Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

03 Kasım '06

 
Kategori
Felsefe
 

Pişmanlık

Yetmiş beş yaşındaydı ve hala ısrarla balığa çıkmayı başarıyordu. Sırf onunla biraz daha zaman geçirmek için işten bir haftalık izin almıştım.

Mayıs ortalarıydı. Bu zamanlarda bizim oralar bir başka olur. Yeşilin bin tonu kaplamıştır tüm yamaç ve düzlükleri. Kahvenin bazı tonları, köylü kadınların sebze tarlalarında takılır gözünüze ancak gönül koymaz usulcacık kayar gider yeşilliklere. Akasya çiçeklerin kokusu aşkı çağrıştırır adeta. “Falancının oğlu, falancının kızını kaçırmış” diye komşunun torunu haberi verir diye beklersin. Balıkçılar da baharın son avlarını yapmak için sahilden eve gelmek nedir bilmezler. Sahilde şarap içen gençlerin, takaların, ağ çeken balıkçıların, tek tük ana yoldan geçen araçların, sesleri sabah ezanına değin birbirine karışıp durur bütün gece. Güneşin, ufuktan usul usul yükselişiyle gecekilerin yerine sabah balıkçıları açılırlar Karadeniz’in enginliklerine. Hadi rasgele.

İyi ki de gelmişim diyorum, yağmurlu geçmiyor bu Mayıs. Sanki güneş, Ağustos sıcağından daha da yakıcı geliyor insana. Nerdeyse öğle namazı bitmek üzere, şimdi görünür sahilin yamacından aşağı inerken diye heyecanla bekliyorum. Niye ben de gitmedim ki namaza diye kızmadan da edemiyorum kendime. Çok geçmeden Osman Usta ile aheste iniyorlar yamaçtan aşağı. Neredeyse ikisi de aynı yaşta, ikisi de dingin, usta, çoğu zaman esprili, yâd edecekleri binlerce hatırası olan iki ihtiyar delikanlı. Tekne atölyesine gelecekleri aşikâr ve ben de gizlice atölyenin önüne gidip bekliyorum. Beni görünce her ikisinin de yüzünde gülücükler açılıyor ve esprileri birbiri ardına patlatıp duruyorlar. Sonra Osman Usta’dan bizim barakanın altına gelip oturuyoruz. Güneş ışıkları, deniz üstünde oynaşıp duruyor. Tatlı bir Poyraz yüzümüzü okşuyor, ensemizi biraz da üşütüyor.

Denizi dikkatli dikkatli ve çaktırmadan süzdükten kısa bir süre sonra “Haydi, senle bir ağ atalım” diyor. Kırar mıyım, hemen çıkartıyorum ceketi, çorabı. İkimizde yalınayak küçük sandalı suya indiriyoruz. Küreklere asılarak ağları on kulaç derine bırakıp geri dönüyoruz. Sen bırak ben çekerim kürekleri diyorum, inatla sıya sıya dayanıyor hala. Artık ağları suya indirdiğimiz için acelemizde yok. Gizli gizli onu süzüyorum. Tepelere doğru süzülmeye başlamış güneş yüzünü aydınlatıyor. Gözlerinin çakırı, baharın yeşilleriyle şimdi daha bir yeşil olmuşlar. Emekçi elleri ise vücut ölçülerine göre daha büyük görünüyorlar. Ayakları, sanki altında kor varmış gibi kızarmışlar ama kıvrılmış paçalarından ortaya çıkan bacaklarıysa bir o kadar beyazlar. Asla kapatamadığı gömleğinin yakasından dolayı döşü başka bir kızıl yanmış. Kürekler tıkırdayarak ve senkronize bir halde karanlık suları bir yandan öteye devrediyorlar. Sen, eskilerden bahset diye ısrarlarım devam ediyor kürekleri bırakması için.

Hiç bırakmayacakmış gibi tuttuğu kürekleri bir anda salıverdi. Çakır çakır bakan gözlerini bana doğru yoğunlaştırarak “İki şey var” dedi ve başladı anlatmaya.

