Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

12 Ağustos '14

 
Kategori
Öykü
 

Rutubet böcekleri 6

Rutubet böcekleri 6
 

Çaresizce sindirildim. Anlatsam inanmazdı kimse. Çocukluğumu bahane eder, sustururlardı beni. Aynı evin içinde yaşamak zorunda olduğumdan en azından başımızın çaresine bakacak gücümüz olana kadar susmak zorundaydım. Kardeşlerime anlattım, gözlerimin içine bakarak dinlediler beni. Gözyaşlarımın mühürlediği sözlerim umutlarımı susturuyordu çaresizce.

On yedi yaşıma gelmiştim. Kardeşlerimle geleceğimize dair planlar yapmaya başladık. Gizlice gidecektik bu evden. Madem babamız bizi gözden çıkarmıştı ve karısının emaneti olan çocuğunu başka birinin sözüyle dövebiliyor, canını yakabiliyordu, artık onun çocuğu olmak istemiyordum. Geçmişi unutmaya çalışıp geleceğimizi planlıyordum. Oysa ki geleceğimi çalmıştı dünler. Geri alabilmek için de çok güçlü olmam gerekiyordu. Peki, ne yapabilir, kime sığınabilirdim? Yalnız, parasız ve kimsesizdik. En acı kelime bu işte: “kimsesiz”. Çocuklar ne yapabilirlerdi?

Evin içinde kalmamıza imkân yoktu. O güçlü görünen babam bir kadına yenilmişti. Çocuklarına sarılması gerekirken bizimle ilgisi olmayan bir kadına daha çok bağlanıyordu. Hayatın acımasızlığıyla yüz yüze gelmiş, korku üzerlerine çökmüş üç çocuk pes etmedik, direndik hayata. Evin içinde de direndik, birlik olduk kardeşlerimle. Kendi içimizde iş bölümü yaptık. İçimdeki canavardan yardım istedim. Kendime hiç yakıştıramayacağım bir şeyi yapmaya hazırlanıyordum. Anneme ait takıları alan üvey anneden ne olursa olsun geri alacaktım onları. Adı başkalarına göre hırsızlık da olsa bana göre değildi. Mutlaka intikam almalıydım gitmeden. Ve gizliden gizliye izledim üvey anneyi. Paraların, altınların yerini biliyordum artık. Onlar bizimdi zaten, bizim annemizindi. Kalacak bir ev için gerekli parayı ancak böyle bulabilirdim. İş buluncaya kadar da bize yetmeliydi bu para. En uzak yere gitmeliydik, bize ulaşmaları imkânsız olacak kadar uzağa. Önce iş bulmalı, yılmadan çalışmalıydık. Biz annemizin çocuklarıydık. Nelerle karşılaşacağımızı düşünmeden ayrılıyorduk evden. Babamın sabah erkenden işe gitmesiyle hazırlanmaya başladık ve son kez baktığımız evden elimizde annemden kalan altınlarla dışarı çıkmıştık artık. Annemizin gücü hep arkamızdaydı sanki. Öyle hissediyordum. Birbirimizden hiçbir şey saklamadan mücadele edeceğimize dair söz verdik ve bir daha hiç babalar gününü kutlayamadık, anneler gününü kutlayamadığımız gibi.

Asıl şimdi yalnızdık, sırtımızda kocaman bir geleceğin yükü vardı. Yaşamak zorundu olduğumuz yarınlar, geçmişin izlerinde bulanıklaşsa da yağmur sonrasındaki asi dereler gibi durgunluğunu da görebilme ümidi hep vardı içimde. Ya da ben, öyle umut ediyordum. İki kardeşini biraz büyütmüş olmanın bilincinde bir abla olarak deli cesaretime güveniyordum fakat yalnızlığımızın korkusuyla daha da korkar olmuştum hayattan. Bu defa en önce onları korumam gerekiyordu, sonrada kendimi. Bir evin içinde yaşadığımız kötülükleri düşündükçe çok üzülüyorum. Şu acımasız dünyada nelerle karşılaşmazdık ki!

Ayakta kalabilmek için önce paraya sonra da cesarete ihtiyacımız vardı. Bindik cahil cesaretimizde sakladığımız umutlarımızla bir otobüse ve en uzak saydığımız o büyülü şehre-İstanbul’a- geldik. Herkesin bir gün mutlaka yolunun geçeceğini düşündüğüm o kocaman ürkütücü şehre… Koskoca bir gün yolda geçmişti. Alışkın olmadığımız kadar kalabalıktı ortalık. Üç çocuk kurtuluş olarak yalnızlığı tercih etmiştik. Otobüsten indikten sonra gözlerimizin bütün renklerin albenisinde kamaşan şaşkınlığıyla dolandık bir süre. Meraklı gözler ara sıra bakışlarıyla bizi korkutsa da dik durmaya çalışarak üstesinden gelmeye çalışıyorduk safça. Havanın kararmaya başlamasından ürksek de bir umudumuz vardı yarınlara. Bütün bunlar korkulu düşüncelere salmıştı beni ve kararan havanın içimizde bıraktığı korkuyla kalacak bir yer aramaya başlamıştık. Gece hızla yaklaşıyordu. Korksak da pes etmeyecektik. Üç kardeş beraberdik ve birbirimize kenetlenerek ayakta durabiliyorduk. Evden ayrılmayı düşündüğümüzde bunların olabileceğini biliyordum. Korkmamalısın dedim kendi kendime. Bilmediği şehirde rehber arayan turist gibi aval aval etrafı tarıyordu gözlerim. Her şeyin benim istediğim gibi olacağına inandırmıştım kendimi.

Bulduğumuz ilk kapıdan girdik içeri. Sabaha kadar otururuz burada, parasını verdikten sonra bir şey demezler diye düşündüm. Bir çay eviydi yolun kenarında. Etraf da çok kalabalıktı. Göz önünde bir yerdi. Nihayet içeri girdik. Buyurun, dedi çaycı. İçerideki masalardan birinin üzerine elimdeki bisküvi poşetini koydum ve çay istiyoruz, dedim. Üzerimizde emanet duran güvensizliğimize bir de saf bir ifadeyle harmanlanmış bakışlarım eklenince artık insan sarrafı olmuş çaycının dikkatini çekmişti. Sadece çay mı, dedi yemek kokularının burnumuza dalga dalga geldiğini anlamışçasına. Çay, dedim üç tane çay istiyoruz. Masaya geldiğinde Soner’in neredeyse yorgunluktan uyumak üzere olduğunu görünce hayırdır, yorgunsunuz galiba, dedi. Evet, evet, dedim kekeleyerek. Geç kaldık, eve dönecektik ama sabaha kaldık. Burada oturabilir miyiz, dedim. Şöyle bir baktı yüzüme mekân sahibi. İnandırıcı olamadığım nasıl da belliydi. Yalan söylemediğini nereden bileceğim. Olmaz burada kalamazsınız, dedi. Burada kalmazsak nereye gidebilirdik ki? Vakit çok geçmeden bir yer bulmalıydık. Daha çaylarımızı içemeden kalkıp çaresizce kapıya doğru yönelmiştik ki Soner ağlamaya başladı. Korkuyorum, diye elimi çekiştiriyordu. Soner’in ağlama sesini duyan ve sonradan çaycının eşi olduğunu öğrendiğimiz bir kadın mutfaktan doğru bizi gözüyle şöyle bir güzel süzdü. Ardından yanımıza gelip Soner’e, ağlama gel otur bakalım, dedi. Adam şaşırmıştı. İçerideki müşteriler de bize yöneltmişlerdi bakışlarını. Kadın, hemen sahiplendi bizi. Oturun çocuklar, oturun, dedi. Karısının onun düşüncesinin aksine hareket etmesine fena bozulmuştu çaycı. Kaşlarını çatarak kısık bir sesle olmaz, başımız belaya girer, gitsinler, polisler gelir gecenin bir yarısı, dedi. Kadın acıyan gözlerle baktı bize ve olmaz, dedi sert bir ifadeyle. Gidecek yerleri olsa buraya gelmezlerdi. Hanım yapma, diyordu hâlâ çaycı. Başımız belaya girecek. Bak sana söylüyorum.

Bir müşterinin araya girmesiyle yanımızdan uzaklaşmaya başladı. Giderken de bize hiç görmediğim bir öfkeyle bakıyordu. Sabaha ne kaldı zaten, dedi kadın. Sabah ola hayrola! Polis sözünü duyunca hepimiz korkmuştuk. Can elimi sımsıkı tutuyordu. Titrek, ürkek halimiz yetiyordu aslında ne kadar acınacak halde olduğumuzu anlatmaya. Aç mısınız, dedi kadın. Elimizdeki poşette bisküviler vardı. Gözümle onları işaret ettim. Haydi, oturun, sıcak çorba var, dedi. Adam homurdanıyordu sürekli. Bir dertleri olmasa gecenin yarısı sokaklara niye düşsünler? Bizim çocuğumuz yok diye onlara analık babalık etmeyelim mi?

Devam edecek

 
Toplam blog
: 111
: 161
Kayıt tarihi
: 24.12.11
 
 

1965 Zonguldak doğumlu ve halen Zonguldak'ta yaşamaktayım.Yazarım ve çeşitli platformlarda sunucu..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara