Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '14

 
Kategori
Deneme
 

Bursa: İpeğin İpek Başkenti

BEYCE (ORHANELİ)’YE BİR ÖĞRETMEN SELAMI

Gökyüzünden yeryüzüne

ağıp geçen uygarlıklar

bir böceğe ulaştılar

hükmüne diz çöktüler

gizine secde ettiler

su olup kozanın yüreğine akınca

Bursa çekmesi’ne 5 ilmik attılar

İpekçe dokudular tarihi

Bu yüzden ipekçe söyleşir Bursa

ipekçe gülümser ipekçe güler

ipekçe sevişir ipekçe sever.”

(ş.a.Bursa Suresi)

Otuz dört yıllık Bursalıyım. Hem de ücra köylerine, o köylerin çocuklarına, dağlarına, taşlarına, kültürüne, sanatına emek vermecesine… Bu yüzden gerçek bir Bursalı kadar da algılayabiliyorum kozanın serüvenini. Hem de birkaç yıl boyunca; Orhaneli deyimiyle, “böcek tutarak”, dut yaprağı keserek, o yaprakları ince ince kıyarak,  ipekböceğinin beslenmesini ve çalışmasını saatlerce izleyerek, onlarla bütünleşerek yaşamacasına.

Tepeden tırnağa hüzünle dolu bu öykünün neresinden başlayayım?… Örneğin, Samsun’dan öğretmen arkadaşım Vedat Bey’le kafa kafaya vererek Bursa’ya tayin istediğimizden mi, onun eşyasını Keles’in Issızören köyüne bıraktıktan sonra gecenin bir yarısı benim (yalnızca birkaç parçadan oluşan) eşyalarımı Büyükorhan’ın Demirler köyüne götürme maceramızdan mı, ipekböceğini ilk kez  gördüğüm Deliballılar köyünden  Eskidanişment köyüne (12 Eylül sürgünü olarak) gittikten sonra, orada, ipekböceğiyle nasıl haşır neşir olduğumdan mı?... Evet evet, buradan başlamalıyım. Adı da sanı da kayboldu gitti beni köyden köye sürgün etmek için çırpınıp duran siyasetçilerin, bürokratların… Meğerse ne günler görecekmişim! Örneğin Güneşin Konağı adlı ilk şiir kitabımı bu köydeyken yayımlayacakmışım, Olgun Şimşek, Kekil Şimşek, Ercan Kaya, Hüsnü Gür gibi dostlarımı oradayken tanımışım  ya da  o sürgünlüğüm olmasaymış belki bu yazıyı yazma şansım da olmayacakmış.

İPEKBÖCEĞİNİN GİZEMLİ DÜNYASIYLA TANIŞMA

Eskidanişment, Orhaneli’ye yedi kilometre kadar yakın olmasına karşın yedi yüz kilometre kadar uzak bir köy. Gerçi Orhaneli de Bursa’ya bir o kadar uzak… Hâlâ öyle… Gittim; yolu yok, yoksul, yoksun ama insanları ve insanlığı var. Dostlukları bereketli. O günkü Muhtar Hasan Akdeniz’in bugün de süren dostluğunu anlatmakla bitiremem. Ona, “eşim de çok istiyor; biz de böcek tutamaz mıyız?” diye sordum. “Elbette yapabilirsiniz,” dedi. “Köyde böcek tutmayanların dut bahçeleri var, söyleriz o bahçelerden de yaprak kesersiniz olur biter.”

İlk yıl yarım paketle başladık böcek tutmaya. Sonraki yıllar tam paket tuttuğumuz da oldu. Küçük bir torbacıktaki  beş bin ipek böceği yumurtasının adıdır “yarım paket.” Hepi topu iki çay kaşığı… O nazenin yumurtalar nemli, ılık ve temiz bir odada yumuşacık pamukların içine yatırılır. Yalnızca beş gün sonra yumurtalardan asla ergin ipekböceğine benzemeyen küçücük canlılar çıkmaya başlar. Daha çok karıncaya benzeyen bu canlılar yumurtadan çıkınca üzerlerine birkaç tane gül yaprağı konur. Dokunmaya kıyılamayacak kadar küçük böceksiler gül yapraklarının üstüne tırmanarak orada toplanırlar. Gülün oylumunda, gül ve ipek felsefesince gizemli bir buluşmadır gerçekleşen. Toplanma tamamlandıktan sonra beslenme faslı başlamış demektir. Dut yaprakları incecik kıyılarak yavaşça üstlerine yayılır. Bunu duyumsarlar. Hemen bir devinim başlar. Binlerce böcekçik aç kurtlar gibi saldırır kıyılmış yapraklara. O andan itibaren serüvenin  müziği de başlamış olur. Körpe kıpırtıların ritminden doğan ipincecik, kibar mı kibar, çıtır çıtır bir müziktir o. Yeşil yosunlu kayaların arasındaki ince bir arktan akıp geçişine benzer suyun.  Hem zaten, / Su ayetiyle başlar Bursa Suresi/ su gibi akar zamana koşut...//(ş.a. Bursa Suresi, Ülkemin Güzel Yüzleri’nden.) Çünkü “Bursa,”  Evliya Çelebi’nin de dediği gibi “sudan ibarettir vesselam!”