Bir keresinde Bulancak’a gitmiştim bizim Alicük’le. Halasını ziyaret edecekmiş, ben de gezerim dedim takıldım kendisine. Bizimki halasına gidince ben beklerim seni deyip başladım sokaklarda gezmeye. O zamanlar on yedi yaşındayım. Orta yaşlı bir bayan bana yaklaşıp, “Kardeşim, falan köyün dolmuşları nereden kalkıyor” dedi. Ben de boş bulunup “Bu kadar insan içinde beni mi buldun” dedim. Kadın, bu sözüm üzerine uşaklaşmaya başladı ve çok gitmeden ağır ağır geri döndü ve bana doğru geri geldi. “Bana baksana delikanlı; Bu kadar insan içinde, bir adama seni benzettim de sana soru sordum ama yazılar olsun sana” dedi. Şarp diye aklım başıma geldi ama iş işten geçmişti.

Gelgelelim ikincisine diye devam etti. Memati’nin, Yeniköy’deki ağ tamiri, gemici yatakhanesi, iskelesi bana teslim, aşçılık yapıyorum. Yaşım o zamanlarsa otuz-otuz beş civarında. Ellerinde dört ila beş kiloluk bir Kalkan balığı olduğu halde iki delikanlı geldi Sarıyer tarafından. Elinde balık ve irice olanı “Aşçı Dayı, bu balığı burada pişirip de beraberce yiyelim” dedi. Ben de “Yok olmaz” dedim. Delikanlı ısrar ediyor ben de bir o kadar inatla olmaz diyorum. Kaç dakika geçti bilmiyorum ama bir kez daha pişirelim dese tama diyeceğim ki delikanlı tahta iskeleye doğru elinde balıkla beraber ilerledi. “Bu balığı yiyenin …..” diye ortalığa bir küfür patlatıp, koca Kalkan’ı denize fırlattı. O küfür ortalığa değil banaydı anladım ama ok yaydan fırlamıştı.

Çoktan dalyana gelmiştik. Ben tek nefeste hem kürek çekmiş hem de derin bir yaranın açıldığı ana tanıklık etmiş gibi şaşkın bir haldeydim. Yetmiş beş senelik bir ömür ve unutulamayan iki pişmanlık.

Samsun’da, kalp yetmezliğinden ilk ve son kez yattığında bir gece olsun yanında refakatçi kalmak için doktorlara ısrar etmitim. Sabah kahvaltıdan sonra tuvalete gitmek için yataktan kalkınca başı döndü ve artık sonum geldi gibilerinden yatağa zor uzandı. Tansiyonun çıkmıştır diye yastıkları bacaklarının altına koydum. Ona gözlerini kapamasını ve bizim sahilde oturduğumuzu hayal etmesini söyledim. Bak tatlı Poyraz nasılda nazlı nazlı esiyor hissediyor musun, bir yavru Yunus annesiyle nasıl da oynaşır görüyor musun, akasya yapraklarının sesleri sanki ninni gibi değil mi, ayakların altındaki kumlar ne kadar sıcak, gözün uzaktaki takaları seçebiliyor mu, Annem’de gelir mi birazdan elinde piknik sepetiyle değil mi diye sordum. Hepsine evet dercesine usulca başını salladı. Fakat Annen nerde kaldı diyerek gözlerini araladı. Çok geçmedi annem, ağabeyimler, ablamlar, yengemler, eniştemler, yeğenlerim çoğu hep beraber kapıda belirdiler. Bana sen doktor olmalıymışsın şu an hiçbir sorunum kalmadı dedi.

Birkaç güne kalmaz hastaneden çıkacağının müjdesini alarak, onu başçavuş ağabeyimle başa başa bırakarak işime döndüm. Bir hafta sonra teyzemin oğlu Zafer telefonla beni arayarak “……Ya bu adam ölmedi ya niye arayayım diyorum ama bana seni aramam için ısrar ediyorlar” dedi. Tamam, Zafer geliyorum dedim.

Değirmenönü Sahilinin biricik Yunus Reis’i, bir tatlı Poyrazla, bir çift pişmanlığını da yanına alarak başka bir kıyıya doğru yelken açmıştı.

Seni tanıdığım için hiç pişman olmadım sevgili babacığım.

 
Toplam blog
: 23
: 910
Kayıt tarihi
: 27.10.06
 
 

Ordu-Perşembe'nin Çerli Köyü'nün sahilinde doğdum. 23 yaşına kadar balıkçılık yapıp liseyi bitirdim...

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara