Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '09

 
Kategori
Öykü
 

Peyote'de ilkbahar - Bölüm 12

Peyote'de ilkbahar - Bölüm 12
 

arkası yarın...


BÖLÜM 12 - Orta Sınıf Kahramanı

-Ne güzel ötüyor bülbüller değil mi Sebasti? diye sordu Dirim uykusuzluktan şişmiş gözlerini ovuştururken.

-Doğrudur Bay Dirim. Bizim köyde de başka kuşlar vardır böyle güzel öten. Biz tarlaya giderken seher vakti başlarlar ötmeye. Akşama kadar bir daha susmazlar. Köydeki zamanlar çocuktum ben. Çok hoşuma giderdi ötücü kuşlar. Tuzak kurup yakalardık onları. Sonra kendi yaptığımız kafeste beslerdik. Ama fazla yaşamazlardı. Ölünce ben de bir tane daha yakalardım. Hey gidi hey, ne günlerdi be!

-Kafese koyduğunda da aynı güzellikte öterler miydi peki?

-Öterlerdi elbet ama az öterlerdi. Ben de çok ötsünler diye karşılarına geçip ıslık çalardım.

-Niye yakalıyordun o zaman, niye kafese koyuyordun onları? Ağaçların üzerinde uzun uzun ötseler daha iyi değil mi?

-Ne bileyim çocukluk işte. Sapanla sığırcık da avlardık. Bazen de serçe vururduk ama serçeden pek iyi et çıkmaz.

-Anlatma lütfen daha fazla. Kızacağım bak sonra. Aramız bozulmasın. Dirim başını ters yöne çevirip kızgınlığını saklamak ister gibiydi.

-Ne dedim ki efendim. Hiç aramız bozulsun olur mu?

-Lafın gelişi söyledim. Neyse, git bir bak bakalım Kalfa orada mı? Anlamsız sohbete bir son verme zamanı gelmişti.

-Olur bakayım. Biliyor musunuz Bay Dirim işçilerden Mürdüm ile Hasat'ı dedikodu ederken dinledim. Maaşları az geliyormuş. Yarım bırakıp gidelim işi diyorlardı.

-Sen kendi işine bak Sebasti!

-Peki Bay Dirim. Bir söyleyeyim demiştim.

Dirim Sebasti'yi başından savdıktan sonra bilgisayarını açıp şantiyenin kuşbakışı haritasından işçileri kontrol etmeye başladı. Sadece on iki işçi görülüyordu ekranda. ”Şunlara telsizlerini takmayı öğretemedik gitti!” diye söylendi Dirim. Ardından işçilerden birinin üzerine tıkladı. Bilgisayar adının Dai olduğunu söyledi bu işçinin. Dai, hemen yanıt verdi çağrıya:

-Buyurun efendim.

-Dai , bütün işçilere söyle: bellerine telsizlerini taksınlar.

-Emredersiniz efendim.

Dirim bir başkasının üzerine tıkladı. Bilgisayar hemen kimlik tespiti yaptı:Oklama.

-Evet efendim.

-Kim olduğunu merak ettim Oklama. Canla başla çalışıyorsun. Aferin sana.

-Sağ olun efendim.

-İşini bitirdikten sonra piknik banklarının sökülmesine başlamanı istiyorum.

-Emredersiniz efendim.

Dirim, bir kaç işçiyle daha konuşup bankların sökülme işinde Oklama’ya yardım etmelerini istedikten sonra haritayı kapattı ve bilgisayarın mesaj servisini açtı. Pastel'den henüz cevap yoktu. O sırada Kalfa içeri girmişti:

-Beni istemişsiniz Bay Dirim.

-Ya evet. Nasıl gidiyor diye soracaktım. Bir problem var mı?

-Yok. Kazı işlemlerine başladık. Her şey yolunda. Borular ve kumlar da gelmiş. Sabah işçilerle beraber hepsini düzenledik.

-İyi. Birazdan ben de geleceğim. İki gün sonrası için hazır olmalıyız.

-Şimdiden hazır gibiyiz zaten.

-Sana güveniyorum Kalfa. Temel atma töreninde vali ve belediye başkanı burada olacak, biliyorsun.

-Biliyorum. Siz hiç merak etmeyin.

