Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ağustos '09

 
Kategori
Kültürler
 

Rumeli'de Bizim Köy Düğünü

Rumeli'de Bizim Köy Düğünü
 

Gelin evden uğurlanacak


"Komşi” deyince akla ilk gelenlerden Bulgaristan’dayız, bu defa! İş gereği buradayız, ama gözlem yapma adeti için epey malzeme sunuyor bu ülke de! Bir kere tarihten gelen çok sıkı bağlarımız ve soydaşlarımız var. Halen süren çok yoğun bir irtibat, gidip gelmeler var. Bulgaristan’a seyahat için sıkça olanak var. Elektriğini satın alıyoruz ki, nerelerde üretildiğini yerinde gördük. Benim için en romantik referansı ise Mustafa Kemal’in Ateşemiliterliği... Biz de O’nun şehri Sofya’dayız. Sofya ayrıca bir yazı konusu olmayı hak ediyor. Bunu sonraya bırakıyor ve davetlisi olduğumuz düğüne gitmek için geçtiğimiz Rodop Dağlarından izlenimler aktarmak istiyorum.

Yörenin en muteberinin davetlisi olarak gittiğimiz köyün bugün Bulgarca ismi Borino. Türkçe adı ise “Karabulak” imiş.

Cuma akşamüstü iş çıkışı konvoy halinde Sofya’dan yola çıkıldı. 2 saatlik bir yolumuz vardı. Plovdiv yönünde ilerleyecek, Yunanistan sınırına doğru dönecektik. Sağlı sollu göz alabildiğine ekili düz araziler, gözün alamadığı yerde dağlarla çevreleniyordu. Bir süre sonra o dağların arasına dalacak şekilde yönümüzü değiştirdik.

Pazarcık’dan sonra, o engebeli ve virajlı bölgeye girmiştik. Hava hızla kararırken geçmekte olduğumuz tabiat bizi daha çok etkiler oldu. İlk barajı geçerken dönüşte burada muhakkak fotoğraf çekmeye karar verdik. İleride yine barajlar görecekmişiz meğer. Bitmiş ya da yapılmakta olan… Tabii ya! Bizim ülkemiz de Bulgaristan’dan elektrik almıyor muydu, işte buralarda üretiliyordu o enerji.

Geçtiğimiz kırsal alanda öyle yoğun bir yapılaşma yoktu. Elbette yer yer köylerden geçtik. Ama yollar boyu "mütemadiyen çirkin yapılaşma" olmamış. Bol suların aktığı vadiler tamamen yeşille kaplıydı. Daha iki- üç hafta önce Karadeniz’i gezmiş ve çok etkilenmiştik.
Bu yazıyı yazarken dinlemekte olduğum rahmetli Kazım Koyuncu, Borino yolunda da kulaklığımdaydı. Zamansız kaybettiğimiz bu genç adamın müziğini daha yeni keşfetmiş olduğum için sürekli dinliyorum. Benim için adeta buraların da melodisini oluşturdu.

Ama esasen varacağımız yerler Goran Bregoviç müziği ve Emir Kusturica esintileri taşıyordu. Balkan havaları işte! Belki Suzan Kardeş türküleri dinlemek daha doğruydu. Yazbaşında havada bir sürü leylek görmenin sonucu, iki farklı coğrafya benim kulağımda birleşti. Aslında gözümde de birleşti:

-Buralar ne kadar da Karadeniz’e benziyor!

Son derece engebeli arazi yoğun ve derin bir yeşille örtülü. Yarıbellerinde balerin tütüsü gibi bulutumsu sisler içindeler. İki gün hiç eksilmedi bu”tütü”ler, devamlı hareket halinde bitkileri buğuladılar. Flora bunu karşılıksız bırakmıyor, alabildiğine yeşeriyordu.

Seyahatimiz geceye doğru ilerledi. Hava karanlığında artık tam “dağın başı” diye tarif edilen yollardaydık. Önümüzü ardımızı zor seçiyorduk. Nitekim bir ara üyesi olduğumuz konvoyu da kaybettik. Neyse ki aramızda oraları çok iyi bilenler vardı da bizi toparladılar. Yanlışlıkla saptığımız yerlerden biri Devin isimli bir kasaba idi. Suyu aynı isimle kentte satılan bir yer burası. Ama tabii bizim gözümüz artık varacağımız yerden gayrısını görmez olmuştu. 2 Saatlik diye çıktığımız yolda 4 saattir gidiyorduk.

Konaklayacağımız otele vardığımızda köyü algılamamıştık. Otel yeni yapılmış, butik tarzı, tertemiz bir yerdi. Demek ki köy bizim bildiğimiz manada bir yer değildi. Sabah görecektik nasıl olsa… Odalarımıza çekilmemiz gece 2’ yi buldu. Gelin ve damadın da aralarında bulunduğu gençler topluluğu ile neşeli bir gece geçirdik.

Yorulmuş ve geç yatmıştık, ama sabah birtakım çıngırtılarla hemen uyandık. Otelimizin hemen önündeki yoldan boynu çıngıraklı inekler geçiyordu. Gökyüzü parlaktı, ama balkonun karşısındaki tepe, tül etekliğini giymişti yine… Hep hayal edilen naif bir cennetteydik sanki! Üstelik son derece enerjik hissediyorduk, kendimizi… Gün boyu sürecek düğüne hazırlandık.

Evlendirme ritüeli bize hiç de yabancı değildi. Gelin, evinden damat tarafının ekibiyle davul-zurna eşliğinde alındı. Arkasından sular silkelendi. Uğurlandı. Süslü gelin arabasına bindirildi. Yola çıkıldı. Ahali arkadan yürüyerek geliyordu. Zaten hiçbir yer otomobile gerek duyuracak mesafede olmayan köyün sokaklarında yürümek oldukça keyif vericiydi. Pastoral görüntü değiştikçe fotoğraf için bol malzeme sunuyordu. Arasında ilerlediğimiz topluluk üyeleri öylesine renkliydi ki, fotoğraf çekmek için ortam ancak bu kadar zenginleşebilirdi.

Hanımların hemen hepsinin, eğer başörtülü değillerse saçları yapılıydı. Her yöreye göre bir saç stili var galiba…! Buranın modası da iyice kabartılmış, ütülü gibi duran dümdüz saçlar, sanırım! Bunu Sofya’da da çok görüyorum, bizde pek görülmüş bir model değil.

Giyim tarzı bazı hanımlarda iyice frapanlaşmıştı, gündüze uymuyordu ama gün boyu giysi değiştiremeyeceklerse, gece için iyi olacaktı. Erkeklerin giyim tarzında öyle belirgin bir özellik yoktu. Nedense hepsi birer havlu taşıyordu. Düğünlerinde adetmiş. Vardır bir izahı!

Nikahın kıyıldığı resmi daireye bizler aşinayız. Bizdekine çok benziyordu. Farkı, oturacak yer olmaması, nikah kıyılınca gelinle damadın şampanya içmesi, nikah dairesinden çıkarken damadın gelini kucağında çıkarmasıydı. Ha! bir de “nikah şekeri” olayı olmadı. Bunun yerine daha sonraki şölende çikolata ve yakaya takılacak yapma çiçekler ikram edildi.

Nikahın kıyıldığı devlet dairesinden, düğünün yapılacağı yere kadar davul zurna eşliğinde halaylar çekilerek gidildi. Düğün köyün sokaklarına yayıldı.

Köy olarak isimlendirdiğim bu yerleşim birimine, aslında bizde bir kasaba tanımı yapılabilir. Caddeler, sokaklar var. Evler bizim köy evlerinden büyük, yapılı, çatılı binalar. Hepsinin bostanı var. Bir de Karadeniz’de “serender” dedikleri tahıl ambarı benzeri yapılar vardı. Bunlar samanlıklarmış. Ayaküstü sohbet ettiğimiz yaşlı teyzemiz bize bunu söylerken, “-hani şu samanlık seyran olur lafı var ya!” esprisini de yaptı. Samanlıklar görüntünün “kırsallık” havasını arttırıyorlardı.

Beyaz üzerine kırmızı güllü başörtüsü buranın yerli kadınlarının bir alameti farikasıydı adeta. Gri renkli pardesü üzerine bu başörtüsünü bağlamamış yaşlı kadın yoktu. Hani bizde “annelerimiz de başlarını örterlerdi” dedikleri tipte, çene altında bağlanan, arkadan üçgeni omuzlara inen eşarp tipi. Bir çoğu ile sohbet ettik. Türkçe son derece net buralarda... Türkiye’ye bir hasret duyduklarını belirtiyorlar. Çoğunun akrabası varmış. Kendileri de gidebilmeyi isterlermiş. Oysa yaşadıkları yer öylesine güzeldi ki… Bu durumlarda hep “Karşı pencere” hikayesini hatırlarım.

Düğün, köy okulunun yemekhanesinde yapılıyordu. Dizi dizi sıralanmış masaların etraflarına konmuş sıralara oturulacak ve masalarda önceden yerini almış aperatiflerle içkiler-meşrubatlar içilecekti. Arkadan servisi yapılan yemek çorba ile başladı. Çok ilginçti, sıcak ve sulu barbunya pilakisini andıran bu çorbada birkaç farklı fasulye vardı. Düğünlere özelmiş. Arkadan ikram edilen köfte de bizim kuru köftenin irisiydi, bence oldukça lezzetliydi. Anlaşılan köfte Bulgaristan’da epey populer. Zaten lokanta menülerinde “küfte” olarak okunacak madde çok zaman göze çarpıyor.

Yemekler okulun mutfağında hazırlanıyordu. Bir çok köylü kadın harala-gürele yemekleri servise çıkarıyordu. Bütün köyün davetli olduğu bu şölene icabet çok yoğundu; Ki bu durum düğünün itibarını gösterirmiş. Bazen bu salon sadece yarısına kadar dolarmış. Bu gün oturacak yer bulmak zordu. Sıra köfte ikramına geldiğinde ise salonun yarısı artık ayakta müzikle coşmuş, oynamaktaydı. Sıraların arasında uzun halaylar oluşturuluyordu. Müzik yapan grup Türkiye’den de bir çok güncel şarkı icra etti. Çalıp oynamanın seyri bizdeki rotayı takip ediyordu. Benim için makbule geçen buralara has müzikler oldu.

Salona geldiğimizde kapıda kuyruk olmuş bekleyen ahali, şölen yemeğini yemiş, salon yarı yarıya boşalmıştı. Ama kimse bir yere gitmemiş, çiseleyen yağmurun altında uzun halaylar oluşturmak üzere okulun bahçesine çıkmışlardı.

Düğün eğlencesi gün boyu, köyün sokaklarında sürdü gitti. Çok hevesliler gece de devam etmişler. Biz aralarında değildik. Yine de ortama sinen düğün havası bizim bulunduğumuz her yerden hissediliyordu.

Ertesi günü dönüş yoluna çıkmadan önce Yunanistan sınırına 7 km mesafedeki Yagoda Mağarası'nı da görmeye gittik. Benim klostrofobim içine girmeme engel oldu. Yine de yol boyu tabiat çok etkileyiciydi. İnsan kendini vahşi bir doğada sayabilirdi. Derin yeşilliklerin arasında hızlı ve yoğun akarsuların eşlik ettiği daracık bir yoldan gidilen bu yere otobüslerle gelen turistleri görüp şaşmamak mümkün değil. Şu "Turist" denilen canlı türü nasıl da her yeri bulup gidiyor hayret! Turist heyetinin külliyetlicesi daha ziyade tv lerde gördüğümüz kıyafetleri içerisinde İsraillilerdi. Sanki özellikle bu kadar folklorik giyinmişler gibiydi. Yoksa biz onların nereli olduğunu nereden bilecektik!

Oradan satın aldığımız bal, olağanüstü güzel kokulu ve lezzetli çıktı. Son senelerde bala dair bizim ağzımızın tadı çok kaçtı sanki! Doğru düzgün bal pek olmuyor bizde…

Dönüş yolunu bu defa iyi algıladık. Uzunca bir süre sağanak altında gittik. Buraların yeşilliğinin nedeniydi bu yağış. Ama bir süre sonra güneş yine yüzünü gösterdi. Çok güzel ve pek ellenmemiş Rodop Dağlarının arasından geçip Sofya’ya döndük.

Bu yaz yapamadığımız tatilimizin yerine bu iki günlük gezi rüya gibi geldi. Sınır, vize filan gibi şeyler yoktu;
Hiç olmasa… İnsanlar büyük haz aldıkları doğayı tahrip etmese… Baraj, maraj yapılmasa… Herkes hasret duyduğu yere engelsizce gidip gelebilse… Sizler de yolunuzu buralara düşürün, derim. Ama buraların da “Bizim Karadenizimiz” için söylediğim gibi, hiç bozulmadan değişmeden gözden ırak bu haliyle yaşamasını isterim.

Karşı Pencere:
Köyün birinde bir küçük çocuk ta karşılardaki tepede gördüğü bir eve imrenerek bakarmış. Evin pencereleri belli zamanlarda altın gibi parlarmış. Çocuk da
“-Ah ne güzel keşke ben orada, şu altın pencereli evde yaşasam!”
dermiş.

Bir gün bütün cesaretini toplayıp yola koyulmuş. Akşama doğru menziline varmış. Çok da yorulmuş. Daha evin kapısını çalmadan dinlenmek için oturmuş. Oturduğu bayırdan karşılara şöyle bir bakmış. Güneş batıyormuş. Karşılardaki evin camları altın gibi parlıyormuş. O ev çocuğun kendi eviymiş. Çocuk o zaman anlamış! Bu yaşamak için çok istediği ev yerine artık karşıdaki kendi penceresini istiyormuş.

Fotoğraflar:
Mehlika Şeyda

 
Toplam blog
: 93
: 1712
Kayıt tarihi
: 12.12.06
 
 

Ununu elemiş, eleğini henüz asmamış bir ''Mimar''ım. Hep özel sektörde çalıştım. Yoğun çalışma yılla..