konaklarının, yalılarının olduğu sayfiye yeri gibiydi, Sahilde faytonlar o kadar çoktu ki, tüm ulaşım faytonlarla sağlanıyordu. İnsanlar kumsalda güneşleniyor, denize beşer onar metre uzanan ahşap, tahta iskelelerden, kimileri yürüyerek cam gibi tertemiz denize iniyor, Gençler ise koşarak balıklama atlıyordu. Sandalı bu ahşap iskelelerden birine bağlayıp sahilde biraz yürüdüğümde gelip geçen herkesin birbirini tanıyıp selamlaşması, kimi zaman ayaküstü küçük, neşeli sohbetler etmeleri çok hoşuma gitti. Orada biraz yürüyüş yapıp dinlendikten sonra Alsancak Kordon’a doğru küreklere asıldım.

Kordon’a yaklaşınca kürek çekmeyi durdurup arkama baktığımda Paşanın evinin açıklarında olduğumu fark ettim. Biraz daha kürek çekince kıyıya vardım. Kordon denizden yüksekteydi, sandalımı bağladığım yerden merdivenle kıyıdaki kaldırıma çıktım, sahilde uzanan yol Arnavut kaldırımı taş döşeliydi. Burada da faytonlar ulaşımı sağlıyordu. Kordon boyunca yürüyen, gezip dolaşan, çay bahçelerinde oturan nargile tüttüren insanlar vardı. Özellikle paşanın gelmesiyle İzmir bir başka hareketlenmişti. Paşanın gelişini göremeyen insanlar bir o yana, bir bu yana gidip geliyorlar, Paşayı evin penceresinde görmeyi umuyorlardı. Çaresizdim, kaybedecek bir şeyim yoktu, Evin kapısına doğru yürüdüm. Paşanın korumaları beni durdurdular. Geçmeme izin vermediler. “Bırakın beni, Paşayı göreceğim!” diye avazım çıktı kadar bağırdım. Kapıdaki askerler; “Ne söyleyeceksen bize söyle, biz paşaya iletiriz” dediler ama ben yine alabildiğine bağırarak “Meramımı size söylemem, Paşaya anlatacağım, Bırakın beni geçeyim.” Dedim.

Dışarıdaki askerlerle benim aramda geçen bağırış çığırışları Paşa duyup rahatsız olmuş olacak ki, evin kapısı açıldı, rütbeli bir subay çıktı dışarıya üzerimi aradı, belimdeki çakıyı aldı ve beni kolumdan tutup; “Gel bakalım, neden bağırıyorsun? , ne istiyorsun? Paşa seni çağırıyor.” Diyerek içeri aldı. Paşanın bulunduğu odanın kapısına kadar getirdi. Ayaklarım titremeye başlamış, birden boğazım kurumuştu. Sonra kapıyı çaldı ve beni içeri aldı. İçeri girdiğimde Paşanın üzerinde bembeyaz bir gömlek vardı, masada oturuyordu, önündeki kâğıda bir şeyler yazıyordu. Yazmayı bitirince kâğıdı katlayıp yanımdaki subay’a uzattı ve yapması gereken konusunda talimat verdi. Subay çıktı, odada yalnız kaldık ve Paşa yüzünü bana çevirerek gözlerimin içine o keskin, o delici bakışıyla bakıp “Neden bağırıyorsun, ne oldu, ne istiyorsun efendi?” dedi. O deniz mavisi gözlerine bir iki saniyeden fazla bakabilmek mümkün değildi Paşanın, insanı mermi gibi deler geçerdi bakışları. Gözlerimi kaçırdım ve başladım meramımı anlatmaya. Her şeyi anlattım. Hiç konuşmadan ve hissettiğim kadarıyla gözlerini benden ayırmadan dinledi. Sonra çekmecesinden küçük bir kâğıt çıkardı, adımı sordu ve kâğıda, İzmir körfezinde yapacağı gezintilerde beni kendisine sandalcı tayin ettiğini yazdı ve bana verdi. Paşaya çok teşekkür ettim, Sevinçten nerdeyse diz çöküp çizmelerini öpecektim. Bana:”Hadi bakalım bundan sonra sen benim İzmir’de sandalcımsın. Şimdi işinin başına git, yarın öğleden sonra saat 17.00 de burada hazır ol, Karşıyaka’ya gideceğiz.

Birdenbire Paşanın sandalcısı olmuştum. Kâğıdı cebime koydum, subaydan çakımı aldım, evden çıktım, Arnavut kaldırımı taşlı Kordon yolunu hızla karşıya geçip kaldırım kenarındaki merdivenlerden inip sandalıma bindim ve kürekleri neşeyle çekerek pasaport rıhtımına gittim. Sandalımı bağladım ve elimde kâğıt doğruca halıcıya gittim, Paşanın beni sandalcı tayin ettiğini, sandalımı halı kaplatmak istediğimi, üzerimde para olmadığını, halıların parasını daha sonra ödeyeceğimi söyleyip sandalımı el dokuması halılarla kaplattım, aynı şekilde paşa rahat etsin diye yastıklar da yaptırdım sandalıma, güneşten rahatsız olmasın diye tenteler de yaptırdım. Bir de aynı şekilde terziye elbise, gömlek diktirdim, güzel pabuç yaptırdım, bir de güzel bere aldım kendime… Paşayı arkası, dizleri yamalı pantolonla, dirsekleri yamalı eskimiş ceketle gezdiremezdim ya. Bir sürü borç yaptım, hem sandalımı, hem de kendimi süsledim. İzmir’ li sandalcılar bu değişime bir anlam veremediler önce. Fakat daha sonra Paşa’nın sandalcısı olduğumu öğrenince artık benim çalışmama karışmadılar, iş yaptırmamak için engellemediler, Daha sonra onlarla da güzel dostluklar kurduk. Paşanın sandalcısı deyince akan sular duruyordu, ertesi gün akşamüzeri saat beşe kadar hazır etmek için sipariş verdiğim esnaflar diğer tüm işlerini bırakıp benim veresiye siparişlerimi yetiştirdiler. Artık Paşayı Kordon’dan almak için hazırdım.

Körfez gezintilerinde Paşanın rahat etmesi için elimden geleni yapıyordum. Sandalımı çok beğenmişti. Gerçekten de sandalımın İzmir’ de bir eşi yoktu. Bazen canı ister kürek de çekerdi Paşa, ben ne kadar  “Olur mu Paşam, yapmayın, görenler ne der sonra, size kürek çekmek yakışmaz, Ne olur ben çekeyim.” Desem de kürekleri bırakmaz, bir iki dakika olsun çekerdi. Çok güçlüydü, omuzları geniş ve dinçti. Sonra yine bana verirdi kürekleri. Paşa sandala biner binmez deniz bile dalgalanmayı bırakırdı, süt liman olurdu paşanın içinde olduğu sandal koynunda olunca, kürekleri çektikçe yağ gibi kayardık denizde, bazen yolunu şaşırmış yunuslar da sandalın yanında bata çıka bize eşlik ederlerdi. Karşıyaka’ya gittiğimiz zamanlarda sandalımı, kıyıdan uzanmış ahşap iskelelere bağlardım. Kalabalık dostları Paşayı reveranslarla iskeleden karşılayıp yalılarına götürürlerdi. Paşa İzmir’e geldiğinde İzmir’in varlıklı aileleri Paşayı akşam yemeklerine davet edip ağırlamak için yarış ederlerdi. Paşa hiç birini kırmaz, hemen her akşam birinin yalısında, köşkünde hep beraber yemek yer, sohbet ederlerdi. Ben sandalımda paşayı beklerken bana da bazen tepsiyle yemek gönderirlerdi, bazen de evlerine davet ederler, uygun bir yerde bana da sofra kurarlardı. Paşanın bu sofralı, yemekli sohbetleri gece saat ikileri bulurdu. Çoğu zaman Paşayı gece saat ikide Karşıyaka’dan Kordon’a getirdiğim olurdu.

Paşa’ nın İzmir’de olmadığı zamanlarda Bayraklı’ ya, Karşıyaka’ya yolcu da taşıyordum. Kimi zaman da körfezde gezinti için bindikleri olurdu sandalıma. Artık gurbette para kazanmaya başlamıştım. İkinci kızım, yani senin annen bana uğur getirmişti. Bu şekilde İzmir’ de çok para biriktirdim, köyümde ev yaptım, evin eksiği olan eşyaları aldım, başka bir arazi de aldım, hatta köydeki arkadaşlarıma yardım bile ettim.”

“Sandalcılığı bırakıp anneannemin yanına ne zaman döndün dede.”

“Paşa bu Karşıyaka’ya gidiş gelişlerde, hatta bazen Karşıyaka’da kalışlarında önemli ailelerden birinin kızı ile bir müddet sonra evlendi. İzmir’e eşi ile beraber gelip gittiklerinde ben yine paşanın sandalcılığına devam ediyordum. Şimdi artık Paşayı eşi ile beraber taşıyordum körfezde gidecekleri yere. Ama çok uzun sürmedi evlilikleri, duydum ki Paşa Ankara’dan emir subayı ile göndermiş boşadığı eşini İzmir’e. Ondan sonra da artık pek gelmedi İzmir’e. Ben de yeterince gurbette kalmıştım. Baktım ki artık paşa gelmiyor, ben de sandalımı sattım ve köyüme döndüm. İşte böyle torunum.”

“Neden ayrılmışlar dede?”

“Paşanın hanımı güzel olduğu kadar kültürlü ve yurt dışında okumuş, yüksek tahsilliydi. Ayrılıklarına neyin sebep olduğunu bilmiyorum, ama sandalıma bindiklerinde Paşaya devamlı “Böyle yap Mustafa.”, “Şöyle yap Mustafa.” diye sanki talimatlar veriyordu. Devletin idaresine karışıyordu, Koskoca Türkiye’yi idare eden adamın, dizginlerini ele alıp onu kendi istediğince idare etmeye çalışıyor ve kendi istediği gibi olmasını istiyordu. Paşa bir savaşçı olmasının yanında çok kibar bir beyefendiydi, benim yanımda eşini küçük düşürmek istemiyor, konuyu değiştiriyordu. Arada dişlerini, çenesini sıkıp gevşettiğini yüz ve çene kaslarının kasılıp gevşemesine ben de tanık olmuştum. Benim sandalda tanık olduklarım bunlar, İzmir’de olsun, Ankara’da olsun yaşam sürdükleri evlerinde ne gibi geçimsizlikler yaşanmış bilebilmem mümkün değildi.”

“Paşa bir daha evlenmedi mi dede?”

“Evlenmedi torunum. Ancak,  evliliğinden önce bir gün çok neşeliydi ve sandalda bana Sofya’da görevliyken Dimitrina Kovaçeva, kısaca Miti isminde bir Bulgar kızına aşık olduğunu, onu babasından istediğini, ama babasının vermediğini, onu unutamadığını, ona karşı hissettiklerinin hiçbir zaman değişmeyeceğini, kalbinin bir yarısının Sofya’ da kaldığını,  şimşek gibi çakan gözleri ufka dalarak anlatmıştı.”

“Sen de Mustafa Kemal Atatürk gibi hiç aşık oldun mu dede?”

“Ben de anneannene aşık oldum torunum.”

“Atatürk keşke aşık olduğu Miti’yle evlenseydi.”

“Keşke torunum, keşke çok sevdiği o kadınla evlenseydi!”

Adnan Şişman

11 Aralık 2012, 00.20, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..