-İşçilerin keyfi yerinde mi?

-İyidir. Hepsi canla başla çalışıyorlar.

-Mürdüm ile Hasat da mı?

-Evet. Ne oldu ki?

-Hiç. Sordum öyle.

Sonbaharın ilk günleri olmasına rağmen hala yaz sıcakları devam ediyordu. Belli ki sonbahar, insanların yazı sevmesini kıskanmış ve onun gibi sıcak olmaya özen göstermişti. Bir kaç sene bunu yapmayı başarırsa, biliyordu ki insanlar sıcaktan bıkacak ve o eski sonbaharı yeniden özleyip seveceklerdi. Ama işin kötü bir yanı vardı. Diğer mevsimler de sonbaharın bu yaptığını yapmaya kalkarsa zaten tehlikeli boyutlara ulaşmış olan küresel ısınma, iyiden iyiye azacaktı. Tabii ki bunda sonbaharın o kadar da suçu yoktu. Asıl suç, onun değerini anlamayan ve onu kıskandıran insanlardaydı. Peki kışın olgunluğuna ne demeli! İnsanların bunca sevimsiz hakaretlerine, şikayetlerine ve kıymet bilmezliklerine rağmen her sene sessizce gelir, görevini yapar ve gider. Bir gün onun da canına tak edecek böyle giderse.

Dirim, bir yandan elindeki sandviçi yemeye çalışıyor, diğer yandan tepedeki güneşin kızgın ışıklarına aldırmadan şantiyeyi dolaşıyordu. Henüz tek bir ağaç bile kesmedikleri için mutluydu. Havuz işinin kazı kısmında yer almayan işçileri toplayıp etrafta gözüne hoş gelmeyen ne varsa düzelttirip toplattı. Bütün öğleden sonra dışarıdaydı ve bu sürede 1, 5 litre su ile iki şişe limonlu soda içmişti.

İçeri girip yüzünü yıkadı. Aynada saçlarını düzeltirken "ne kadar da yanmışım" dedi kendi kendine. Daha sonra Sebasti’nin yanına gidip kendisine bir elmalı gazoz yapmasını rica etti. Masasına oturup camdan dışarı baktığında Kalfa ve işçilerin bir çember yapıp yere oturduklarını ve sigara içip sohbet ettiklerini gördü. Camı açıp seslendi:

-Kalfaaa!

-Efendim Bay Dirim! Kalfa sanki Dirim’in sesini duymaya hazırmış gibi hemen yanıt vermişti.

-İşiniz bittiyse gidebilirsiniz. Ben de birazdan çıkacağım.

Saat 6'da Polen'in çıkışına yetişmeliydi. Bu sebeple son molalarını vermiş olan işçileri de biraz erken bırakmıştı. İşçilerin toparlanması daha yarım saat sürer, diye düşünüp oyalanacak bir şeyler ararken Peyote’yi açtı; Küçük Kanat oradaydı:

-Selam, ben geldim! Diye bağırdı ilgi Küçük Kanat’ın ilgisini çekmek için.

-Uyandın demek, dedi Küçük Kanat melodik bir ses tonuyla.

-Uyumuyordum ki, diye karşılık verdi Dirim. Buna rağmen üzeri kuru otlarla kaplı ahşap yatağın üzerinde doğrularak oturma pozisyonuna geçti.

-Bal gibi uyuyordun. Seni ben uyuttum çünkü diye gülerek karşılık verdi Küçük Kanat. Öyle heykel gibi duracağına uyuman daha iyi olurdu benim için. Bunu söylerken Dirim’in yanına doğru yürüdü ve ona ellerini uzatarak:

-Benimle gel, veranda da sıcak kahve içelim, diye davam etti.

-Kahveyi nereden buldun? diye sordu Dirim şaşkınlıkla.

-Sen uyurken ben hasır sepet yapıyordum. O sırada kulübenin yakınından sanal birisi geçti, eşeği ile beraber. Kasabadan dağdaki köyüne doğru gidiyormuş. Ona henüz yaptığım sepeti verdim ve biraz kahve ile bir paket de patlamış mısır aldım.

-Harika! dedi Dirim Küçük Kanat’ın ellerini tutup oturduğu yerden kalkarken. Sen bu oyunda epey iyisin.

Verandada kahvelerini içerlerken Küçük Kanat, aslında Peyote’de bir Kızılderili köyünde yaşadığını söyledi. Dirim, Peyote hakkında çok az şey biliyordu. Sonuçta bu bir oyundu ve Dirim için bu konunun derinlerine inmek hem gereksizdi hem de zaman harcanması gereken bir şeydi. Ama Küçük Kanat kendisi ile aynı fikirde değildi. Anlaşılan Dirim’den daha meraklı ve daha çok boş zamanı olan birisiydi.

-Senin kulübeni yaptığın yer, Peyote’de Mikmakia ülkesinin güney sınırında, diye bilgi verdi Küçük Kanat. Eğer programın kurulumunda doğada yalnız yaşamayı seçmişsen genellikle bu ülke içinde bir yerde buluyorsun kendini. Ben sanal kişilerle beraber olmayı seçmiştim ve bu sebeple Mikmakia’nın batısındaki Irokia’da yer alıyorum. Bir çok gerçek arkadaşım da var Irokia’da. Hepsinin kurduğu ve yaşadığı ayrı bir köy var ve şifre kırıcı program sayesinde birbirimizi ziyaret edebiliyoruz. Ama en güzeli benim yaşadığım Mohavk. Küçük Kanat konuşurken Dirim onun dudaklarıyla ve gözleriyle yaptığı mimiklere dikkatlice bakıyordu. Ne kadar da güzel bir kız yaratmışım, diye övündü kendi kendine.

Küçük Kanat uzun uzun köyünden bahsettikten sonra Dirim’i ya da onun taktığı isimle Kurt İzi’ni Mohavk’a davet etti:

-Benimle Mohavk’a gelir misin?

-Seninle Peyote’nin öbür ucuna bile giderim, dedi Dirim.Bir an göz göze geldiler. Küçük Kanat Kurt İzi’nin nefesini teninde hissediyordu. Her şey gerçek gibiydi sanki. Dudakları birbirine değdiğinde ikisi de gözlerini kapamışlardı. İkisinin de ilk öpüşmeleriydi sanki; o kadar heyecanlanmışlardı.

-Buna inanmıyorum, dedi Dirim. Ama gerçek sayılmayacağı için pek bir zararı yok sanırım.

-Evet, eğer kapüşonun yoksa pek gerçek sayılmaz, diye yanıtladı Küçük Kanat kırgın bir ses tonuyla.

-Bir oyun kapüşonu almadım henüz, dedi Dirim. Sadece mikrofonlu kulaklığım ve elektronik kalemimle idare ediyorum her şeyi.

-Almanı tavsiye ederim. Onu takınca Peyote gerçekten farksız oluyor. Önce Peyote’yi ekranda değil tüm görüş alanını kapsayan gözlükle üç boyutlu olarak görüyorsun. Sonra tüm hareketlerini düşüncenle yapıyorsun, tüm komutları beynin ve göz bebeklerin ile veriyorsun. Konuşmana bile gerek kalmıyor.

-Hiç kullanmadım ama bunları anlatılanlardan biliyorum, dediDirim. Normalde bilgisayarda oyun oynamayı pek sevmem.

-Bence Peyote sıradan bir oyundan farklı, dedi Küçük Kanat. Kapüşonu takınca hissediyorsun. Hem de 6 hissinle beraber...

-Gerçekten mi? Peki elektrotlar canını yakmıyor mu? diye sordu Dirim.

-Elbette hayır!

Dirim, eğer kapüşonu olsaydı az önceki öpüşmeyi acaba nasıl hissedeceğini düşünmeye başladı. Böyle bir öpücükle Polen’i aldatmış sayılır mıydı?

-Benim bir sevgilim var, dedi Küçük Kanat’a.

-Benim de, diye karşılık verdi Küçük Kanat.

-Benimki gerçek, dedi Dirim.

-Benimki de, dedi Küçük Kanat. Üstelik biz nişanlıyız.

-O halde ben bunu kaydetmeden Peyote’den çıkıyorum ve oyunu geri alıyorum.

-Senin de dediğin gibi sadece oyun bu Kurt İzi. Gerçekte hiçbir zaman kim olduğumuzu, neye benzediğimizi, nerede yaşadığımızı bilmeyeceğiz. Söz sana.

-Peki ala. Bunun aksi olursa Peyote ölür.

-Anlaştık, dedi Küçük Kanat. Şimdi sende bana bir söz ver. Asla geri dönmek yok. Tamam mı? Sadece o anı yaşayacağız.

-Söz, dedi Dirim ve onu alnından öperek ayrılacağı için veda etti. Bilgisayarı kapayıp masasını topladı ve güzel Polen’i görmek için şantiye binasından çıkıp arabasına bindi.

Uzun bir turuncudan sonra kırmızı ışık yandı. O sıralar turuncu lamba üreticileri hükümete baskı yapıp trafik lambalarında turuncunun yanma süresinin artmasını sağlamışlardı. Böylece turuncu ışığın lambası da en az kırmızı ve yeşil kadar kolay eskiyor ve değişmesi gerekiyordu. Bu da turuncu lambaların satışının artması anlamına geliyordu. Fakat hükümetin bu kararından dolayı meydana gelen kazalar çoğalırsa, hükümet de bu kararını geri almak zorunda kalacaktı.

Dirim arabasının camına yapışmış bir yüzle burun buruna geldi. Bu küçük yüz yalvaran bir ifadeyle Dirim'e bakıyor, bakışlarıyla para istediğini anlatmaya çalışıyordu. Boynunda asılı kağıtta "sağır ve dilsizim-lütfen yardım edin" yazıyordu. Dirim camını açtı ve çocuğun yüzüne bakmadan ön camı silersen sana para veririm dedi. Çocuk elindeki cam sileceğine rağmen istifini bozmadan Dirim'e bakmaya devam etti. Dirim, onun gerçekten sağır ve dilsiz olduğuna inanmıştı ve üzerindeki bütün bozuk paraları çocuğa verdi.

-Sağ ol abi.

Dirim önce kendisini aldatılmış gibi hissetse de ardından hiç kimsenin bu işi muhtaç olmasa yapmayacağını düşündü. Öyle ya, çok büyük olasılıkla bu çocuk yaşıtlarının sahip olduğu şeylerin yüzde birine bile sahip değildi. İyi bir yuva, güzel yemekler, kendisini şımartan anne ve baba, oyuncaklar, iyi arkadaşlar, sıcak bir banyo, bir plastik top, gıcır gıcır bir çift ayakkabı ve en önemlisi de iyi bir gelecek! Bunlar aslında en temel ihtiyaçlardı ve her çocuğun bunlara sahip olması gerekirdi. "Çok insan var dünyada. Dünyanın taşıyabileceğinden çok daha fazla insan!" diye mırıldandı Dirim kendi kendine.

Dalgındı Dirim ve alışveriş merkezinin otoparkına girerken siyah bir limuzinle burun buruna geldiğini son anda fark etti. Neyseki “pahalı araç, ucuz olana yol verir” kuralını çok iyi bilen limuzinin şoförü çoktan frene basmıştı bile.

Arabasını geçen sefer park ettiği yerin hemen yanındaki boş yere park etti. Araba yanı başındaki turuncu palmiyenin gölgesinden dolayı bu yeri çok sevmişti. Araçtan iner inmez hemen Polen'in yanına doğru koştu. Polen kendisinden sonra görev yapacak kasiyere işi devrediyordu. Dirim onu uzaktan seyretmeyi tercih etti. Polen'in işi bitince kapıya doğru yürümeye başladı. Bir kaç adımdan sonra Dirim'i fark etti ve ona el salladı. Dirim de Polen'e el salladı. Yanına gelince sol eliyle Polen'in sağ elini tuttu ve onu öptü.

-Nasılsın bakalım bugün prenses?

-Harikalar diyarında gibiyim, demek isterdim. Deli gibi çalış, psikolojik sorunları olan müşterilerle uğraş, sonra da "çok mutluyum, hayat ne güzel" diyerek bu kapıdan çık. İşte bu imkansız.

-Seni anlıyorum. Ama en azından bu kapıdan çıktığında o iğrenç şeyleri de kapının arkasında bırakmaya çalış.

-Çok kez çalışıyorum... Neyse, senin de canını sıkmayayım şimdi.

-Benimle paylaşabilirsin, dedi Dirim bütün içtenliğiyle.

-Teşekkür ederim, dedi Polen. Daha fazla can sıkıcı şeylerden konuşmak istemiyordu. Evet, nereye götürüyorsun beni? diye sordu gülümseyerek ve halen utangaçlığının izlerini taşıyan bir rahatlıkla.

-Bilmem. Sen nereye istersen. Dirim, kararı Polen’e bırakmak gibi bir hata yapmak üzereydi. Bir erkeğin yapmaması gereken bir hataydı bu. Kızlar, gitmek istedikleri bir yer olduğunda zaten söylerlerdi; aksi takdirde kararı yanlarında bulundukları erkeğin vermesini beklerlerdi.

-Senin götüreceğin bir yeri isterim, dedi Polen nazikçe.

-Peki. Wishbone Otel'in çatı barına ne dersin. Dirim kararını vermişti. Her 74 dakikada bir tur atıyor kendi ekseni etrafında. Böylece oturduğun yerden bütün Semsiti’yi seyredebiliyorsun.

-Harika!

-Yürüyerek mi gitmek istersin arabayla mı?

-Yakın sayılır, yürüyebiliriz, dedi Polen. Hem açık havada yürüyüş yapmak trafikten daha iyidir her zaman.

-Anlaştık.

Dirim, biraz yürüdükten sonra Polen'in elini tuttu. Polen önce elini çekmek ister gibi yaptı ama sonra bundan vazgeçti. Otelin kapısından el ele geçtiler ve asansöre de el ele bindiler. 28. kata geldiklerinde asansörün kapısı açıldı. Onları smokin içinde yaşlı bir görevli karşıladı:

-İki kişi miyiz efendim?

-Evet, diye yanıt verdi Dirim.

-Sizi şu cam kenarındaki masaya alabilir miyim?

-Elbette.

Yerlerine oturup içkilerini ısmarladılar. Dirim limonlu soda, Polen ise gayda kreması içmeyi tercih etmişti.

-Buradan Semsiti'yi seyretmeye bayılıyorum, dedi Dirim.

-Gerçekten çok güzelmiş. İlk defa geliyorum buraya.

-Ben de çok gelmiş değilim. Üç ya da dört kezdir en fazla.

İçkilerinden birer yudum daha alıp sohbetlerine devam ettiler. Dirim, bütün sevimliliğiyle Polen'i defalarca güldürdü. Ama Polen, her defasında gülümsemesini kısa kesiyordu. Sanki daha fazla mutlu olmamak için kendisini tutuyor gibi bir hali vardı.

-Şu anda en çok ne isterdin? diye sordu Dirim.

-Bilmem, dedi Polen. Öyle özel olarak istediğim bir şey yok. Niye sordun?

-Merak ettim. Sen merak etmiyor musun benim en çok ne istediğimi?

-Ne istiyorsun en çok?

-Sevgilim olmanı istiyorum.

Polen sessizce başını önüne eğdi. Saçları yüzünü neredeyse tamamen kapatmıştı. Dirim eliyle Polen'in çenesini tutarak başını kaldırdı.

-Seni üzecek bir şey mi söyledim?

-Hayır Dirim. Sen çok tatlısın. Çok sevindim benim için düşündüklerine.

-Eeee , sorun ne o zaman?

-Bak Dirim. Ben bir kaç hafta sonra burada olmayacağım. Dayım ailesiyle beraber Manolulu'ya gitmişti geçen sene. İşçi olarak…Şimdi çok mutlular orada. İyi de para kazanıyormuş. Annemle beni de çağırdı yanına. Burada yalnız yaşamamızı istemiyor. Gelecek hafta uçak biletlerimizi de gönderecek.

Uzun bir sessizlik oldu.

-Hep şu ihale yüzünden, dedi Dirim.

-Ne ihalesi?

-Bütün şansımı bitiren lanet ihale!

 
Toplam blog
: 30
: 777
Kayıt tarihi
: 01.11.08
 
 

Elektronik mühendisiyim. Peyote'de İlkbahar adlı romanın yazarıyım. Özel bir şirkette iş birimi müdü..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara