Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Polonya gezi notları

Polonya gezi notları
 

polonya / auschwitz nazi toplama kampı / ölüm barakaları


08.09.2012         (  BUDAPEŞTE  -  KRAKOW  )

Macaristan’da, tahminimden daha fazla kaldım. Doyamadım, pek çok yerini de gezemedim aslında. Ama; artık daha kuzeye Polonya’ya çıkma zamanı geldi.  Budapeşte’nin uluslar arası otobüs terminali olan Nepliget’teyim, Eurolines’in saat 06.30 kalkacak Krakow otobüsünü bekliyorum. Terminal şimdiden hareketli, kocaman valizleri ile insanlar oradan oraya koşturuyorlar.

Avrupa’da gözlediğim kadarı ile Batılı gençlerin ( elbette benim de karşılaşıp, büyük yardımlarını gördüklerim gibi iyi niyetli olanlar hariç ) duyarsız, fütursuz ve empatiden ne kadar uzak olduklarını tespit ediyorum. Akşam, kaldığım odaya, gece yarısı girmelerine rağmen, uyuyan insanlar olduğunun idrakinde olmadan, yaptıkları gürültüden sonra uykum kaçtı, uyuyamadım. Saatinde hareket eden, daha Budapeşte’den çıkmadan uyuyup kalmışım.

Yarım saat sonra uyanıp camdan baktığımda, bir orman içinde ilerlediğimizi gördüm. Derken, Macaristan’ın kuzeyinde son bir iki  yerleşimin ardından, 07.45’ de serbest dolaşımın rahatlığı ile Slovakya sınırına girdim. Gümrük kapılarında, gerilmeden, beklemeden, polislerle dalaşmadan sınır geçmek çok keyif verici. Onbeş dakika sonra, küçük bir akaryakıt istasyonunda mola veriyoruz. Dünden hazırladığım yiyeceklerimi çıkarıp, yemyeşil bir araziye uzanan manzaraların eşliğinde sabah kahvaltımı yapıyorum.

Zvolen kentine doğru ilerliyoruz. Geçtiğimiz köylerin tarıma dayalı olduğu belli, ama; bahçelerinde veya garajlarındaki traktörlerinden başka bir şey çarpmıyor gözüme. Hemen her evin balkonundaki saksılardan, rengarenk çiçekler fışkırıyor hayata.

Kuzeye çıktıkça doğal doku yeşilleniyor. Bu arada, ilk kez güneş enerjisi için yapılmış, güneş panelleri tarlası görüyorum.Koca bir arazi, panellerle doldurulmuş.

Çok güzel pastoral görüntüler başladı ilerledikçe. Sağda, uzaklarda Karpat Dağları yükseliyor. Martin yollarında çam ormanları başlıyor. Karpat Dağları, beş ülke içerisinde yükseliyor. Ukrayna, Polonya, Romanya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya ülkeleri, And Dağlarından da eski bu dağlara sahip olmanın gurur ve bereketini yaşıyor. 1500 kilometre uzunluk, 150 kilometre genişliğe sahip Karpat Dağlarının en yüksek yeri, 2655 metre ile Geristort tepesi. İşte, şu anda, uzaklarda yemyeşil ağaç dokusu ile seyrettiğim, Batı Karpat Dağları. Az sonra, Mala Farta Milli Parkının yanından geçiyor otobüsümüz. Kışın, kayak turizminin gözde yerlerinden olduğu, pek çok kayak tesisi tele ski pistlerinden anlaşılıyor. Şu anda, terk edilmiş hissi veren bu yerlerde, kışın, Avrupa kültüründe ( bizde olduğu gibi komprador turizmi olmanın ötesinde ) yoğun kitlelerin verdiği canlılığı düşünüyorum. 1988 yılında Milli Park ilan edilen Mala Fatra ( Küçük Fatra ) 240 kilometreye yakın bir alana yayılmış. Kayın, köknar, ladin ağaçları tepelere yükseldikçe çam ağaçları ile yer değiştiriyor ve kışın en güzel görüntüleri olan, kar ve çam görüntüleri ile ziyaretçilerini mesut ediyor olmalı. Dağların kuytularında ise, kartal, vaşak, bozayı ve vahşi kediler mekan tutmuş Karpat Dağlarını.Parkın alt yapı ihtiyaçları da Milli Parkın az güneyinde bulunan 60000 nüfuslu Martin kentinden karşılanıyor.

Devamlı tırmanıyoruz, otobüs bakımlı, banamısın demiyor rampaları. Yol boyunca, köy evlerinin bahçelerindeki kuruluklarda, odunlar istiflenmiş, kışa hazırlar anlaşılan. Buralarda, bir kış geçirmek isterdim. Slovenya güzelliklerini hatırlatan manzaralar eşliğinde devam edip gidiyor yolculuğum.

Veliko Fatra Milli Parkı, tam bir kayak merkezi anlaşılan. Telesiyejler, pistler çok fazla, gösterilen ilginin de işareti bunlar. Bugün cumartesi,  restoranlar, konaklama tesislerinin önü araçlarla dolu. Dağ havası almak, tatil yapmak isteyen Slovaklar’ın araçları dizilmiş yol boyunca. Otantik mimari geleneğini yitirmemiş evler, yemyeşil tepeler arasında ilerlerken, güneş tam karşımda, aslında, mükemmel olmasa da; fotoğraf çekmeyi istiyorum, olabildiğince. Ancak, karşı sıralar hep dolu.

Yol boyu, büyük küçük pek çok akarsu görüyorum, ancak; üzerlerine kurulmuş bir elektrik santralına rastlamadım henüz. Saat 11.00 oldu. 4.5 saattir yoldayım. Yaklaşık yarım saat sonra da, Borvirek sınır kapısından, yine serbest geçişin bütün şirinliği ile Polonya  topraklarına giriyorum. Az sonra bir mola yerinde, otobüsten indiğimde, soğuk bir hava ile karşılaşıyorum. Gezi süresince 30 derecenin altına düşmeyen ısı, 12 derecelik bir pik yasparak 18 dereceye düşüverdi.  Çarpılıp, geziyi azaba çevirmemek için, ihtiyatlı davranıp, yanıma fanila almıştım. Tiril tiril tişortleri ile otobüsteki gençler, giderek, içlerine kapandılar serin havada.

Polonya’ya girince, çok farklı bir kültür iklimine girildiği, oturduğum otobüs koltuğundan bile hissediliyor. Öncelikle gözüme çarpan, mimarideki farklar. Çok dik çatıları ile geleneksel Polonya evleri sıralanıyor birer birer. Böylesine dik çatılı evler inşa etmenin mantığını düşünüyorum bir yandan. Hem, bina hacmi daralıyor, hem de çatıda çalışmak için özel ekipmanlar gerekiyor. Tamam, yukarıda oluşacak kar ve buz yüküne tedbir olarak yapılıyor olabilir bu çatılar, ama; estetik görünümlerinin ötesinde zorluklar içerdiği de kesin. Neyse; Polonya geleneksel mimarisine bulaşmak bizim haddimiz değil.

Tepelerden yol boyuna uzanan toprak kır çiçekleri ile dolu. Korkarım, kente yaklaştıkça bu güzellikler kaybolacak. Neredeyse, dakikası dakikasına varıyoruz Bosacka otobüs terminaline. Tren garı, otobüs terminali ve yanı başlarındaki büyük AVM birbirlerine öyle entegre edilmişler ki; kalabalık, kaos ve ilk inişin şaşkınlığı içerisinde, listemdeki hosteli bulana kadar epey uğraşıyorum. Ne var ki; o da dolu. Her zaman olduğu gibi, otobüs terminaline yakın olmasını istiyorum kalacağım yerin. Westerplatte caddesinde hostellerin bulunduğunu hatırlayarak, buraya yöneliyorum. İlk karşıma çıkan NF Hostelde yer buluyorum. ( 45  PLN). Sakin, disiplinli bir yer.

Çantaları bırakıp çıkıyorum Krakow sokaklarına.

Kısaca Krokow’dan bahsedeyim. İki milyona yakın nüfusu ile, şu anda Küçük Polonya Voyvoda’sının başkenti, yani eyaletinin.Polonya’nın ise ikinci büyük kenti.Tarihi boyunca, Polonya krallarının oturduğu, kültür, bilim ve sanat merkezi olmuş ve yılda yedi milyondan fazla tıuristi ağırlamaktadır. Belki; garip gelecek ama, 2. Dünya Savaşı sırasında, kentin Nazi karargahı olarak kullanılması, tahrip edilmesini engelliyor ve pek çok kadim eser bugünlere gelebiliyor.

Kısa bir yürüyüşle Eski Şehir Meydanında ( Rynek Glowny ) buluyorum kendimi. Her yer kıpır kıpır, insan kaynıyor, çoğu, gruplar halinde gezen turistler. Buraları dolaşmayı sonraya bırakarak, Vistül Nehrine uzanan Gradska caddesi boyunca yürüyerek Wovel Kalesine geliyorum. Wovel tepesinin üzerine kurulmuş olan Wawel Kalesi ve Katedrali Polonya’nın en önemli çekim merkezlerinden. Akın akın buraya geliyor turistler. En rağbet gören yerler, Kraliyet Odaları ve Kraliyet Hazinesi ile Savaş Malzemeleri bölümleri. Oldum olası bu saltanat miraslarını sevmediğim için, bilet kuyruğuna girip, beklemeye niyetlenmiyorum. Her kentin en büyük dini yapısının tepesine çıkmayı alışkanlık haline getirmiştim, ama; ne hikmetse, Katedralin çan kulesine çıkan ahşap merdivenlere sardırıp, 11 tonluk Sigsmund Çanını görmek arzusu tahrik etmiyor beni.

Zaten, Wavel Katedralinin fasadındaki Kral ve din adamı heykellerini yan yana görünce, yavaş yavaş dellenmeye başladığımı hissediyorum.  Hele, bir de Papa 6. Jean Paul Polonya doğumlu olunca, daha da alevlenmiş Katolik aşkları Polonyalıların. Din ile devletin yan yana olduğu her yerde zulüm vardır, en hafif ifadesi ile sömürü vardır. Katolik azizlerin mezarlarına iniyorum, kalabalığa karışarak, huşu içerisinde lahitleri tavaf eden müminlerin gözlerindeki ifadeleri izliyorum.

Kazimierz’e gitmeye karar veriyorum sonra. Adını taşıdığı kral Kazimierz tarafından 1335 yılında kurulan semt, Yahudiler’in yerleşmesi ile daha da canlanıyor ve ticari bir kent oluyor. 1554’lerde bir anti semitik harekette oldukça hırpalanıyorlar. Daha sonra, tekrar, Avrupa’nın değişik yerlerinden gelen Yahudiler’le nüfus, Krakow nüfusunun % 30 una yani 65000 rakamına ulaşıyor. Naziler’in 2. Dünya Savaşında Krakow’a girmesi ile,  başta Yahudiler olmak üzere Nazi karşıtı aydınlar, sosyalistler toplama kamplarında dolaylı veya dolaysız ölüme mahkum edildiler.

Acılara tanık olmuş Kazimierz artık, kafe ve restoranlarla dolmuş, loş masalarda nostalji adına şen kahkahalar duyuyorum caddelerinde yürürken. Mahallenin gezilesi mekanları St. Catherie Kilisesi, 15. y.y ‘a tarihlenen Eski Sinagog, 16. y.y Remuh Sinagogu ve mezarlığı, restore edilmiş haliyle İzak Sinagogu. Yine de; ruhunu yitirmiş Kazimierz’de fazla takılmadan, Wavel Tepesinin yanıbaşından akıp giden Vistül Nehri kıyılarına iniyorum.

Vistül denince, Hun İmparatoru Attila geliyor aklıma. Kafasındaki planları; “ atıma Vistül’de  su vereceğim “ diyerek ne güzel ifade etmişti. Belgrad Tuna’sına benzeyecek belki, ama; bence, Belgrad’ın Tuna sahilleri daha sempatik. Daha iyi ışık şartlarında fotoğraf çekmeyi umarak, kısa bir yürüyüş yapıyorum Vistül kıyısında, sonra da, Rynek Glowny’e Eski Kent Meydanının kıpır kıpır yaşamına dönüyorum. Gündüz, farklı yerlerde gezen yabancılar, sanki bu meydanda randevu vermişler. Kupalı faytonlar, satıcılar, hediyelik eşya tezgahları ile yılda yedi milyon turisti ağırlayan Krakow, hak ettiği yere bir türlü gelemeyen şehir olarak ta anılıyor. Bu tarihi doku da Unesco’nun Dünya Mirası Listesinde.

Hava karardı,  fast food ürünlerini sevmesem de, hamburgere yazılıyorum bu gece. Otobüs yolculuğu ve  ardından uzun yürüyüş yordu beni.

09.09.2012     (  KRAKOW  -  WIELICZKA  -  KRAKOW  )

Sabah erken uyanıyorum yine. İlk odama girdiğimde, yatağın üzerindeki kalın yorgan ve battaniyeyi yadırgamıştım açıkçası. Yanılmışım. Gece, felaket soğuk oldu, huzurla gömüldüm yorganıma ve bunu buraya koyanlara minnet duydum uyku arasında. Bir müddet, üzerimdeki ranzada yatan Hollanda’lı ile laflıyoruz. Yurt dışında kime merhaba desem; laf dönüp dolaşıp Ermeni konusuna gelir. Sanki, ben sebep olmuşçasına, Karabağ sorunu yüzünden, Ermeni sınırının neden kapatıldığını soruyor. Kısa cevap veriyorum; “ politikacılar yok edilirse, savaşlar da kendiliğinden yok olur. “ Garip garip bakıyor, inanmıyor dediklerimin samimiyetine anlaşılan. “ Sen de politika yapıyorsun “ diyor sonunda. Türk paranoyası böyle bir şey Batı toplumlarında.

Bugün Auschwitz’e gitmeyi düşünüyordum. Ama; Krakow’un her tarafı turist kaynarken, Pazar günü buraya büyük ilgi olacağını düşündüm ve Wieliczka Tuz Madenine gitmeye karar verdim.

Erken çıkıyorum dışarı, henüz; Rynek Glowny ( Eski Kent Meydanı ) bomboş. Soğuk bir rüzgar esiyor. Vücudum, titreyerek tepki verince, sırt çantamdan yağmurluğumu çıkararak önlüyorum buz gibi rüzgarı. Çöpçüler, akşamdan kalan derbederliği, çöpleri temizliyor, yeniden kirlensin diye.

Krakow, kentlisi ile turisti ile uykuda anlaşılan hala. Sıcaklık 18 derece, ama, bir başka 18 derece bu. Isıtmaya yetmiyor. Boş sokaklarında dolaşırken Sn. Mary Kilisesi’nin önüne düşüyor yolum, Pazar ayini başlamış. İçeri girip bir köşeye ilişip, biraz dinliyorum. Ne var ki; kapının dibinde diz çökerek kendinden geçmiş yalamaları görünce, içim daralıyor, dışarı atıyorum kendimi. İran’da Zeyneb’in türbesinde; Tayland’da, Myanmar’da, dini mabedlerin kapılarındaki tozları yalayan salak müminleri görünce de, aynı hiddet kaplamıştı içimi.

Wieliczka Tuz Madeni’ne anladığım kadarı ile tek almıyorlar, gruplar halinde alıyorlar. Daha doğrusu, giriş bileti alınırken, anlayacağınız dilde bir rehberin peşine takılmak zorundasınız. Üstelik; ne kadar okursam okuyayım, Wieliczka kasabasına nasıl gideceğimi net olarak öğrenemedim. Hollanda’lı arkadaşım, 1986 yılında, grupla gittiğini, 135 m. derinde,  2.5 km. yol yürüyünce sarhoş gibi olduğunu anlatıyordu gülerek. Yalnız gezilmesi, kaybolma ihtimali çok olduğu için yasaklanmış.

 Meydanda hanutçular yolunu kesiyor insanın, Wieliczka ve Auschwitz  gezilerini satmak için. Biraz daha derli toplu, yeri ofisi belli olan bir acentaya giriyorum. 109 PLN diyor, zaten, 73 PLN  giriş bileti kesiyorlar. Saat 10.30’da, toplam yedi kişiyi, yepyeni bir Viano minibüse bindirerek, ciddiyetlerini ispatlıyorlar.

Rehberimiz, gişeden biletlerimizi alıp, hepimize dağıtıyor. Saat 11.00’de, İngilizce tercüman eşliğinde gezecek grupla beraber içeri giriyorum. Rehberimiz, canlı, işin kolayına kaçmayan biri. Detaylı anlatıyor her şeyi. Ocağın 13. y.y’dan itibaren çalışmaya başladığını, yıllar içinde yeni ocaklar açıldığını , payanda olarak kullanılan kütüklerin, palanga sistemiyle atlarla çekildiğini, yerin 135 m. altındaki tatlısu göllerinden içme ve kullanma suyunun temin edildiğini anlatıyor.

İçeri girer girmez, gözlerimizin loş ışığa alışması zaman alıyor. Ardından, bitmez tükenmez ahşap merdivenlerle tam 65 kat aşağı iniyoruz. Ahşap kütüklerle kafeslenmiş tünellerde ilerlerken resmen ürperiyorum. Hemen her katta, yüzyıllar boyunca göçük nedeniyle hayatlarını kaybedenler anısına plaketler ve yine yüzyıllar içinde açılmış yeni galerilerin ad ve tarihlerini içeren plaketler var. Koridorlar boyunca, kenarda akan sular, yer yer gördüğüm su taksim sistemleri, yerin 135 metre altında bulunan tatlı su göllerinden, dolap beygirleri ile çekilen suların bunca geniş alana dağıtımı şaşkınlık uyandırıyor bende. Tabii, atlar var, ahırları, saman depoları ile bu derinlikte, zorlu işlerde bunlar vasıtası ile yapılıyor. Daracık koridor ve galerilerde daha rahat ettikleri için çocuklar ve cüceler çalıştırılırmış. Küçük ve dar merdivenler bunun işareti olmalı.

Krakow’un, en önemli ziyaret yerlerinden biri olan Wieliczka Tuz Madeninden bahsedeyim biraz; 1978 yılına Unescu Dünya Kültür Mirası listesine alınan Wieliczka Tuz Madeni, Krakow’a 10 km. mesafede. Dünyanın en eski tuz madenlerinden birisi, 1996 yılına kadar, bazı galerileri hala çalışıyormuş. Ancak; bu yıl meydana gelen çökmeler ve ekonomik ömrünün bitmesi nedeniyle kapatılıp, bazı bölümleri müze olarak hizmete açılmış. Madenin tavanı 327 m. yüksekliğinde, en derindeki mekan 300 km. derinlikte. Ziyaretçiler, sadece 3.5 km. lik bir kısmı gezebiliyor. Tam 2040 oda, bunları birbirine bağlayan 200 den fazla koridor var.

Yüzyıllar öncesine uzanan bu önemli mekan hakkında da pek çok rivayet var tabii. 1200 yıllarında Polonya kralının kızı bir yerden tuz almış ülkesine geri dönerken neden bizim ülkemizde de tuz madeni yok diyerek düşünceye dalmış. Wieliczka yakınlarından geçerken ilahi bir ses orada tuz madeninin olduğunu söylemiş ve toprağı kazdığında büyük bir tuz damarıyla karşılaşmış. Daha sonra bu madenin içine parmağındaki yüzüğü çıkartıp atmış. Yüzüğünü bulan erkekle evleneceğinin duyurusu yapılmış. Ve bir prenste prensesin yüzüğünü derinlerde bir yerde bir kayaya saplanmış halde bulmuş ve kendisine takdim etmiş. Az önce önünden geçerken gördüğüm dizleri üstüne çökmüş prensin elindeki yüzüğü prensese verirken canlandırıldığı bir heykel de böylece anlam kazanmış oluyor. Tabii; onlar ermiş muradına, kral kızını bu prense vermiş, elbet çok paralar kazanmış. Ama; muhtemelen köle gibi, ucuza ve emniyetsiz çalışan işçilerin başından hiç ölüm eksik olmamış.

Kiliseden sonra, daha alt katlarda göllere iniyoruz. 135 metre aşağıda tertemiz su rezervleri, yüzyıllar boyunca, işçilerin ve işletim araçlarının ihtiyacını karşılamış. Son buluyor gezi ve rehberimiz, hediyelik eşya standlarının önünde dinlenmeye bırakıyor bizi. Bu katta, kocaman bir konferans salonu, restoran var. Sık sık duyduğum telefon sesleri, bu derinlikte bile GSM teknolojisinin devam ettiğini gösteriyor.

İçerideki herkes tuvaletlere koşuyor, nem ve serin havanın etkisi olsa gerek. Etrafı gezerken grubu kaybediyorum, restoranda oturup, hayran, etrafımdaki büyüleyici atmosferi seyrediyor, neden sonra, çıkış levhalarını izleyerek asansörlerin önünde buluyorum kendimi. Demir kafesten ibaret asansör, yer altı tanrısı Hades’in mekanından, gün yüzüne çıkaramayacak gibi geliyor. Pür dikkat görevliler, telsizleri durmaksızın kullanarak, büyük bir disiplin içinde çalışıyorlar. Asönsöre de, aynı disiplinle alıyorlar. Beğenmediğim demir kafes, 35 saniyede, 135 metreyi aşarak, Hades’i gerilerde bırakıp, beni gün ışığına kavuşturuyor. 13.30’da dışarı çıkıyorum, sabah, güneşlerin ardına gizlenmiş olan güneş, ortalığa çıkmış, sırtımın ısındığını hissediyorum.

Caddenin karşısındaki otoparkta bekleyen minibüse gidiyorum, diğerleri de yavaş yavaş geliyor ve hareket ediyoruz Krakow’a. Rynek Glowny yükünü almış turistler adına. Hostelin buLunduğu  Westerplatte caddesinin sağ yanı, Opera’ya kadar uzanan bir botanik bahçesini andıran, sık ağaçlardan, neredeyse güneşin giremediği geniş bir alan. Hemen yanında güzel ince bezemeli dokusuyla Opera Binası yer alıyor. Sola dönüp ilerleyince, Sienna Caddesi Eski Kent Meydanı’na ( Rynek Glowny ), kentin gözbebeğine ulaştırıyor.

Bratislava’ya götürecek otobüs bilgilerini öğrenmek için Bocasca Otobüs Terminaline gidiyorum. Bugün Pazar olduğundan terminal ve tren garı ana baba günü. Herkes ellerinde valizleri ile bir yerlere koşturuyor, gişelerin önü uzun kuyruklarla dolu. Allahtan, uluslar arası otobüslerin gişesinde kimseler yok. 12 Eylül’de Eurobus’ın otobüsü gidecekmiş ( 135 PLN ). Aslında, bir gün daha fazla geçirmemi gerektirecek durum bu.Tren garındaki gişeye yanaşıyorum,  285 PLN gimbi yüksek bir fiyat söylüyor ve ekliyor kadın; “ otobüsle daha rahat ve daha ucuza gidersin. “

En iyisi yarın gelmek buralara, kalabalık ortadan çekilir, daha rahat karar verir ve biletimi alırım düşüncesiyle ayrılıyorum. 12 Eylül’de Bratislava’ya ( Slovakya ), 14 Eylül’de de, Viyana’dan                      ( Avusturya ) Pegasus ile İstanbul’a dönmeyi düşünüyorum. Her geçen gün hızla artıyor Pegasus’un bilet fiyatları.

Sabahtan beri, gerek meydanda, gerek sokaklarda, el ele yürüyen gelinler ve damatlar görüyorum. Çoğu, beraber yürüyorlar sadece, bazılarının yanındaki arkadaşları fotoğraflarını çekiyor. Ülkemi düşünüyorum, gelinlik giymiş bir gelinin, o andaki kaprislerini düşünüyorum, veya adım başında karşısına çıkarak para isteyen çocukları hatta büyükleri.

Güneş adamakıllı devrildi. Artık, Wavel Kalesine, altındaki Aşağı Wavel’e, Vistül Nehri kıyılarına yürümenin, fotoğraf çekmenin zamanı geldi. Gradska caddesinin turistlere hitap eden pek çok mağazasının önünden yürüyerek Vistül kıyılarına iniyorum. Güneş bulutların arasından sıyrılmayı becermiş, ısıtıyor ortalığı. Bunu fırsat bilen kentliler, geniş çimenlik alana yayılmışlar, çocuklar neşe içinde koşturup, bağırıyor, aşıklar birbirlerine sokulmuşlar.

Vistül’ü , Debnicki Köprüsünden karşıya geçiyorum. Gerçekten burası Wavel Kalesi fotoğrafını çekmek için ideal. Peşpeşe basıyorum deklanşöre.  Güneş devrildikçe, Vistül Nehri de kızıllaşıyor. Neden sonra geri dönüyor ve kalenin önündeki parkta bir banka ilişiyorum. İnsanlara bakıyorum, dünyanın her yerinde aynı olaylar karşısında aynı reflekslerle davranıyorlar. Gün batarken, neredeyse herkes susuyor, tefekkür zamanları başlıyor.

Bir anda, arkadan bir ışık parlıyor ve bir uğultu yükseliyor. fark etmemişim tam arkamda bir dinozor heykelinin ağzından ateş püskürdüğünü görüyorum, uğultu ile birlikte. Haşarı bir çocuk, heykelin arkasındaki bir düğmeye bastıkça, dinozor ateş püskürmeye devam ediyor. Sonunda çocuk da korkmuş olmalı, panik içinde atlıyor dinazorun üzerinden. Polonya, 250 milyon yıl önce varolagelmiş dinazorların yoğun yaşadıkları yerlerden. Hatta; geçenlerde, bir dinazor fosili bulunduğunu okumuştum gazetelerde. Zator Juraasic Park da Krokow’un çok ziyaret edilen köşelerinden.

Vistül Nehrinin kızıllığı, karanlığa dönüşürken kalkıyor ve kuzeye doğru, tenha yolları seçerek yürüyorum. Eski Kent Meydanının bir köşesinde kalabalık görüyorum. Canlı müzik yapılıyor, sokulup dinliyorum. Zenci şarkıcı, genlerinden gelen marifeti ile, billur sesi ile şarkılar söylüyor, gençler keyifle dans ediyor.

Neden sonra, odamda, yatağımdayım. Uzanıp, notlarımı yazıyor, Bratislava’yı tanımaya çalışıyorum bilgisayarımdan.

10.09.2012       (  KRAKOW  )

Sanki çok önemli işim varmış gibi, yine sabahın köründe saat 03.00 ‘de uyanıyor, bir daha da uyuyamıyorum. Hava buz gibi, yorganın huzuruna sığınıyorum, sıkı sıkı sarılarak.

08.30’da kalkıyorum yataktan. Kahvaltıdan sonra, Galeria Krakowska’nın karşısında, Lubitz caddesindeki döviz bürosuna giriyorum. Yanımdaki zilotilerim bitti çünkü. 1 € = 4.08 PLN diyor kadın. Allah Allah, dünden beri, iki farklı döviz bürosu da bana 3.05 PLN değerinden sattı. Civardaki, pek çok döviz bürosu da 3.05 verirken, bu kadın % 25 indirimli fiyatı ile çok sevimli geliyor. Sarılıp öpsem ne der acaba ?

Sırada bilet almak var. Triumvira dediğim alandayım yine. Kaotik, karışık ve insanları AVM içinden yürüyerek tren garı ve otobüs terminaline ulaştıran çirkin hesabı tutmadı gönlüm. İki ulaşım merkezinin yanında yer alan devasa Galeria Krakowska ile tamamlanıyor bu üçlü. Hep kalabalık gördüm buraları, her zaman kaotik. Otobüs terminalinin gişelerine bakıyor, en genç ve en güzel kadının bulunduğu gişeye sokuluyorum. Tecrübelerimle sabit, gerçekten güzel ve güzelliğinden emin olan kadınlar, çok daha sempatik ve yardımsever oluyorlar. 12 Eylül için iki otobüs var  diyor. Birini biliyorum zaten, 11.30’da kalkacak. Diğerinin 12.40’da kalkacağını, hem daha hızlı hem daha ucuz ( 100 PLN ) olduğunu söylüyor güzel kız. Yaklaşık 6 saat sürecek bir yolculuğa bilet alıyor ve kalabalığından ayrılıyorum buraların.

Artık, Pegasus’tan uçak rezervasyonumu yapabilirim. Ne hikmetse, internetten bir türlü işlem yapamıyorum. Kredi kartımı tanımıyor site. Neden sonra başka bir kartımla işlemi tamamlayabiliyorum. Pegasus’la Viyana’dan İstanbul’a 110 €.

Hava sıcak bugün 27 derece, yağmur da yok. Eski Şehir’den, Starowilşna caddesini takip ederek, dimdik güneye ilerliyorum. Yine Vistül nehri üzerinden Powstancow Slaskich ( ne zor bir isim ) Köprüsünden karşıya geçiyorum. Solda Lipova caddesinde Shindler’in fabrikasının bulunduğu yere yürüyorum elimdeki haritaya göre. Meşhur Shindler’in Listesi filmine ev sahipliği yapan, daha doğrusu, filmin öyküsünün bizzat yaşandığı mekan burası ( 17 PLN ). Gişedeki kadın uzattığım parayı geri çeviriyor, üstelik bir de bilet veriyor. Bugün ücretsizmiş. Oskar Shindler’in Krakow’un Naziler tarafından işgal edildiği yıllarda, metal tabak, tencere fabrikası olaral kullandığı mekan müze olarak düzenlenmiş.

Oskar Shindler ve  “ Shindler’in Listesi “ filminden bahsetmenin zamanı geldi sanırım.Schindler'in Listesi yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, 1993 ABD yapımı bir filmdir. II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'in uygulamış olduğu soykırımdan binin üzerinde Polonya yahudisinin kurtarılmasında rolü olan Oskar Schindler'i ve bu kurtarmayı konu edinen film, 321 milyon dolar gişe hasılatı elde etmiş ve Akademi, Altın Küre, Bafta ve Grammyödülleri kazanmıştır. "Tüm zamanların en iyi filmleri" konulu çeşitli listelerde üst sıralarda bulunan film, Amerikan Film Enstitüsü'nün güncel listesinde 9. sırada yer almakta.

II. Dünya Savaşı, Nazi Almanyası. Oskar Schindler Almanya'ya iş kurmak amacı ile gelir. Fakat beş kuruşu yoktur. Kendi deyişiyle sunum yeteneği sayesinde birçok üst düzey Alman SS subayı ile dost olur. Bu sırada Yahudi Soykırımı başlamıştır. Schindler'in fabrikası artık getto kamplarındakilerin cennet kapısı olmaya başlamıştır. Schindler´in yardımcısı Itzhak Stern de bir Yahudidir. Stern, Schindler'in fabrikasının idaresini yürütürken, bir yandan da belgelerde yaptığı değişikliklerle bir çok Yahudi'yi Alman savaş gücü için gerekli göstererek, fabrikaya alır ve toplama kamplarına gönderilmekten kurtarır.

Sonrasında, gettolardaki Yahudiler, Kraków'un güneyinde inşaa edilen Plaszow Toplama Kampına sürülür ve bu sırada Alman askerlerinin gettoları boşaltmasını bölgeye hakim bir tepeden izleyen Schindler, birçok Yahudi'nin öldürülmesine tanık olur. Fakat, Stern'in de uyarılarıyla, özellikle Plaszow kampının komutanı Amon Göth başta olmak üzere, Alman subaylarıyla işbirliğine devam eder. Fabrika bir yandan kâr amacıyla çalışırken, Schindler bir yandan da mümkün olduğunca çok Yahudi'nin kurtarılması için çabalamaktadır.

Bu esnada, Berlin'den gelen emirle, kamp tasfiye edilip, tüm esirler Auschwitz'e sürülmeye başlanır. Schindler, her işci için verdiği yüklü miktardaki rüşvetle, Amon Göth'ü kendi Yahudileri'ni, eski evinin bulunduğu Zwittau-Brinnlitz'de (Çekoslavakya) kuracağı fabrikaya götürmeye ikna eder. Gene de sorunlar devam eder ve Schindler'in fabrikasına götürülmek üzere trene bindirilen erkeklerin fabrikaya ulaşmasına rağmen, Yahudi kadınlar bir yanlışlık sonucu Auschwitz'e götürülür. Fakat, Schindler kampın komutanı Rudolf Höss'e verdiği rüşvet ile kadınları tekrar kurtarır ve sonunda listesinde bulunan tüm Yahudileri kendi fabrikasına aldırmayı başarır.

Almanya'nın teslim olması ile beraber, halen bir Nazi partisi üyesi ve kendi deyişiyle köle işçilerden kazanç sağlayan bir kimse olduğu için Schindler, Sovyet askerlerinden kaçmak zorundadır. SS korumalarına, evlerine bir katil veya insan olarak dönmenin ellerinde olduğunu söyler ve askerler esirlere dokunmadan fabrikayı terk ederler. Gece, işçileri ile vedalaşması esnasında, işçiler Schindler'e gerekirse delil olarak sunması için herbirinin imzaladığı ve onlar için bir katil olmadığını izah ettikleri bir mektup ile üzerine Talmud'dan "Kim ki bir insanı hayatını kurtarır, o tüm Dünya'yı kurtarır" sözünün işli olduğu, bir işçinin altın dişinden dövdükleri bir yüzük verirler. Schindler, duygulanır ve ağlayarak tüm bunların yeterli olmadığını, elinden gelenden daha fazlasını yapmış, daha fazla insan kurtarmış olabileceğini söyler.

Ertesi sabah, Schindler Yahudileri, doğan güneş ile uyanırlar ve gelen bir Sovyet askeri tarafından artık özgür oldukları söylenir. Birlikte, yiyecek bulmak adına yürüyen işçiler, sahnenin değişmesi ile birlikte, Oskar Schindler'in Kudüs'de bulunan mezarına doğru yürüyen, günümüz Schindler Yahudileri'ne dönüşür. Filmde son olarak, Schindler'in kurtardığı yaklaşık 1100 kişinin soyundan gelenlerin, filmin çekildiği tarihte yaklaşık 6000 kişi olduğu ve bir zamanlar milyonlarla ifade edilen Polonya Yahudileri'nin artık 4000'den daha az bir sayıyla ifade edildiği seyirciye yansıtılır.

Filmin senaryosu kısaca böyle. Fabrika, üretilen mallar, Shindler’in ofisi, Naziler’in Krakow’a girişinden, Kızılordu’nun gelişine kadar olan olaylar, fotoğraflar, belgeler ve gazete kupürleri ile detaylı anlatılıyor. Ofisi,  savaşı takip ettiği haritası, şahsi bilgiler, haberleri dinlediği radyosu, hatta, duvarda asılı erotik resmi ile bir zaman tünelinin içinde, o uğursuz günlere gidiyorum, iki saat boyunca.

Az ileride Podgorski semtine yürüyorum. Burası, Yahudi gettolarının yoğun olduğu bir bölge imiş, Kazimierz gibi. Podgorski Parkının banklarında oturup, dinleniyor, ırkçılıktan kaynaklanan katliamları düşünüyorum. Hemen arkada, ilginç kuleleri ile Sn. Jozef Kilisesi bulunuyor. 1784 de ilk kilise kurulmuş, sonra yıkılarak yerine 1905-1909 yıllarında şimdiki kilise yapılmış. Neo-gotik mimarinin göz yorucu öğelerinin hepsine sahip.

Sn. Josef Kilisesinin arkasında adını 1814 – 1941 yıllarında yaşamış olan Polonyalı eğitimci ve aktivist Wojciech Bednarski’den alan Bednarskiego Parkı uzanıyor. 13.5 hektar büyüklüğünde ve 17. y.y’dan beri Krakow sosyal hayatında rol alan bu parkın büyüklüğü ve sık ağaçları ürkütüyor beni.  Güneş girmeyen bu parka girmiş bulunuyorum bir kere. Derinlerde bir köşede, birbirlerine sokulmuş aşıklar korkuyorlar beni görünce. Zarar gelmeyeceğini anlayınca da; sabırsızlıkla önlerinden geçmemi bekliyorlar. Diğer kapısından çıkıyorum parkın neden sonra.

Arkamda Krac yada Krakus Dağı yükseliyor. Dağ lafı çok abartılı aslında. Karşımda, 50 metre yüksekliğinde çimenlerle kaplı, yarım küre şeklinde bir höyük var. Kelt takvimine, bir takım astronomik olaylara bağlanıyor, veya pagan tapınağı olabileceği söyleniyor. Krakow adını da Krakus Höyüğünden aldığı yolunda iddialar var. Yukarıya uzanan patikanın ucuna yürümeye üşeniyor, höyüğün tepesine uzanan çimlere kestirmeden dalıyorum. Kısa sürüyor yukarıya çıkmam, ama, kalbim çarpıyor, kan ter içinde kalıyorum. Krakow’un ufka kadar hemen her yeri, Sn. Mary kilisesinin ve Wavel Kalesi ile katedralinin kuleleri görünüyor buradan. Toprak patikadan üzerinde gelinliği ile nefes nefese bir gelin adayı çıkıyor tepeye. Arkasında müstakbel kocası ve bir fotoğrafçı var. Zavallılar şimdiden yoruyorlar kendilerini ve geceye yorgun girecekler.

Güzel bir rüzgar esiyor, Krakow’u seyrederken serin rüzgarlarla ferahlıyorum. Ardından, bu kez, kaymamaya çalışarak, höyük boyunca çimenlerin üzerinden aşağı, Podgorski Meydanı’na iniyorum tekrar. Meydana bakan bir veranda da masalar, içeride self servis yemek kuyruğunda insanlar görünce  içeri giriyorum. Tertemiz, özenli bir restoran. Pek çok Avrupa ülkesinde olduğu Polonyada ‘da bir çok restoranda da, yemekler kilo ile satılıyor. Self serviste, kilo üzerinden fiyatları belli olan yemeklerden seçilenlerin konduğu tabak, darası alınarak tartılıyor, fiyatlandırılyor. Et, sebze yemekleri ve salatanın kilosu 329 PLN. Koca bir tabak dolusu yemek seçiyorum, tam tamına 868 gr. geliyor ve 38.56 PLN ödüyorum. Son günlerin en lezzetli ve güvenilir yemeği ile keyifleniyorum sonunda.

Krakus Höyüğünün arkalarında, Shindlerin Listesinde de adı geçen Plaszow Nazi Toplama Kampına gitmek istiyorum. Auscwitz kampı kurulmadan önce, Krakow işgalinde ilk kurbanlar burada toplanmıştı. Shindler de, muhtemelen Krakus Höyüğünün tepesinden seyretmişti, enselerine kurşun sıkılarak öldürülen binlerce kurbanı. 2-3 kilometre yürüdüğüm halde hiçbir iz, işaret göremiyorum. Hava kararmaya, ben mezarlıklarda yürümekten bıkarak, ger, dönüyorum.

Hostelin karşısındaki parkın içindeki turizm ofisinden, yarın gitmeyi düşündüğüm Auschwitz Nazi Kampına giden otobüslerin hareket saatlerini öğreniyorum. Görevli kız, büyük bir nezaketle, kağıt üzerine saatleri yazıp uzatıyor.

Torunum bugün okula başladı, Skype üzerinden  görüşüyorum, uzandığım yatağımdam. Notlara dönüyorum. Gün bitti, daha ne olsun.

11.09.2012   (  KRAKOW  -  AUSCWİTZ NAZİ KAMPI  -  BİRKENAU NAZİ KAMPI  -  KRAKOW   )

Bugün, Auscwitz ve Birkenau Nazi Toplama Kamplarına gideceğim. Aslında, Krakow’a geliş nedenimin başlıcası bu. Akşam, Brezilyalı bir genç geldi. Fütursuz, ranzaların borularına çarptıkça, ksenophon gibi yankılanan seslerle sık sık uyansam da, uykumu almış olarak 05.30’da uyandım. Kamplardan geçecek otobüs veya minibüsler Oswiecim’e gidiyor. Yolda inerek Auscwitz’e yürümek gerekecek. İlk aracın , Bosanska otobüs terminalinin bodrum katından kalktığını dün öğrenmiştim. 06.30’da çıkıyorum sokağa ve işe gitme telaşındaki gençlerin arasına karışıyorum. Bodrum katta peronlara bakıyorum, Oswiecim yazan yok. Bir minibüs şöförüne soruyorum, adamcağız hareket etmek üzere iken, el frenini çekiyor, aracından iniyor, ileride bir yerlere bakarak, 7. veya 8. peron olmalı diyor. Peronda, sadece genç bir kız bekliyor. Oswiecim teyidini alıp, ben de beklemeye başlıyorum. Giderek uzuyor kuyruk, minübüs geliyor ve tam saatinde hareket ediyor ( 10 PLN ).  Kentten çıkar çıkmaz ormanlar içinde serpilmiş evlerle güzelleşiyor ortalık.

80 dakika sonra, şoför Auchwitz diye seslenerek, kenara çekiyor aracı. Neredeyse araçtakilerin tümü iniyor. Bir park girişine benzeyen kapıya, benim gibi hızlı yürüyen bir Japon genç kız ile varıyorum. İçeri giriyorum, peronların önünde görevlilerden başka kimseler yok henüz. Rehber eşliğinde İngilizce turlara katılmanın bedelli 40 PLN, rehbersiz girişler için bedel alınmıyor. Turların oluşması için zaman kaybetmek istemediğimden, görevlinin elindeki kartla okeylediği perondan giriyorum içeri.

İleride fotoğraflarından tanıdığım o meş’um kapıyı görüyorum. “ Arbeit macht Frei “ yani; “ çalışmak özgürlük “ yazan o alaycı cümleyi. Aslında; bu cümle, Almanların milliyetçi yazarlarından Lorenz Diefenbach’ın 1872 yılında yazdığı kitabın adı ve Nazi disiplinini vurguluyor aslında.

Söylenecek, yazılacak çok şey var, Auchwitz ve Nazi Toplama Kampları hakkında, fazla detaylandırmamaya, ama, yine de, çarpıcı konuları, bu toprakların lanetini vurgulamak adına anlatmaya çalışacağım.

İnsanoğlunun yarattığı bu organize utanç tablosunu ve kampın tarihi ile ilgili bazı bilgileri aktarmaya çalışacağım: Kampın Kuruluşu: Auschwitz 5 uzun sene boyunca Nazi’lerin işgal ettiği tüm bölgelerde yaşayanlar tarafından “korku” ile eşanlamlı oldu. Kamp, 1940’ta Polonyalı siyasi suçluları tutmak için inşa edildi. Kampın asıl kuruluş amacı Polonya soyunu yok etmek için olmasıydı, ancak zaman ilerledikçe Naziler kampa Avrupa’nın dört bir yanından, işgal ettikleri tüm topraklardan çoğunluğu Yahudiler olmak üzere pek çok grup insanı getirmeye başladıklar.

Kampta Çingeneler, Çekler, Yugoslavlar, Fransızlar, Avusturyalılar, Macarlar ve Almanlar da bulunmaktaydı. Hitlerin, Ari ırk politikasının uzantısı olarak, burada işgal ettikleri topraklardan toplayabildikleri kadar Yahudiyi tutuyorlar, onları toplumdan ayırıp ardından öldürerek Hedefledikleri “temizlik” e ulaşmayı amaçlıyorlardı. Müze’nin bloklarından birinin odasında, Almanya’nın Polonya’yı işgalinin fotoğrafları, Polonyalıların nasıl topluca kamplara gönderildikleri ve tutuklandıklarının resimleri, Alman askerlerinin acımasız, robotsu bir surat ifadesi ile, kaçmakta olan masum bir anne ile kızının çorak topraklarda kuşatıp o anda vurarak öldürmelerinin görüntüsünden tutun da, asılarak öldürülmüş kadınlı erkekli aydınlar ve öğretmenler topluluklarının, tutuklanarak götürülen değereli fizikçilerin ve diğer bilim adamlarının, öldürülmüş bebeklerin, sokaklarda bir başına kalmış ağlamakta olan çocukların, çukura atılmış ve birkaç dakika sonra vurularak öldürülecek olan bir Polonyalı masum’un yüzüne histerik kahkahalar atarak bakan askerlerin görüntülerini, idam duvarı önünde sıraya dizilmiş 6-7 kadar Polonyalı’nın suratlarına doğrultulmuş tüfeklere olan bakışlarını ve daha nice iç burkan fotoğrafı görebiliyor, tarihe tanıklık ediyorsunuz.
 
Müze turunun daha ilk başında sizi nasıl bir vahşetin beklediğini hissetmeye başlıyorsunuz... Almanlar Polonya’yı işgal ettiklerinde Oswiecim bölgesini de ele geçirmişler ve bu bölgenin ismini Auschwitz olarak değiştirmişlerdi. 1939’un sonlarında bu bölgede bir konsantrasyon kampı kurulması fikri ortaya çıkmış ve bu fikrin arkasındaki resmi dayanak, diğer hapishanelerdeki (Silesia) tutuklu nüfusun fazlalığı ve olası toplu tutuklamalarda oluşacak yer ihtiyacını karşılamak olarak gösterilmişti. Kampın hangi bölgeye kurulacağı ile ilgili bile bir komite oluşturulmuş ve en sonunda yaşam alanından uzakta olan Oswiecim bölgesinde karar kılınmıştı. Bu bölge çevresinde yerleşim alanı olmamasından dolayı kolaylıkla izole edilebilir ve dış hayattan bağları kopuk bir şekilde kontrol altında, artacak tutuklu nüfusu ile orantılı olarak gerektiği kadar büyütülüp genişletilerek inşa edilebilirdi.
 
Ayrıca bölgenin çok çetin hava koşulları vardı.. Nisan 1940’da Rudolf Höss’e kampı kurması için ilk emir verildi ve 14 Haziran 1940’ta Auschwitz Kampı’na ilk tutuklular, 728 siyasi Polonyalı tutuklu, getirildi. İlk yapıldığında kamp 20 binadan oluşuyordu. Daha sonra, 8 yeni blok daha tutuklular işgücü olarak kullanılarak inşa edildi. Kamp şu anda, mutfak, depo gibi alanları hariç tuttuğunuzda 28 binadan oluşuyor. Kamptaki tutukluların ortalaması 13 ila 16000 arasında zaman içerisinde değişiklik gösterdi, 1942’de bir dönem 20.000’e dek ulaştı. Tüm tutuklular binalarda kalıyor, çatı katları ve bodrumlar bile bu amaçla kullanılıyordu. Tutukluların sayısı yükseldikçe kampın kapladığı alan da genişledi. En sonunda devasa ve korkunç bir ölüm fabrikasına dönüştü...
 
Auschwitz’in ardından 3 km uzağında Birkenau kasabasında bir ikinci kamp daha inşa edildi (daha sonra adı Auschwitz II olarak anıldı), onu 3. ve Almanya sınırına yakın olan Monowice (Auschwitz III ) kampı izledi. 1942-44 yıllarında bu kampların sayısı 40’a ulaştı ve bunların çoğu AIII’e dahil olarak sayıldı. Bu kamplar fabrika, maden ve çelik işçiliğinin yapıldığı bölgelere çok yakındı ve tutuklular ucuz işçilik olarak bu alanlarda kullanılıyorlardı. Naziler kampları terk ederlerken pek çok yeri yakıp yıktılar ve yarattıkları vahşeti kendi elleriyle yok etmeye çalıştılar. AII kampından geriye kalan en önemli kalıntıların arasında 4 krematoryum, gaz odaları, kampa varan tutukluların seçilip ayrıldığı özel bir yolcu indirme alanı ve insan külleri ile dolu havuz bulunuyor.

AI kampında ise Ölüm Bloğu olarak adlandırılan bölüm bulunuyor. Bunun dışından her iki kampta da tutukluların kaldığı ve diğer amaçlarla kullanılan bloklar, kampın ana giriş kapıları, gözlem kuleleri ve elektrikli teller aynen korunuyor. Nazilerin ardlarında bırakıp yıktığı kalıntılar, kalıntılardan aynen bir kez daha inşa edilmiş ve vahşetleri sergilenmiştir. Auschwitz’deki blokların içerisinde bugün kampın tarihini anlatan, tutuklulardan kalan pek çok eşya, kampta kullanılan çeşitli malzemeler sergilenmekte ve çeşitli fotoğraflar, evraklar da bulunmaktadır... Kampa varış: Kampın girişinde, tutukluların hergün minimum 12 saat çalıştıktan sonra altından geçtikleri “Arbeit Macht Frei” (Çalışmak özgürleştirir) yazılı ana kapıyı görüyorsunuz.
Ağır işçilik ve çalışma koşullarından sonra, tutuklular bu kapıdan her gün girerken girişte marşlar çalan bir bando oluyordu. Marşlar eşliğinde yorgunluktan ölme raddesine gelmiş olan binlerce tutuklunun daha düzenli bir şekilde sayılması amaçlanıyordu. 1942 yılından itibaren Auschwitz, Avrupalı Yahudi soykırımının yapıldığı en büyük merkez haline geldi. Kampa varan Yahudilerin büyük bir çoğunluğu, hiçbir ayrıştırma işlemine tabi tutulmadan doğrudan gaz odalarına gönderilmiş ve öldürülmüştü. Bu öldürülen binlerce kişi, hiçbir kayıt altına alınmamış, kampta herhangi bir kimlik numarası almamışlardı. Bu nedenle, kampta doğrudan ölüme gönderilenlerin sayısı uzun yıllar bir muamma ve tartışma konusu olmuştu. Pek çok ülkeden farklı tarihçi değişik rakamlar öne sürmüştü ancak çoğunlukla birleşilen rakam 1,5 milyon kişinin bu kamplarda öldürüldüğü yönünde olmuştur.

Kampta Blok 4’te birinci katta, insan külleri ile dolu olan vazoyu görebiliyorsunuz. Bu küller AII kampından getirtilmiş ve sergilenmektedir. Günahsız insanların, çeşitli eziyetlere maruz kaldıktan sonra, birkaç gram küle dönüştüklerini gösteren bu vazonun kişinin insanlığı sorgulamasına sebep olmaması imkansız.. Naziler kampa getirdikleri çoğu Yahudi’yi yeni bir yerleşim alanına getirdiklerini söyleyerek ikna etmiş ve kandırmıştı. Yunanistan ve Macaristan’dan getirdikleri Yahudilere var olmayan arsaları, tarlaları, mağazaları kağıt üzerinde satmışlar, onlara olmayan fabrikalarda çalışma vaatlerinde bulunmuşlardı. Böylece kampa gelen hemen hemen tüm Yahudiler yanlarında pahada ağır tüm değerli varlıklarını, para ve takılarını getirmişlerdi. Ve tüm bunlara kampa geldiklerinde el konulmuştu..

Auschwitz kampına 2400 km uzaktan bile getirilen tutuklular bulunuyordu. Yolculuk, hayvanların ya da malların taşındığı yük vagonlarında yapılıyordu. Yolculuk süresince hiçbir gıda maddesi verilmiyordu. Yolculuğun bazen 7 ila 10 gün sürdüğü oluyor ve yolcular kampa ulaştıklarında yorgunluk ve açlıktan son derece bitkin, yaşlı ve güçsüz olanlar ve çocuklar ise daha varmadan hayatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Gaz odaları: Nazilerin kamplardan kaçarken arkalarında yok etmeyi unutarak bıraktıkları teknik çizimler sayesinde gaz odaları ve krematoryumlar bir kez daha kalıntılardan ve orjinal malzemelerden inşa edilmişti.

Gaz odası ve krematoryum II modelinde, öncelikle insanların yer altı odalarına soyunmaları için sokulduklarını görüyoruz. Banyo yapmalarına izin verildiği söylenerek kandırılan bu masum insanlar gaz odalarına girmeden önce çalışmaya uygun olup olmadıklarına göre ayrıştırılıyorlardı. Çalışmaya uygun olmayan kişiler banyo yapacakları gerekçesi ile soyunduktan sonra duş odasına sokuluyorlardı. Tavanda duş başlıkları bulunuyordu, aslında bu duşlar hiçbir zaman so borularına bağlanmış değildi. Oda yaklaşık 2000 insan alabilecek büyüklükte idi. Odanın kapıları sıkıca kapatıldıktan sonra, Naziler tavandaki bazı deliklerden Cyclon B adı verilen kimyasal gazı salarlardı. 15-20 dakika içerisinde odanın içinde kapana kısılmış masumların tümü can verirlerdi.

Daha sonra ölmüş olanların, altın dişlerinden, küpe ve yüzük gibi değerli tüm takıları üzerlerinden toplanır ve vücutlar yakılacakları alana bodrum katına taşınırdı. Blok 4’te 4. odada büyük bir tehlikeyi göze alarak gizlice fotoğrafları çekilmiş olan gaz odalarına götürülen kadınların ve vücutların yakıldığı anı gösteren fotoğrafları görebilirsiniz. Gaz odalarında kullanılan Cyclon B gazı: Cyclon B “Degesch” isimli bir Alman firması tarafından üretilmişti ve gazın 1941-44 yılları arasındaki satışından elde ettikleri kar 300.000 Alman markı civarındaydı. Sadece Auschwitz’de 1942’den 1943’e dek 20.000 kilogram Cyclon B kullanılmıştı. Kampın kumandanı Höss’e göre, zehirin 5-7 kg’ı 1.500 kişiyi öldürmek için yeterli idi. 20.000 kg ile yaklaşık 6 milyon kişiyi öldürmek mümkün idi.
 
Kampa el konulduğunda, depolarda yüzlerce kutu kullanılmayı bekleyen Cyclon B kutularına ulaşılmıştı. Kampa el konulduktan sonra: Sovyet Ordu’sunun kampa girmesinden sonra, kampta yaklaşık 7000 kg insan saçı paketlenmiş ve gönderilmeye hazır bir halde depolarda bulundu. Verilen bilgilere göre bu saçlar yalnızca kamp yönetiminin henüz Reich bölgesindeki fabrikalara satmayı başaramadığı ellerinde bulunan az bir miktar idi. Yapılan analizlerde bu saçlarda yüksek miktarda Cyclon B’nin yapıtaşlarından biri olan hidrojen cyanide’e rastlanmıştı. Bu saçlar Alman firmaları tarafından çeşitli kumaşların yapımında kullanılıyordu. Altın diş dolguları ölü bedenlerden alınıp eritilip SS Sağlık Merkezi’ne gönderilirdi. İnsan küllerinin pek çoğu gübre olarak ya da dere yataklarını doldurmak için kullanılmıştı.

Ardlarında yarattıkları vahşetten iz bırakmamak için Naziler tüm depoları yakmaya çalışmışlardı. Yaklaşık 30 adet depo yanmıştı. Kampa el konulmasından sonra yakılan onlarca depoya rağmen, binlerce ayakkabı, kıyafet, bavul, kap kacak, tıraş takımı ve fırçalar bulunmuştu... Bu malzemelerin tümü müzedeki odalarda sergilenmektedir.

Ömrümde bunca ayakkabıyı, her taraflarından acı akan, hüzünlü ayakkabıyı bir arada görmemiştim. Üzerlerini siyah bir ölüm rengi, bir toz bulutu gibi kaplamış birbirinin benzeri ayakkabılar... Aralarında umudu simgeleyen, kimbilir hangi güzel ve mutlu günlerde giyilmiş birkaç alçak topuklu kırmızı ayakkabı... Hepsi ama hepsi birbirinin aynı bir büyük tel yığını...Hepsi birbirinin aynı yüzlerce binlerce tel gözlük... Binlerce rengarenk tencere... Kampa varışta kimliklendirme: Kampa getirildiklerinde açlık ve yorgunluktan harap bir halde olan tutuklular gerçeklerle bir kez daha yüzleşirlerdi.

Kamp lideri, Auschwitz’in bir konsantrasyon kampı olduğunu açıklar ve kamptan tek kaçış yolunun krematoryumların bacaları olduğunu söylerdi... Gelenlerin tüm kıyafetlerine ve eşyalarına el konulur, hepsine, onları soğuktan korumaktan çok uzak incecik birer parça paçavra kıyafet verilir, hepsinin saçları kadın erkek ayrımı olmadan kısacık kesilir, banyo yaptırılır, hepsi dezenfektanlarla ilaçlanır ve en sonunda 3 farklı açıdan fotoğrafları çekilerek, kayıt altına alınır ve her birine bir kamp numarası verilirdi. Bugün Müzedeki hemen hemen tüm blokların duvarları fotoğrafları çekilmiş masum insanların bakışları ile dolu. Bir kısmı korku dolu, ama çoğunluğu meydan okurcasına ve dimdik bakıyor size...

Zamanla kampa gelen tutuklu sayısı o kadar artmış ki, fotoğraf çekme işlemine de bir son verilmiş. Bu nedenle fotoğrafı çekilenler kayıt altında tutulan tutukluların, yüz binlerce insanın sadece ufak bir bölümünü oluşturuyor... Başlarda verilen kamp numarası işleyişi 1943’ten itibaren tutukluların vücutlarına kamp numaralarını dövme yaparak işleme haline dönüşmüştü. Tutuklama sebebine göre, her tutuklunun kamp kıyafetinin üzerine farklı renklerde üçgen şekiller işlenirdi. Kırmızı üçgen, siyasi tutukluları; sarı üçgen ve yıldız Yahudi tutukluları; siyah üçgen çingeneleri; mor üçgen Yehova Şahitlerini; pembe üçgen homoseksüelleri; ve yeşil üçgen suçluları temsil ederdi.

Verilen kıyafetler asla soğuktan korumak amaçlı değildi. İç çamaşırları birkaç haftada, hatta birkaç ayda bir değiştirilirdi. Tutukluların kendi çamaşırlarını yıkamalarına da izin verilmezdi. Sağlık koşullarının ve hijyenin yokluğu, başta tifüs, ateşli tifo ve uyuz olmak üzere pek çok salgın hastalığın patlamasına sebep oldu. Çalışma koşulları: Gaz odaları ve Ölüm Duvarı’nın önünde idam edilmenin dışında, tutukluların bir diğer ölüm sebebi ağır çalışma koşulları idi. Tutuklular kampın bloklarının, yollarının, drenaj kuyularının inşasında çalıştırılmaya başlanmış ve ardından endüstriyel alanlarda da kullanılmışlardı. Tutuklular, bir dakika bile dinlendirilmeden, ya da işi ağırdan almalarına izin verilmeden, koşturularak, yüksek tempoda çalıştırılırdı. Ağır iş yükü, açlık, durmaksızın dövülmek, bezdirici sert koşullar çoğunlukla bir iş günü sonunda ölümle sonuçlanırdı. İş günü sonunda, tutuklular kampa geri dönerken, ölmüş olan arkadaşlarının vücutlarını da yanlarında taşırlar, kampın girişinde bandonun çaldığı marşlara ayak uydurmaya çalışarak bir kat daha eziyet çekerlerdi.
 
Beslenme: Tutukluların bir günlük beslenme ihtiyacı ortalama 1300-1700 kalori üzerine kurulmuştu. Sabah kahvaltısında tutuklulara ½ litre kahve ve akşam yemeği olarak da 1 litre etsiz, çoğunlukla çürük sebzelerden yapılmış çorba verilirdi. Çorbanın yanında 300-350 gr civarında siyah ekmek, 30 g margarin, 20g sosis ve bitki çayı ya da kahve verilirdi. Ağır çalışma koşulları, yorgunluk ve açlık büyük bir fiziksel çöküş yaratmaktaydı. Kamptaki çocukların çoğunluğu açlıktan dolayı zafiyet geçirip ölmüşlerdi. Müzenin duvarlarında bulunan ve kampa el konuluşun hemen ardından çekilmiş fotoğraflarda Sadece 23-30 kg ağırlığındaki tutuklu kadınları görüyorsunuz. Fotoğrafların altında, bu tutukluların kampa girerken kaç kilogram olduğu ve kampa el konulduğunda kaç kilogram oldukları bilgisi yazıyor. Kampa girerken 60-65 kg arasında olan ve boyu 1.60 metre olan pek çok kadının, 25 kilogramlık cılız bir çocuktan farksız bedenleri ve bakışlarındaki büyük hüznü görünce bir daha unutabilmeniz mümkün olmuyor...

Kamptaki Çocuklar: Yetişkinlerle birlikte kampa gönderilen çocukların hepsi öncelikle Yahudi veya Çingene idi. Daha sonraları Yahudi olmayan Polonyalı ve Rus çocuklar da kampa gönderilmeye başlamışlardı. Çocuklara da yetişkinlerle aynı şekilde davranılıyordu. Pek çoğu kampa gelir gelmez gaz odalarına gönderilerek öldürülmüşlerdi. Canlı kalanların ise tamamı aynen yetişkinler gibi ağır koşullarda çalışmak zorunda idiler. Bazı çocuklar, özellikle ikiz olanlar Nazi doktorları tarafından çeşitli deneylerde kullanılmışlardı. Barınma Koşulları: Yaşam koşulları kampın çeşitli bölümlerine göre farklılık gösterse de hiçbir zaman katlanılabilir ve insancıl değildi. İlk trenlerle gelen tutuklular topluca yerlerde yatıyorlardı. Daha sonra şiltelerde yatmaya başladılar. Her bir yatakhane normalde 40-50 kişi kapasiteli iken herbirinde ortalam 200 kişi kalıyordu. Bir kişinin bile zor yatabileceği darlıktaki ranzaların her bir yatağında iki kişi kalıyordu.
 
AII kampında ranza bile yoktu. Kamp Doktorlarının Deneyleri: Diğer kamplarda olduğu gibi Auschwitz kampında da Nazi doktorları tutuklular üzerinde pek çok acımasız deneyler yaptılar. İkiz ya da bedensel özürlü kişiler üzerinde, antropolojik ve genetik araştırma programlarının bir parçası olarak çeşitli deneyler uyguladılar. Yeni geliştirdikleri kimyasal ilaçları tutuklular üzerinde denediler. Çok acı verici deri implantasyonları yapılıp, toksik maddelerin tutukluların cilt yüzeylerine enjekte edip, üzerinde çeşitli çalışmalar yaptılar. Bu deneyler esnasında pek çok insan hayatını kaybetti, hayatta kalanların çoğu da bazı uzuvlarını kaybettiler veya engelli oldular.

Ölüm bloğu: Ölüm bloğu, tüm kamp hayatından soyutlanmış, hapishane içerisinde bir başka hapishane idi. Müzede bodrum katı ve çatı katları orijinal hali ile aynen korunmuş durumda ziyaret edilebiliyor. 10 ve 11. blokların yüksek duvarları arasında Ölüm Duvarı yer alıyordu ve her iki bloğun bu duvara bakan pencerelerinin tamamı tahtalarla, gerçekleştirilen idamların tutuklular tarafında görülmemesi için kapatılmıştı. Bu duvarın önünde Nazi askerleri, çoğunluğu Polonyalı olan binlerce insanı vurarak öldürdüler.
 
Giriş katı: Girişin hemen sağ tarafındaki odada görevli Nazi memuru otururdu. Onun karşısındaki odada da, idam kararlarının alındığı ve yüzlerce tutuklunun sırayla o odaya girdiği değerlendirme komitesi oturuyordu. Alınan karar çoğunlukla “idam” yönünde olurdu ve karar hemen Ölüm Duvarı’nın önünde uygulanırdı. İdamdan önce, tüm tutuklular yandaki iki banyoda soyunurlardı. Eğer sayı yeterince az ise, idam banyoda bile o anda gerçekleştirilirdi. Bir idam kararının arkasında mantıklı bir sebep olmasına gerek olmazdı. Elmaları toplamak, çalışırken işleri Nazi askerinin gözleri önünde ağırdan almak, altın dişini bir dilim ekmek ile takas etmeye çalışmak... Tüm bunlar idam kararı alınması için yeterli bir sebep idi.

Bodrum katı: Bu bodrum katı Eylül 1941 senesinde Cyclon B ile yapılan toplu idamlar için kurulmuştu. Kamp kurallarına uymayan ya da kamptan kaçmaya çalışanlar burada cezalandırılıyorlardı. Bodrum katında verilen cezalardan biri de, tüm gün ağır iş yükü altında çalıştırıldıktan sonra, 1m2’den az büyük bir odada 4 kişinin tüm gece boyunca ayakta kalmaya zorlanmalarıydı. Bu küçük kutucuklar, dört tarafı duvardan oluşan, yerden emekleyerek içine girilen, tamamen kapalı kutular idi. İçinde 4 kişinin birden oturabilmesi imkansız olduğundan, tüm gün yoğun iş yükü altında yorgunluktan bitkin düşen tutuklular, sabaha dek bu kutularda ayakta, aç ve susuz olarak bekletilirlerdi. Müzede bu odalardan 4 tane bulunmaktadır. 3’ünün duvarları, içlerinin ne kadar dar olduğunun görülmesi amacıyla yıkılmış, bir tanesi orijinaline sadık kalınarak korunmuştur.

Her biri müze olarak düzenlenmiş, sıralar halinde dizilmiş barakaları gezmeye başlıyorum. Her birinin içinde duvarlarda mahkumların  tek tip elbiseli resimleri, altlarında kampa giriş ve ölüm tarihleri yazıyor. Dikkat ediyorum, hemen hepsi, kampa geldikten sonra, en fazla üç aylık bir süre içerisinde ölmüş. Yaşlılar, kadınlar, kötü yaşam şartları, hastalık ve aşırı çalışmaya dayanamamışlar.

Başka barakalarda, Çek Cumhuriyeti ve Hollanda kendi topraklarından getirilen Yahudiler  için özel müzeler oluşturmuşlar. Hollandalıların düzenlediği barakada, sığır vagonlarında kurbanların getirildiği bir film izliyorum. Gaz odalarına yollanacakların seçim işlemi Josef Mengele adında ölüm meleği olarak adlandırılan bir doktor tarafından yönetilmiş. Bu doktor ölümcül deneylerinde pekçok kişiyi denek olarak kullanmış. İkizler, denek olarak çok uygun oldukları için Mengele'nin özel ilgini alanıymış. Almanların ilaç sektöründeki dominant rolünün de bu tip deneylerin Auschwitz'de kolayca yapılmasından kaynaklandığı da söyleniyor.

Avrupa Komisyonu, Auchwitz ve Birkenau kamplarını büyük ölçüde fonlamış. Toplam maliyetin neredeyse; % 95’ine denk geliyor bu destek.

Dikenli teller arasındaki ölüm yollarından yürüyor, maharetle dizilmiş aydınlatma direklerinin, artık bir büyük dramın sembolü haline gelmiş  ve Nazi tekdüzeliğini yansıtan görüntülerini fotoğraflıyorum. Barakalarda, katliam öncesinde, ülkelerin anti-semitizm propagandalarını gösteren posterleri, basının körüklediği düşmanlığı görüyorum. Akdeniz’de Rodos, Adriyatik’de Korfu Adasına varana dek, toplanan Yahudi ve Çingenelerin, omuzlarına asılan bez torbalarında bütün geçmişleri ve birikimleri ile tek sıra halinde ölüm vagonlarına bindirildiği gösteren fotoğraflarda, şiddetin insanların, toplumların hayatını ne hale getirdiğini gözlemliyorum.

TIR’ları dolduracak tepeler oluşturmuş, yetişkin ve çocuk ayakkabıları dağlarını, gözlük, tarak, diş fırçası, ayakkabı boyası yığınlarını seyrederken, insanların her şeye rağmen umutlarını, yaşama sevinçlerini yitirmediklerinin  tanığı oluyorum. Ranzaları, saman  yatakları, bitip tükenmez, mahkum elbiseleri içinde çekilmiş çocuk fotoğrafları, kucaklarında bebekleri ile kadın fotoğrafları önünde kahırlar çekiyorum. Ortopedik malzemeler, koltuk değneklerini görünce dayanamıyorum, istifra edeceğim, bir ölüm barakasının önünde duvara dayanıp, derin nefesler alıyorum. Kurbanlar Rus da olsa, Yahudi de olsa, Zenci de olsa, bir yaratılmışın, diğerinin hayatını elinden alma hakkını kendinde gören herkese, her ideolojiye lanetler okuyorum.

Saat 11.00’de Auschwitz’den ayrılıyorum. Nazi’ler buraya ana kamp demişler veya Auschwitz 1 demişler, burası dolunca, 3 km. ileride Birkenau kampını açtılar ve  hayvan vagonlarına doldurulan insanların buraya getirilmesi için demiryolları döşemişler. Auscwitz 2 ( Birkenau ) kampı ile ana kamp arasında ücretsiz otobüsler çalışıyor. 11.30’da gelen otobüs, az sonra Birkenau kampı girişinin önünde bırakıyor. Kapının önü ana baba günü. Katliamlar, Ermenistan 1915 müzesinde de gördüğüm gibi, mağdurlara sonraki yıllarda, propaganda imkanı sağlıyor.  Acı çok büyük ama, Ermeni diasporası gibi, Yahudi Cemaatlerinin ve güçlü diasporanın bu derin yarayı, dünya kamuoyunda malzeme olarak kullanıldığını da anlayabiliyorum. Erivan’da o acının müzesinde, pek çok fotoğrafın  “ photoshop “ la farklılaştırıldığını fark etmiştim.

İngilizce rehber eşliğinde gezmeye başlayan bir gruba katılıyorum, bazen de yalnız gezerek fotoğraf çekiyorum. En büyük çalışma ve imha kampı ise Birkenau. Bu tesiste 6 gaz odası ve 4 yakma alanı inşa edilmiş.

Birkenau'yu anlatan en önemli bina "Sophie'nin Seçimi" filminde trenin içinden geçerek kampa girdiği büyük kapı. Zaten tam anlamı ile ayakta kalan tek yapı da bu, kampın nerdeyse tamamı yıkılmış, ancak kapının üst katındaki odadan bakınca göz alabildiğine uzanan bir alanda koğuşların taş bacalarını görebiliyorsunuz ve kampın büyüklüğünü o zaman anlayabiliyorsunuz. Esirler buraya genellikle hayvan taşıma trenlerinde getiriliyorlarmış, zaten bir kısmı yolda havasızlık, soğuk ve ezilme nedeni ile ölüyorlarmış. Kış soğuğunda, bir de üzerinizde incecik bir giysi ile az beslenerek burada gece ısıtmasız barakalarda yatmak zorunda olduğunuzu bir düşünün. Kampa gelince önce doktor kontrolünden geçiriliyorsunuz ve çalışamayacak durumda olanlar, yaşlılar, hastalar, sakatlar, çocuklar doğrudan ayrıştırılarak gaz odalarına diğerleri ise barakalara gönderiliyorlar. herkesten çıkarken alabilmek için bavullarının üzerine adlarını yazmaları isteniyor ve toplanan tüm eşyalar Kanada denen alana gönderilip değerlendirilmek üzere toplanıyor. (Buraya esirlerce Kanada denmesinin nedeni tüm eşyaların burada toplanması ve Kanada'nın Yahudiler gözünde zengin bir ülke olarak algılanması) Müzede bu bavullardan oluşan koca bir yığını kesilen saçlardan oluşan yığınla birlikte görebiliyorsunuz.

Barakalar tahta ranzalar ve ortada bir ocak-soba yapısından oluşuyor, elbette bu taş şömine benzeri cihazın hiç yanmadığını belirtmek gereksiz. Barakalarda tuvalet yok, onun yerine her alan için 2 barakadan oluşan ve sadece günde bir kez gidilebilen tuvaletler yer alıyor. Sabahları bir parça ekmek ve kahve, akşamları da bir tas çorba yemek olarak sunuluyor. Doğal ölümlerin büyük bölümü bu nedenle aşırı sıvı kaybından kaynaklanıyor. Burada üzücü olan durumlardan biri de tüm süreçlerde yine esirlerin çalıştırılması, yani başlarındaki manga şefleri, Kanada'da çalışanlar, mutfakta çalışanlar, gaz odalarından öldürülenleri toplayıp yakma odasına götüren ve  külleri ortadan kaldıranlar da hep esirler. Burada insanlar ölesiye çalıştırılmış, işkenceler görmüş ve üzerlerinde inanılmaz tıbbi deneyler yapılmış. Bunlarla ilgili pek çok şeyi müzede görmek mümkün.

Savaşın sonlarına doğru yok etme çalışması öyle boyutlara ulaşmış ki yakınlarda kokudan durulamaz olmuş, gökten kül yağmaktaymış. savaşın kaybedildiği anlaşılınca kapılar açılmış ve fiziksel olarak korkunç durumda 60.000 insan batıya doğru sürülmüş, yaklaşık 8.000 insan ise gidemeyecek durumda oldukları için kamp çevresinde kalırlar. Kamp Kızıl Ordu tarafından kurtarıldığında içeride 4.000'i kadın 6.000 esir bulunmaktaymış. Kampta müttefikler 1 milyondan fazla giysi, 50.000 ayakkabı ve 7 ton insan saçı bulmuşlar.

Üç krematoryum durmaksızın son vermiş hayatına binlerce Yahudi, Çingene, Sosyalist ve eşcinselleri. Krematoryumlar, Nazi’lerin yenilgi sürecinde, Kızılordu’nun kampa girmesinden az önce, işlenen insanlık suçlarını gizlemek amacı ile yıkılmış. Yıllardır orada duran moloz yığınlarının arasındaki kapkara isli taşlar, tuğlalar, gazla öldürülen kurbanların, sonra da yakıldığının tanığı olarak insanın içini acıtıyor.

Krematoryumların ilerisinde seremoni anıtı var. Uğursuz yılların anılarını yaşatmak istercesine siyah taşların dizildiği bir kompozisyon  önünde, kandiller, mumlar yanıyor. Neredeyse, tüm ülkelerin liderleri ziyaret etmiş burayı.

Barakaları dolaşıyorum, Auschwitz’dekin farklı değil. Ranzalar, ortak banyolar, özellikle ortasında bir sürü deliklerden oluşan tuvaletler ortamı yeterince anlatmaya yetiyor. Bolca fotoğraf çektikten sonra, ana kapının önünden, Auschwitz’e giden otobüse gidiyorum. Sabah indiğim caddede Oswiecim tarafından gelecek otobüsü beklemeye başlıyorum. Elimdeki listeye göre, tam tamına 15.31’de geliyor araç.

Krakow girişinde trafik tıkanıyor. Çok hırpalandım bugün, gördüklerim, kafamda canlandırdıklarım tüketti, iki kampta durmaksızın dolaşmam yordu beni. Neden sonra, Bosanska terminalinin bodrumunda iniyor, Galeria Krakowska’da yemek yedikten sonra odama çekiliyorum.

Bir saat kadar uzanıp, son kez Eski Şehir Meydanı’na ( Rynek Glowny ) e çıkıyorum, Barbakan Kalesinin yanıbaşındaki meşhur Florian Kapısından adını alan Florianska caddesinin kalabalık seline kapılarak sürükleniyor, Gradska caddesinde, zerafet timsali, bembeyaz kupa arabaları ve bakımlı atları, dünya güzeli sürücü genç kızları seyrediyorum. Wavel Kalesini hatırlatacak magnet alıyorum ( 10 PLN ). Peter Paul Kilisesi’nin önündeki banklarda, ortalığın giderek kararmaya başlayan anları, mağazaların vitrinlerini aydınlatmalarını izliyorum. Ortalık giderek aydınlatma direklerden yayılan ışıklara teslim oluyor, Sn. Mark Kilisesi projektörlerden yayılan ışıklarla nurlara bürünüyor.

Bir kız, elime bir kağıt tutuşturuyor. Peter Paul Kilisesinde  Bach, Vivaldi ve Mozart’ çalacakmış bu akşam, org konseri var. Ne olur ki; bizim camilerimizde Dede Efendi konserleri verilse, Mevlevi müziği veya Tasavvuf müziği konserleri yapılsa.Matbaanın yüzyıllarca geç gelişinin, Sanayi Devriminden yüzyıllardır bihaber oluşumuzun cezasını daha ne kadar ödeyeceğiz.

Karanlığın güzelliğinde, Meydana geliyorum. Sukiennice ( Kumaş Pazarı ) önünde oturup kalabalığı seyrediyor, kafelerden yükselen canlı müziği dinliyorum. Hala sıcak hava etkili, keyifle son Krakow  anlarımı yaşıyorum, uykuya teslikmolmadan önce.

12.09.2012   (  KRAKOW  -  BRATİSLAVA   )

Bugün kent değiştireceğim, daha doğrusu memleket değiştirip Slovakya’ya geçeceğim. 06.00’da uyanıyorum, kahvaltımı hostelde yapıyorum ( 5 PLN ). Sonra da, şimdiden şişmiş sırt çantalarımı fermuarlarını patlatmadan kapatmaya çalışıyorum.

Rynek Glowny’nin bomboş alanında son kez, Nazilerin bu kenti mekan tutmaları nedeni ile bombalanmaktan kurtulan yüzyılların mirası kadim binaları seyrediyorum. Parklarında oturuyorum, işe gitme telaşındaki gençlerle selamlaşıyorum.

Krakow, tahminimin dışında sevdirdi kendini. Gerçi, Wavel’deki aristokrasi ve devlet-din işbirliği yansımalarını sevmesem de, yakın tarihte pek çok acılara mekan olması kederlere boğsa da beğendim Krakow’u. Yanlış hatırlamıyorsam, ziyaret anlamında en çok hakkı yenen kentlerden sayılıyor.

                                                         

Meraklısına notlar;   1 € = 4.12 PLN (  gezim esnasında 1 € = 3.05 PLN idi. )

Ulaşım;  Budapeşte – Krakow               ( otobüsle 392 km. )   4900 HUF ( 1 €= 285 HUF )

               Viyana - İstanbul                          uçak                                                       110 €

               Krakow – Auchwitz                                                                                   10 PLN

Konaklama;  Krakow,   NF Hostel,  Westerplatte 7, Eski Şehir                               45 PLN

Müzeler;   Wieliczka Tuz Madeni       ( Giriş 73 PLN, turla gidilirse, ulaşım dahil 109 PLN )

                 Shindler’in müzesi             Lipowa cd. 4                                                 17 PLN  

                 Auschwitz ve Birkenau Nazi Kampları  ( rehbersiz geziler için giriş ücretsiz )                              

Devamını; “ Slovakya Gezi Notları “nda yazacağım…

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..