- Kategori
- Siyaset
Poliello ve Japon Kale Maç
‘İyi, Kötü ve Çirkin’ adında bir kovboy filmi vardır: Filmin sonunda, 2 kişi yerine, 3 kişi birbiriyle düello eder; dolayısıyla bu, olsa olsa triello olabilir. Bunun daha çok kişilisi de poliello olur.
Çocukluğumuzda oynardık, bir de Japon kale maç biçimi vardı: Kare biçiminde bir alanın kenarlarının ortasına yerleştirilmiş küçük kalelerle, 4 kişi birbiriyle aynı anda maç yapardı. Diyelim 5 golü ilk yiyen çıkardı. Sonra da maç 2 kişiliğe düşerdi ve en sonunda kazanan 1 kişi olurdu.
Son aylardaki siyasal durumumuz, bu ikisinin acissolu alaturka karışımına oldukça benziyor.
Baştan alalım:
Bazılarının sandığının tersine 2. Cumhuriyet konusu, ilk kez 1990’larda değil, 1960 darbesi ertesinde konuşulmuştu. 1960 basımı ve ‘2. Cumhuriyet’ sözcüklerini içeren 2 kitap vardı ve 28 Mayıs 1960 tarihli gazeteler ‘2. Cumhuriyet’ diye manşet atmıştı.
Aslına bakılırsa 1. Cumhuriyet, Atatürk ölünce 1938’de bitti. Sonra 1950’de bir daha bitti. 1960, 1971, 1980’de birer kez daha bitti. Oysa biz bugün ve burada hala ‘1-2’ ‘1-2’ diye hala yerimizde sayıyoruz. Tarihsel mehter adımını artık bırakmamız gerekli.
Bu cumhuriyet sırası hesabı, 1789 Fransa Devrimi’nden kalma bir gelenek. Onlar şimdilerde, 5. Cumhuriyet’i ne zaman 6. Cumhuriyet yapacakları derdindeler. Biz hala 1. Cumhuriyet’i ne yapacağımıza karar veremedik.
Fransa’da 1. Cumhuriyet kurulduktan sonra, gidişat yürütülememiş, iktidarın ipi ellerden kaçmış, ‘terör’ sözcüğünü ve ‘devlet terörü’ kavramını tarihe onlar kazandırmıştı. O terör devrinde herkes herkesi öldürüyordu, bundan önce de devrim çocuklarını yemişti.
Günümüz toplumları genelde iktidar seçkinleri ve kitle olarak ikiye ayrılır. İktidar seçkinleri; büyük sanayici ve işadamları, siyasetçiler, üst rütbeli askerler, medyacılar ve entellektüellerden oluşur.
Bizim iktidar seçkinleri, şu andaki geçiş döneminde ne yapacağını şaşırmış durumda: TÜSİAD en büyük sanayi şirketlerinin, bankaların ve borsanın çoğunun yabancı sermayenin eline geçmesiyle, artık siyaseten ve iktisaden etkin-dominant bir konumda değil; eskiden iktidar düşürürlerdi ama şimdilerde onları pek kimse dinlemiyor. Basın okurunu ve televizyon seyircisini sürekli yitiriyor. Askerler başa getirdikleri tarafından içeri atılıyorlar. TBMM’dekiler birbirini dövüyorlar ve birbirine sövüyorlar. Entellektüeller çok cami arasında binamaz durumda.
Darbe geleneği yoğun olan bir yakın geçmişimiz var. Burada da gözden kaçan önemli bir öğe var: Darbelerin hep askeri olduğu varsayılır ama sivil darbe de vardır ki de Gaulle Fransa’da bir cumhuriyeti öyle yıkmıştı. Şu anda yaşadıklarımız; sivil darbe türünden bir oluşumda birbirine silah çekmiş poliellocuların japon kale maçı durumunda. Tribünler desen, her an sahaya inebilir, başıbozuklar (Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi) köşe başlarını tutup, geçenden 1, geçmeyenden 2 akçe alabilir.
Bıraktığımız yerden devam edelim:
Bir açmazdan söz edildiğine göre, bir yazardan veya bir entellektüelden beklenen (her nedense) çözüm üretmesidir de, 1970’ten beridir yokuş aşağı sürülen makro ortamı, 50 yaşındaki ben neden kurtarmak zorunda olayım ki?
Tımarhane, kışla, hapishane, morg kapısı, karakol, işkencehane, mahkeme, vd türü her tür eziyeti iktidar seçkinlerinden görmüş biri olarak, durumdan üzerime hiç mi hiç vazife alınmıyorum.
Yangına benzin dökecek, dünya yorganım yokmuş takılacak filan değilim.
Bir zamanlar şu soruyu sormuştum:
Bu ülkede yangında ilk kurtarılacak şey kimdi ve neydi? Ya da kimler masumdu?
Yanıt şuydu:
Hiç kimse ve hiçbirşey.
Sonuçta, kitlenin 1 milyonluk muhbir vatandaşları dahil, ben de dahil, şu an içinde hem yandığımız, hem de donduğumuz faşizm ve engizisyon cehenneminin azatlısı ve/ya muafı yok.
Bu önemli bir saptama: Kişiyi dikkatli bir gözlemciliğe ve özenli bir vaka-yı nüvis’liğe götürüyor ki bu metin de o türden bir kayıt.
İyimserlik ve umut yönü şurada: Doğmuşlar gırtlagına kadar foseptiğe batmış olabilir ama henüz doğmamışlar var. Onlara boş, kendilerinin kubura veya cennete çevirecekleri bir zaman ve mekan boşluğu yaratıp aktarabilirim ki buna ‘tersine poliyalektikli gelecekbilimcilik’ deniyor.
Basitçesi yaptığım, farklı savları yaşatmak, kayda geçirmek ve birbirinden uzakta tutmak ki birbirlerini yok etmeye kalkışmasınlar.
Brockman adlı ABD’li bir editörün ABD’nin önde gelen bilimcilerine yönelttiği ‘en tehlikeli fikriniz nedir?’ sorusuna, Yankiler’in hiçbiri gerçekten tehlikeli şıklar sayamamış. Oysa, benim tarttığım düşünceler arasında İstanbul’a atom bombası atılınca ne olabileceğine ilişkin beyin fırtınaları da var.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=15538
Gelecek hakkında ne iyimserim, ne de kötümser. Lenin’in Rusya’sının, Mao’nun Çin’inin ve Atatürk’ün Türkiye’sinin bugün nerelerde olduğunu, o devrimcilerin düşlerine nasıl kibrit suyu döküldüğünü biliyoruz. Tarih makro etkilerle belirlenemiyor. Sıfır kültürel etkiyle, bir iç-zihinsel tao-dans ile hiç dokunmadan belirlenebiliyor. Tarih hava ve su gibi akışkan ve bir kelebek bile fırtına çıkarabilir ama bir Titan yumruğu bir esinti bile yaratamayabilir.
Bugün birbirinin gırtlağına sarılanlara bakıp bakıp gülüyorum. Çok değil 10 yıl sonra, onların adını hatırlayan hiç kimse olmayacak. Poliellolarını ve Japon kale maçlarını fasulyasına oynuyorlar.