Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '11

 
Kategori
Yurtdışı Tatil
 

Portekiz günlükleri: Viana do Castelo

Portekiz günlükleri: Viana do Castelo
 

Viana do Castelo


Günlerden Cumartesi. Çalar saati kapatıp heyecanla hazırlanmaya başlıyorum. Malum, istikamet Portekiz'in kuzey güzelliklerinden biri olan Viana do Castelo şehri. Diğerleriyle birlikte otobüse atlıyorum ve korkutucu bir şekilde yağan bir saatlik yağmurun ardından Viana do Castelo şehrine varıyoruz. Yalnız olamadığım için duyduğum rahatsızlık had safhada olduğu için başta pek ısınamıyorum şehre. Ama sonra...

Bir yere gezme amacıyla gidiyorsam eğer mutlaka ya yalnız ya da sevdiğim insanlarla birlikte olmalıyım. Tur gezileri kesinlikle bana göre değil. Bir turist rehberi eşliğinde yaptığımız Viana do Castelo gezisi bunu kanıtlıyor. Bir yandan şehrin büyüsüne kapılıp dalmışken, diğer yandan habire konuşan yaşlı rehberin sesini duyuyorum. Ses uzaklardan gelen bir dalga gibi önce belirsizken, sonra yaklaştıkça şiddetleniyor. Silkeleniyorum. 'Evet arkadaşlar, bu da bilmem nenin gelininin evinin vesairesi' sözlerine gülmeden edemiyorum. Buralarda her şey tarih demek. Türkiye'de olsak diyorum içimden, hadi oradan be kadın derlerdi sana! Turist rehberi sanki sesimi duymuş da alınmış gibi geziyi mimari açıdan mükemmel bir tasarıma sahip olan kasaba kütüphanesinde noktalıyor.

Millet kitaba olan açlıktan çok midesindeki gurultuyla ilgilendiği için sevgili hocalarımızda bizi azap dolu bu geziden azat ediyor iki saat sonra sözleşmek üzere. Dört İspanyol ve iki Türk olarak yeni maceraya başlıyoruz: Türk yemekleri aramaca! Buluyoruz hemencecik ve kebab adını görür görmez taarruza geçiyoruz. Türkler olarak biz yeniyoruz ve İspanyollara kebab aşkının verdiği gazla bu savaşı elde ettiğimizi anlatmanın derdine düşmüşken, arkadaşım burasının bir Yunan restorantı olduğunu fark edip homurdanıyor. 'Baklavas değil, baklava efendim!' tarzındaki şikayetnamesiyle meraklı İspanyol gözleri şenlendiriyor. Bense Türk kebabının yanından bile geçmeyen kebabı mutlulukla dişlerken, kendimi şehrin büyüsüne bırakıyorum. Arkadaş hala yemek adlarında takılı, bozuk plak gibi 'bak-la-vaaa' diye İspanyollara alıştırma yaptırıyor.

Şehrin o kuzeye özgü terk edilmiş ve esrarengiz havası beni kendine çekiyor ve Türk çayına duyduğum o anki özlemle uzaklara dalıyorum. Gören bilen de meditasyon yapıyorum sanacak! Yok, ne münasebet. Çayın hayalini kuruyorum Kibritçi Kız'ın Türk versiyonu olarak. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer diyerek bir kahve istiyorum. Tepedeki eski kilise bana davetkar gözlerle bakıyor. Ah ne güzel olurdu şimdi oraya tırmanıp yeşilliklerin arasında kaybolmak, yitip gitmek diyorum. Dememle kalıyor tabii. Bizi oralara götüren olmuyor; aksine millet okyanusta yüzme derdinde! Bense habire tarihi yer koşturuyorum. Eskilerin içinde yeni olmanın egosunu mu taşıyorum nedir, her şehrin tarihi dokusunu severim. İstanbul'da en sevdiğim yer Sultan Ahmet ve civarıdır mesela.

Yeşille mavinin o ritmik dansını duyar gibi oluyorum ve şehrin müziğini dinlemek üzere gözlerimi kapatıyorum. Tüm o eski sokaklar, kiliseler ve heykeller gözümün önünde canlanıyor. Herkesten, her şeyden uzak. Her şehrin bir müziği vardır benim nezdimde. Viana do Castelo'ya Fado yakışık alır diyorum ve Mariza'dan nameler mırıldanıyorum kendi kendime. Toplaşıyoruz yine ve kesime giden koyun sürüsü gibi iki katlı bir otobüsün içine tıkılıyoruz. Sinirlerim tepemde aldığım MP 3 bozuk çıktı diye. Yol boyu menopozlu teyzeler gibi çemkire çemkire gidiyorum. Beni rahat bıraksalar, doğaya salsalar mutlu bir keçi olurdum. İçeri tıkılınca koyun gibi hissediyorum.

İçimden isyan ederken yüzüme koca bir gülümseme yapıştırıyor ve farklı aksanlardaki yarım yamalak İngilizceleri dinlerken acı çekiyorum. Ne zaman bir dilin katledildiğini görsem üzülürüm. Babamın dili değil ama İngilizce için bile üzülebilecek merhamete sahibim. Küçük bir tatil köyüne getiriyorlar bizi. Okyanus alabildiğine kzıgın ve gri karşımızda sere serpe. Güzelliğini sergilemekten zerre çekinmiyor ama her güzel gibi zalim bir yanının olduğunu da sezdirmeden edemiyor. Bikini, mayo furyasının içinde kayboluyorum ve ben de Ekvatorlu arkadaşımla kıyı boyu midye avına çıkıyorum. Deniz kabukları topluyorum ve kızla İspanyolcamı ilerletmeye çalışıyorum. O da beni İngilizcesi için bir araç olarak gördüğünden sorun yapmıyor. Ayak üstü ona oda arkadaşım olmasını teklif ediyorum; sevinçle kabul ediyor Ximena.

Aklım şehir merkezinde, kalbim çooook uzaklardayken ben hala deniz kabuğu bahanesiyle Atlasın doğu kıyılarında salınıyorum. Bir şişe arıyorum aslında, delilik peşindeyim. Bir damla gözyaşımı bir notla atsam denize, acaba ulaşır mı Wellington kıyılarına diye ince coğrafik hesaplar yapıyorum. Şili'ye uğrar mıydı acaba! Valparaso'yu görürdü belki şişem. Oradan da inceden inceye giderdi Kiwi diyarına doğru. Ahh! Gençlik işte, yakınıyorum bir de. Millet içkileri kucaklamış, deniz sonrası sefa yapıyor. Ağzıma damla sürmüyorum Erasmus partisi rezaletinden sonra. Tövbeliyim. Hem zaten havamda da değilim. İçmeden sarhoşum, ayılmam gerek.

Otobüse tekrardan tıkıştırılıyoruz ve Braga'ya doğru yola çıkıyoruz. Viana do Castelo'dan geçerken hafifçe göz kırpıyorum şehre ve fısıldıyorum gizlice: 'Yine geleceğim seni görmeye!' Viana do Castelo hayal dünyasına dalıp içinde boğulmak ama bir yandan da yüzüp sörf yapmak isteyenler için ideal bir cennet. Biraz unutulmuş ve diğer Portekiz mekanlarıyla karşılaştırıldığında vasat olsa da (Faro, Porto) ben çok beğendim. Tarihi dokusu ve Portekiz kültürünü ziyaretçilerine yaşatması münasebetiyle biz sevdik bile birbirimizi Viana do Casteloyla!

Yolunuz düşerse bu taraflara, sakın uğramadan geçmeyin Viana do Castelo'ya. Ben uğradım ve bir parçamı burada bıraktım. Darısı sizin başınıza!

Adeus!

 

 
Toplam blog
: 22
: 1600
Kayıt tarihi
: 16.03.11
 
 

Ekolojist, hümanist, pasifist, dünya vatandaşı, gazeteci adayı. 1991 yılının ilk yarısında gezege..