Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Eylül '14

 
Kategori
Edebiyat
 

Şaban Akbaba'nın "yazın harmanı"

AYAZMA; BURSA’DAKİ SON YAZIN (EDEBİYAT) DURAĞIM

Ayazma mı? İstanbul’la ilgisi yok; bu Ayazma, Mudanya’ya bağlı bir sahil köyünün adı. “Ayazma Fısıltıları” başlıklı yazılarımı ve son yıllarda yayımlanan “Deli Cin Diyor ki(öykü), Maria’nın Sevdası (ilkgençlik için roman), ve çocuklar için “Bağdatlı Maymun”(fantastik), Afacan Maymun”(fantastik), “Sihirli Pınar”(öykü), “Eşref’in Böceği”(öykü) adlı kitaplarımı  yazdığım, Bursa’daki “son edebiyat durağım.”

Kentin, şimdilik bana yetişemediği, Marmara Denizi’nin sürekli serinlik üflediği, sürekli dalgalarla oynaşan bir deniz kıyısı. Kuzeyi; kimi zaman masmavi, kırışıksız bir çarşaf, kimi zaman lacivert ve gizemli bir uzay atmosferi, kimi zaman ekşi suratlı bir cadaloz gibi görünen, kimi zaman da ışıl ışıl gülümseyen Marmara Denizi’yle; güneyi Ayazma köyünün üzerine oturduğu, zeytin bahçelerinin, ayçiçeği tarlalarının, soğan tarhlarının, taflanların, meşe, çam ve ıhlamur ağaçlarının süslediği yaz, kış yeşil ve rengârenk duran tepelerle çevrili.

Gerçekten de burada, kentin; egzoz gazı, sokak satıcılarını çığlığı, arabalı pazarcıların hoparlör çığırtkanlığı, minibüslerin durup kalkarken “ahlaka mugayir” motor sesi, çay içmek için kahveye giren şoförün çalışır durumda bıraktığı otobüsün hırhırları, vırvırları, sokak esnaflarının birbiriyle bağıra çağıra yaptıkları siyasi tartışmaları, sigara içmek bahanesiyle kahvelerden taşan boş zaman üstatlarının penceremin altındaki yolun üzerine kurdukları yuvarlak masa sohbetlerinin buram buram sigara dumanı tüten aymazlıkları, zırpo gençlerin, araba camını ve mikserin sesini sonuna kadar açarak sevgililerine ama o arada tüm mahalleye zorla dinlettikleri arabesk şarkıları, her öğün, mahallemizden sesi oturmamış bir çocuğun, mikrofonu ilk kapan emeklinin makamdan, tecvitten, terbiyeden uzak ama en yüksek desibelden okudukları “din düşmanı” ezanları, hastaneye, bazen de eve çabuk yetişeyim diye Bursa’nın sefil trafiğinde yol bulmaya çalışan cankurtaranların canhıraş inlemeleri, yere tükürenlerin iğrenç hak hukları yok; baharda sarıcaların, yaz başlangıcında erguvanların, her daim denizin, deniz yosununun, iyotun, balığın, evimden denize kadar uzayan patika yolun kıyıları boyunca uzayıp giden böğürtlenlerin, püsküllü sazların, ılgınların “her derde deva”(!)hayıtların, karabaş otlarının rengârenk bezeği, kokuları ve baharda kurbağa korosunun, diğer bütün zamanlarda binbir çeşit kuşun, börtü böceğin senfoni orkestrasının seyrine, tadına, dinlemesine doyulmaz güzellikleri var. Köy çocuğuyum ya; birkaç keçinin çekip götürdüğü koyun sürülerinden gelen meleme ve çan sesleri de apayrı, çok güzel bir nostalji olarak içimi hoş ediyor. Hele annelerini uzaktan görüp onlara kavuşmak umuduyla güle oynaya koşuşturan kuzuların, oğlakların melemeleri yok mu; nasıl etkileyici… Demek ki o düşünürün dediği doğru: “Bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir.”

İlginç olan şu ki yazın(edebiyat) çalışmalarımın türü, kendiliğinden, bu doğasal döngüye göre ayarlandı. Baharda yamaçları süsleyerek mest eden kokularıyla sarıcaların, onların yanı başındaki türlü renkten çiçekler ve o çiçeklere göre yaşam biçimlerini değiştiren, davranışlarını, aşklarını, sevişmelerini ayarlayan kuşların cıvıltıları, arıların vızıltıları, börtü böceğin kıpırtıları bana çocuk kitapları yazdırıyor. Yazın sıcağı, parklarda, bahçelerde, plajlarda, kanallarda, derelerde yüzerek geceler boyu eğlenen, söyleşen gençler için; sonbaharın olgunluğuysa büyükler için romanlar yazmaya yönlendiriyor beni. Çinikitap ve diğer dergiler için yılın tüm zamanında açıktır duyargalarım. Ama her nedense Çinikitap’ta yayımlanan “Ayazma Yazıları”nı, şu anda olduğu gibi gelip genellikle burada kaleme alıyorum. Doğal olarak yazma hevesim ve buranın bana verdiği özel atmosfer nedeniyle verimliliğim artıyor.

Düş yuvam Ayazma sahili; renkli hayallerimin, fantastik ütopyalarımın, sevgili düşüncelerimin  kaynağı. Örneğin, otuz yedi yıl boyunca emek verdiğim öğrencilerimin tümü toplanıp buraya gelseler…. Ya da Bağdatlı Maymun adlı fantastik çocuk kitabımda olduğu gibi, dünyadaki bütün savaş araçları, silahlar, savaş uçakları bir daha çalışmayacak biçimde bozulsa… Şöyle diyorum; ey devlet, ey hükümet, benden aldığınız vergilerin bir kuruşunu bile silaha, savaşa harcamanıza izin vermiyorum… Buradan başlayarak ülkemizdeki gencecik kardeşlerin yaşamına kıyan, ailelerini cayır cayır yakan o kirli  savaş günlerini bir daha geri gelmeyecek biçimde tarihimize gömsek… Büyükler için yayımlanmış dokuz kitabım için değil ama çocuklar için yazdığım  on dördü kitaplaşmış, diğerleri de yayına hazır durumdaki toplam yirmi dokuz kitabım için düşlediğimdir: Bu kitaplarımın hepsi bütün dünya dillerine çevrilerek çocuklara bedava dağıtılsa… Halkımız birden bire kitap okumaya başlasa… İşsizlik diye bir derdimiz kalmasa… Daha neler neler… Bu düşler beni diri ve üretken kılıyor. Bu düşlerimi çok seviyorum.

Yazlığın küçük bahçesinde değişik türlerden birer ikişer meyve fidanı, çeşitli çiçekler, yılın mevsimine göre sebzelerimiz var; onlar da bizim için apayrı bir uğraş nedeni, yaşam bağı. Eşimin emeği sonucunda her mevsim kara lahana, maydanoz, pancar, pazı; yazın domates, fasulye, salatalık, biber, patlıcan gibi “organik” sebzelerden tadımlık da olsa yiyebiliyoruz. Sözün burasında beni duygudan duyguya sürükleyen ilginç bir gözlemimden  söz etmek istiyorum.  Üç yıl önce, Bursa-Mudanya yolu üzerindeki çiçekçiden bir gül fidanı alıp bahçenin bir köşesine diktim. Fidanın üzerinde çok sayıda orta boy gül vardı. Fidan, güllerini koruyordu. Birkaç gün geçmeden bir kuş peyda oldu. Boynu kahverengi,  başı siyah, göğsü sarı, kanatları kahverengi sarı karışımı, serçeden azıcık büyükçe bir kuş. Gelip ya gülün hemen üstündeki tel örgüye ya da gülün tam karşısındaki çatının en uç noktasına konarak dakikalarca ötmeye başladı. Bu kuş bülbül olmalıydı. Bülbül bu davranışını, günde birkaç kez yineleyerek sürdürdü. Ta ki güllerin  teker teker solup tükenmesine kadar. Son gül de solup buruştuktan ve tüm yapraklarını döktükten sonra bülbül görünmez oldu. Bir sonraki yaz, fidanın üstünde bir tek gül bile açmadı. Bülbül de bir tek gün bile gelmedi, ötmedi. Üçüncü (bu) yaz gül fidanı yeniden güllenmeye, bülbül de çıkıp gelerek ötmeye başladı. Bu olay, belli zaman dilimiyle, doğasal bir döngüyle mi ilgilidir, o kuş gerçekten bir bülbül müdür; tam olarak söyleyemem ama sanki bülbülün güle aşkı yalnızca şiirsel bir gerçeklik değil.

Osmanlı’nın kavun, karpuz tarlalarıymış buralar. Şimdi o tarlalar kavun, karpuz yerine yazlık binalarla doluyor. Hem de büyük bir hızla ve büyük bir karmaşa içinde. Aslında bu yöne doğru uzayıp gelen karmaşa Mudanya’dan başlıyor. Koylarda oteller, siteler, köylerde hemen hemen her dokusuna, her hücresine kadar nüfuz eden bir yozlaşma… Öyle ki pek çok binanın duvarlarını yalamak zorunda Marmara Denizi. Sabahattin Ali’nin şiirindeki gibi; “dışarıda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar…” Her beş kilometrede  çifte şerefeli, çifte minareli, teravihlerde, Cuma namazlarında bile asla dolmayan, sürekli olarak boş kalan koca koca camiler. Bir çoğu ıssız bir köşede, bazıları birkaç yazlık evin hizmetinde, bazıları da bir tepenin başında…

Bir de her biri bir dünya yazlıkçıları ve adına “yazlık” denen  bin türlü evleri var bu kıyıların. Ha ev, ha insan; öylesine garip biçimde  birbirini tamamlıyor ki! Üstelik bu olgu yalnızca Ayazma’ya özgü değil, ülkemizin tüm kıyıları için geçerlidir.

Evlerden başlayalım: Betonu, ahşabı, prefabriği, karkası, çok katlısı, tek katlısı, çirkin mi çirkini, ara sıra güzeli, baraka biçiminde olanı, kulübeye ya da bizim Kars’taki, dışı hayvan gübresiyle sıvalı tezek kalak(yığın)larına benzeyeni, lağımı dışarı akanı, tuvaleti bahçede olanı… Sokakları mı? Allahlık…

İnsanlarına gelince… “Memleketimden İnsan manzaraları” diyen Nâzım’dan bu yana sanki hiçbir değişme, gelişme olmamış gibi. Her yan “Sarı Seyfettin” gibilerle dolu. Denize çizgili pijamayla, paçalı donla, beyaz külotla ya da haşemayla girenleri, yaz ortasında uzun kollu gömlekle, yelekle dolaşanları, hiç denize girmeyenleri, kumsalda ütü çizgileri belli olmakla birlikte buruş buruş pantolonla  boy gösterenleri, rengarenk pazen veya basmadan şalvarıyla çekirdek çitleyerek dedikodu üreten kadınları… Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kahvelerde okey oynayanları,  günün pek çok zamanını dedikodu yaparak değerlendirdiğini düşünenleri… Hemen hemen hepsinin en belirgin ortak noktası asla kitap okumamalarıdır.

Adeta, uzun yıllar köylerde öğretmenlik yaptığım yıllara döndüm; sık sık köylere gidiyorum. Köylülerin taze ve demli çay eşliğinde sohbetlerine katılıyorum. Mesudiye(Ayazma), Ballıkaya bana en yakın olanlar… Köylülerin sohbetleri daha yalınkat, daha az kurnaz, daha az kirli, daha az tarafgir; üstüne üstlük bir de ısmarladıkları çayın demini karıştırıyorlar sohbetlerine. Çünkü köylülerin ruhsal yapısı kenttekilerden çok daha sağlıklı. Örneğin kentlerde herkes herkesi her gün, her an bir fiskelik nedenlerle bile bir yerlere ihbar ya da şikâyet ederken, köylülerde bu durum illa da yaşamsal bir nedene dayanmak zorunda. Gerekçeleri bile son derece insani: “Ev, değilse bile tarla komşusuyuz, yüz yüze bakıyoruz, öyle kolayına kırmayız birbirimizi.”  Köylerin hayvan gübresi kokan havasının, kentlerin egzoz dumanı kokan havasından daha iyi geldiğini düşünemezdim bile. Ama öyle. Sütünden  yaptığımız peynirin, yoğurdun, tereyağın; köylerin az sulanabilen, kumlu toprağında yetişen kavunun, karpuzun, küçük bahçemizde yetiştirdiğimiz fasulyenin, biberin, maydanozun; kentlerin seralarında yetiştirilerek büyük marketlerinde satılanlardan ne kadar özge ve ne kadar lezzetli olduğunu bir kez daha fark ettim.

Bir de Eyüp ağabeyim var Ayazma’da. Bakırköy(Karacabey)’lü. En yakın komşum. Bizim oranın sürekli kalıcı yazlıkçılarından. Hemoroit ilacı  yapıp satıyor, aldığı geri bildirimler, kullananların hemoroit illetinden kurtulduğunu gösteriyor. Bu yüzden çevrede Doktor olarak anılıyor. Bazen aynı konuyu onuncu, yirminci baskı olarak anlatsa da sözü dinleniyor. Sohbetine ve özellikle de kendi elleriyle yaptığı çayın tadına doyulmuyor. Eşi Hasibe yenge de öyle… O da bir güzel insan. Onun da yemekleri çok lezzetli. Hele nohutlu mantısıyla, irmik helvası yok mu? Yeme de yanında yat… Onlara en yakın ve en uzun süre arkadaşlık eden kişiye gelince; on yaşındaki torunları Enes Öz. Zaman zaman dedesiyle didişse de uysal ve  söz dinleyen bir çocuk. Bu güzel aileyi Eyüp ağabeyin oğlu Ertan, eşi Hülya ve küçük kızları Elif tamamlıyor. Onlar da hafta sonları ya da izin zamanlarında geliyorlar sahile.

Yeni bir yerleşim yeri kuruyoruz burada.  Adil Turan; eşi Sebiha hanım, kızı Melike, oğulları Uğur ile Ufuk bizim bulunduğumuz sahilin en eskisi. Adil Turan’ın el becerileri çok gelişkin. Melike çok güzel bir kız ve babasının en iyi yardımcısı. Onun Duman ve Zeytin adlı köpekleriyse mahallemizin ilk köpekleri. Onları hepimiz çok seviyoruz. Onlar da hepimizi çok seviyorlar. Güle oynaya geçiriyoruz zamanımızı.

Bursa Feza Nur Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Okullarının sahibi Şahin Aksoy ise mahallemize, kocaman bir bahçe içinde lüks ve büyük bir ev yaparak, aydınlatma olarak da temiz enerji denen güneş enerjisi sistemi kurarak, kardeşlerine de modern ve güzel evler kurdurarak farklı bir atmosfer getirdi.

Komşularımızdan Muammer Bey’i, Gökahn Bey’i, Süleyman Bey ve Eşi Türkan hanımı da anarak bu faslı tamamlıyorum.

Komşularımız derken, biraz uzak da olsa Tirilye’deki dostum, öykü yazarı Şükrü Bilgiç’e özel bir alan açmalıyım burada. Bu yazıyı yazma süreci içinde, bir Ağustos günü kendisini ziyaret etmek, Çinikitap’ın 18. Sayısını ulaştırmak ve biraz söyleşmek üzere Öykü Tepesi adını verdiği özel mekânına gittim. Ama o da ne? Şükrü Bilgiç’in her zaman muştular taşıyormuşçasına ışıl ışıl gülümseyen yüzünde garip bir anlam… Yine gülümsemeli ama ironik, yine şaka şen ama hüzünlü. Eşi hanımefendiyse açıktan üzgün. Büyük bir şaşkınlıkla yüzlerine baktığımda, “Sormayın,”dedi eşi. “Evimizi soydular, her şeyimizi aldılar!” Dondum kaldım. Dilim döndüğünce teselli etmeye çalıştım ama iş öyle değil; yıllarca yurt dışında kaldıktan, memleket özlemiyle yanıp tutuştuktan sonra, büyük bir sevinç ve umutla dönüp sıcak ve anlamlı bir mekân yaratmak, ülkesine güvenmek isteğinin dumura uğraması söz konusu. Doğrusu kötü bir “hoş geldiniz,” faslı. Kötü bir ağırlama… Senin dörtbir yanın ne zaman güvenilir olacak ey ülkem? Yazarına, şairine, ressamına, bilim adamına, emekçine, aydınına binbir çeşit eziyet ederek onları umsuk etmekten, üzmekten ne zaman vaz geçeceksin, ne zaman pişman etmeyecek, utandırmayacaksın? Umarsız şöyle dedim; çok malzeme kaybetmişsin sevgili dostum ama yepyeni öyküler yazabileceğin çok malzeme de kazanmışsın, üzülme. Dedim de, doğru mu yaptım, bilmiyorum.

Ayazma’nın bir başka önemli özelliği de İmralı’ya komşu olması. İmralı tam karşıda. Google Eart ölçümlerine göre 16 kilometre ötede. Gündüzleri binaları, binaların arkasındaki tepeleri; geceleri ışıkları rahatça görülebiliyor. Çok şey çağrıştırıyor, çok şey düşündürüyor insana. Tarihini, değişen işlevlerini, değişen konuklarını, o konuklarının başına gelenleri…

Beş önemli döneme tanık kara yazgılı bir adadır İmralı.

Birincisi; üç köyünde bin iki yüz Rumun yaşadığı, bir okul ve üç manastırının adaya nitelik kattığı Bizans ve Osmanlı dönemi. Bu dönemlerde ada kültürlü ve aydın…

İkincisi; 1924’ten sonra yaşama geçirilen ve “vahim” sonuçlarıyla insanları inim inim inleten “mübadele” dönemi ve sonrası… İnsanlarını, neşesini, kederini, kültürünü, sanatını, daha doğrusu yaşamını yitiren ada;  öylesine cahilleşiyor, öylesine kötülüyor ki; tarihinin üçüncü döneminde  mafyanın, canilerin, soyguncuların elinde tam bir mikrop yuvası haline geliyor.

Dördüncüsü; 1935’de başlayan ve günümüze kadar sürüp gelen cezaevi dönemi. Bu dönemde çok ünlü konukları oluyor. Ama konuklar dönemi adanın kendi başına yeniden kültürlenme sürecini de imliyor. Menderes ve arkadaşlarının uzun tutukluluk süreci, idamı ve naaşlarının yıllarca orada kalması; İmralı’nın, kendine özgü bir tarihi arka plan edinmesine ve  neredeyse bir mabet gibi anılmasına neden oluyor. Bu dönem içinde İmralı iki önemli gerçekliği daha yaşıyor. Bunlardan biri, 1940’lı yıllarda Cezaevi Müdürü olan Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun kurduğu, zamanla kitap sayısı on binleri bulan bir kütüphaneye kavuşması; ikincisi de ülkemizin sinema dâhisi ve önderi olmakla kalmayıp dünya sinemasını da etkileyen Yılmaz Güney gibi bir yazar ve oyuncuyu, yine dünya resim sanatı içinde “naif ressam” olarak kendine saygın bir yer edinmiş olan Balaban’ı da bağrına basmasıdır.

1999 yılında başlayan beşinci dönemiyse PKK lideri Abdullah Öcalan adıyla özdeşleşiyor. Şimdilerde Abdullah Öcalan isminin oluşturduğu siyasi, sosyal, kültürel atmosferde konuşulan, tartışılan, yapılan, yapılmak istenen öylesine çok şey var ki… Özünde “barış” temalı bu alt üst oluşun nerede, nasıl duracağını, ne gibi sonuç(lar) doğuracağını şimdiden kestirmek olanaksız. Tek seçenek var; (kırk bin “genç” insanımızı ülke için olası üretimden koparıp ölüme, toprağa, üretimsizliğe götüren kanlı dönemi sonlandıracak olan) “barış!”

İmralı altıncı dönemini  evrensel niteliği olan bir müze olarak yaşamalıdır. “Demokrasi ve Onur Müzesi.” Nasılsa on bin kilometre kare alana sahip; öyleyse dünyanın her yerindeki özgürlük savaşlarına ve savaşçılarına ait utanç ve onur nesnelerini buraya toplamalı. Spartaküs’ten Martin Luter King’e, Nâzım’dan Lorca’ya, Allende’den Menderes’e, Mandela’dan Abdullah Öcalan’a, Cheguevera’dan Bobby Sands’a, Mustafa Kemal Atatürk’ten Ahmet Muhtar’a Viktor Jara’dan Yılmaz Güney’e, Said-i Nursi’den Seyyit Rıza’ya, Nâzım’dan Şeyh Beddredin’e kadar; dünyanın neresinde hangi onur, özgürlük ve eşitlik savaşçısı varsa… İmralı için düşlediklerimi, en azından gereksinme duyulmaması dileğimle ülkemizdeki tüm ceza ve tutukevleri için de öneriyorum. Böyle bir dünya kurulabilir diye düşünüyorum. İnsanların barış içinde, bir arada, birlikte üreterek, eşitçe paylaşarak, mutlu yaşadığı bir dünya.

Ayazma’da, günün hemen hemen her saatinde yıldız rüzgârının esintisinin verdiği rahatlığı solurken ya da sabah akşam kıyıdaki uzun kumsalda yürüyüş yaparken, denizde kulaç atarken, karşımızı süsleyen tepelerin çiçekleriyle söyleşerek kır gezintisi yaparken Çinikitap çıkıp geliyor. Daha geçen hafta tamamlayarak matbaaya vermiştik. Bu kez Çinikitap penceresinden  bakıyorum Bursa’ya. Bursa’daki dergilere, yazıncılara… Çinikitap ve Eliz gibi ülkemiz yazınını çok yakından ilgilendiren dergiler yayımlanıyor Bursa’da.  Her biri nitelikli ve kendine özgü biçeme(üslupa) sahip. Çinikitap, kitap eksenli deneme, tanıtım, eleştiri, inceleme; Eliz şiir ağırlıklı olmakla birlikte öykü, deneme, eleştiri türü yazılara yer veriyor. Kent kültürüne ciddi katkılar yaparken, bu kültürün ulusal ve evrensel kültürle buluşmasına da önem veren  Bursa’da Yaşam dergisiyse, Olay Gazetesi’nin eki olarak, Nahit Kayabaşı’nın yönetiminde yaşam bulmaktadır. Yılda iki kez yayımlanan, her sayısı ayrı bir temayı işleyen, o temayla ilgili kaynak değeri taşıyan, oldukça kapsamlı ve nitelikli bir dergi. Zaman zaman günceli de yakalamaya çalışan, yazın ürünleri içerikli  Mavi Ada dergisinden başka Bursa dergileri içinde biri daha var ki ondan özel olarak söz etmem gerekiyor: Patikalar. Ülkemizdeki birçok ilin bile bir kültür-sanat dergisi yokken Mustafakemalpaşa ilçemizin Patikalar’ı var. Hem de yedi yıldır her ay okurunun önünde. Mustafakemalpaşa Donkişot’u Kekil Şimşek’in emeğiyle yaşam bulan bu dergi geniş bir yazın ürünü yelpazesine sahip. Bu dergilerde, Bursa’da yaşayan yazıncıların ürünleri de sıklıkla yer alıyor. Kimler mi var? Dergilerin Yayın Kurullarındakilerin ve gazetecilerin dışında; Yusuf Yağdıran, Pelin Yılmaz, Şükrü Bilgiç, Halide Yıldırım, Şafak Pala, Güney Özkılınç, Süreyya Güven, Zehra Betül Yazıcı, Hacı Tonak, Gülsün Işıldar, Nursel Aras, Hakan Akdoğan, Cüneyt Özkurnaz, Ali İpek, Nadide Utku, Bergen Nihal v.d.                                              

Derlenip toparlandım işte/ yeni doğmuş bir tay gibi/ dizlerimin üstüne kalktım önce/ sonra dikildim alabildiğine.//Şimdi dağların yüzü daha güleç/ daha ışıklı suların kabarcıkları.// Erguvan cümbüşüne boyanırken halaylar/ alıp gitti korkularımı rüzgârlar./S ı  r  a   geldi/ y     a      ş       a        m         a         y          a !.....  (ş.a. ÜLKEMİN GÜZEL YÜZELERİ’nden)

Şimdilerde Ayazma’da Marmara sımsıcak, engin mi engin, iç açıcı, okşayıcı ama hem çok cilveli hem de çok gizemli. Üstelik yol boylarında hâlâ domuzlara ve tilkilere rast gelinebiliyor. Kuşlar mı? Senfoni konserleri aralıksız sürüyor. Bülbül mü? O gül yeniden açacak ve o bülbül yine gelecek…

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..