Bu devinimin ve müziğin gizemine kaptırırdım kendimi, dalıp giderdim. Saatler geçerdi böyle. Kendi senfonileri eşliğinde beslenen ipek böcekleri neredeyse gözle görülür biçimde büyür, bir hafta içinde birkaç santim boya ulaşırdı. Kaşları gözleri belirginleşir, derileri gerilir, renkleri beyazlaşırdı. Bu fasıl doyduklarını düşünerek her biri boynunu yukarı kaldırarak başını göğe dikerdi. Birinci uyku haline geçmiş olurlardı böylece. Binlerce minik uykucu iki gün boyunca böyle kalırlardı. Huzur ve gurur içinde. İki gün tamamlanınca sancılı da olsa derileri değişmiş, boyları uzamış, karınları acıkmış, yepyeni bir yaşama açmış olurlardı minik gözlerini.

Ritüelimiz olmuştu onlarla yaşamak.  Baharla birlikte doğa uyanır,  pütür pütür gövdeli, yaşlı dut ağaçlarından dut yaprağı fışkırır, eşimle birlikte Muhtar Hasan Akdeniz’in eşeğini alıp dut bahçelerine gider, dut dalları kesip getirir, ipekböceğinin yaşıyla orantılı olarak yaprağı kıyar, üstlerine serper, sonra oturup beslenmelerini izlerdik.

Bazen geceleri de giderdim yanlarına. Köyün gece sessizliğinde her şey  daha başka görünürdü. Her böcek ayrı bir dünya kurmuş olurdu kendine. Fantastik, masalsı, ürkütücü… Altlarında biriken dut dallarının  kuytu köşelerine çekilerek orada hayal kuranlar mı dersin, sekiden sarkan bir dalın en uç kısmına yerleşerek altındaki derin uçurumu izleme zevki yaşayanlar mı?... Sağı solu kolaçan edenler mi dersin, bir araya gelip derin sohbetlere dalanlar mı?... Bazen bir böcek bir dev gibi görünürdü gözüme, bazen bir kedi ya da bir kartal gibi… Bazen cin, şeytan, peri kılığına girerek bana arkadaş olurlardı bazen de öykülerimin kahramanı olarak…   Karanlık, aydınlık ayrımı bilmiyorlardı; dut yaprağı yenecekse, uyunacaksa ya da bir değişim geçirilecekse gece, gündüz fark etmiyordu. Çok şey öğrendim onlardan; sabrı, zamanı iyi kullanmayı, durmadan çalışmayı, en güzeli ve  en mükemmeli üretmeyi. Öğrendiklerimi Ali Yüce’nin şiiriyle anlatırdım kara kuru, elleri ve dudakları çatlak, hüzün bakışlı öğrencilerime:“Adım ipekböceği/ Bursa’da otururum/ Mesleğim ata mesleği/ Dut yaprağına taparım / Hem mimarım hem mühendis/ Evimi kendim yaparım.”

Her bahar dört, beş hafta sürerdi bu tatlı coşku.

İPEKBÖCEĞİNİN ŞAİRSEL HALİ ve KOZA ADLI ŞİİRİ

İpekböceğinin bu halleri dört uyku dönemini içine alan beş yaşı boyunca sürer gider. Her uyku döneminde biraz daha büyümüş olarak yepyeni zamanlarda yepyeni bir yaşam için kendini yeniler, geliştirir. Boyu yirmi altı gün sonra sekiz, on santime ulaşır. Küçük beneklerle süslü derisi bembeyaz olur. Bütün bedeni içini gösterecek kadar şeffaflaşır. İçi boydan boya ipek hammaddesiyle dolduğu için şık bir avize gibi çevresine ışık saçar. Son kuluçka ve hemen ardından da şiirini yazma zamanı gelmiştir. Bunu, başını havaya kaldırıp sekiz rakamını çizer gibi devinmesiyle belli eder.

Gizini asla bilemediğimiz nedenlerden ötürü gül yaprağıyla başlayan yaşamı, tıpkı bir şair  gibi  gülün oylumlarınca oylumlu, şiire ulaşmaktaki sancıyla dolu sürer gider ve sonunda incecik ipekten oluşan karmaşık dizelerini örmek için inzivaya çekilir. Dizeler tamamlandığında ortaya çıkan şiirin adı kozadır. O şiiri bir şair, Bursa özeline dair imgelerle  şöyle yorumluyor: “…/Ram olmuş köpüğe ipek demişler/ Suları dokuyup salıvermişler…” (Bursam Benim, Zeki Ömer Defne)

İpekböceği kültürünün Bursa’yla bütünleştiği, Bursa’ya anlam kattığı, tanıtımına entelektüel düzeyde katkı yaptığı; sosyal-ekonomik yararlarının ötesinde  kültürel-sanatsal bir gerçektir. Birçok şair, yazar ipekböceğini, ipeği, kozayı yapıtlarına taşıyarak bu gerçeğe daha derinlikli boyutlar kazandırmıştır. “…/Uludağ etekleri al ipekten bu akşam/” diyor şair Ömer Bedrettin Uşaklı. Nuri Demirci, Bursa Taşı adlı şiirinde “…taşındım kavmimin şen mezarlığına/ satırlar yağdı üstüme, dizeler; uçuşan sözler/ Romalı kızların ipek etekleriyle/ silindi yüzümdeki mimikler…” diye şiirleştirmiş  ipeğin Bursa’daki  tarihsel-kültürel döngüsünü. Benzeri bir izleği Kemal Gündüzalp İpek’in Kenti Bursa şiirinde bir başka boyutta işliyor: “Tarihi kim süslemişti İpek Han'ının taştan duvarlarında?”   Hilmi Haşal Bursa’da Aşk şiiriyle Bursa atmosferini “cennet atlası”, insanın dünyaya gelişini haber verdiği o ilk çığlığı da “ipek çığlık” olarak betimliyor: “define tuzak bencileyin; ilkin şerbetine kandıydım/ meğer ki cennet atlasına doğmuşum ipek çığlıkla/ sonra Tophane taşıyla kesmişim göbeğimi, kalede/ ikbal mevsimi, koparmış zümrüt kabuğunu gülün

Robert Walsh, “Bursa, Uludağ Ve Emirsultan” başlıklı gezi yazısında dut ağacının Bursa kent kimliğine katkısını oldukça özgün bir saptamayla anlatıyor: “... Tüm nüfusun geçimini sağlayan ipek­böceği yetiştiriciliği için yem sağlamak amacıyla her yere dikilmiş dut ağacının yaprağı kente ayrı bir karak­ter verir.”

Sait Faik’in İpek Mendil başlıklı öyküsüyse başlı başına bir Bursa unsurudur. İlk yazdığı öykü olarak bilinir ve okuyan herkesi Sait Faik dilinden Bursa’yla buluşturur.

ŞAİRİN HÜZNÜ VE BİTİMSİZ ACISI

Karmaşık, ilginç ve heyecanlı bir süreçtir; buraya kadar  güzel, görkemli ama buradan ötesi hüzünlü ve hatta acıklı. İpekböceği dört uyku dönemini tamamlayıp koza öreceği imini verdiğinde üzerine meşe dalları veya hardal süpürgesi konur ki o bitkilerin çatallı dalları arasına kendini kolayca tutundursun ve kozasını sarmaya başlasın. Bir başlar pir başlar… Akşamdan ince kar tozanları yağmış gibi görünür böcek odasındaki sekilerin üstü, sabaha kar yağmış gibi… Akşamdan yüz yüze olduğum böcekleri sabaha kozasının içine saklanmış görerek nasıl üzülürdüm!... Böcek, bunu başarabilmek için o ilk  gecede bile binlerce kez dönmüştür kendi ekseni çevresinde. Üç beş gün içindeyse yaklaşık yüz otuz bin kez… Ortak duyguları taşıdığımızı düşünürdüm; ben de onlar gibi bambaşka yerlerde bulmuştum kendimi. Yoksul, cahil ve ulaşım olanakları olmayan o köyde,  ben de kozamı örmeye, şiir, öykü yazmaya çalışıyordum. Ama onları gösterebileceğim, eleştirisini alabileceğim başka bir yazıncı yoktu çevremde. Tıpkı ipekböceği gibi ben de kendi eksenimde dönenip duruyordum.

Serüvenin tam da bu noktasında büyük bir yol ayrımına girerdim. Bembeyaz, ışıklı ve kar tomurcuğu görünümlü kozaları toplayıp çuvalladıktan sonra kara kar kara düşünmeye başlardım. İki yol çıkardı önüme. Birinci yol ipekböceğinin koza adlı şiirinin “kelebek” adlı doruğuydu. En güzel, en doğru, en doğal olanın; rengârenkliliğin, inceliğin, güzelliğin adı. Kozaları birkaç gün içinde Bursa’daki Koza Han’a  götürüp satmazsam kozanın içindeki böcek bir reenkarnasyon döngüsündeymiş gibi kelebeğe dönüşecek, kozayı delip yepyeni bir yaşama doğru kanat çırparak çekip gidecek ve bir kelebek ömrünce de olsa özgürlüğü tadacaktı. Bir de ikinci yol vardı; vahşi mi  vahşi ve acıklı mı acıklı. Kadife, saten, kutni, ipek ve kemha adlarıyla ölümsüzleşen “ölüm”dü onun adı da. Günlük yaşamın dayattığı ve kabul ettirdiği yoldu ne yazık ki. Koza adlı şiir, Koza Han’a götürülecek, açık arttırmayla alıcısına satılacak, alıcısı  aldığı kozaları zaman geçirmeden sıcak su kazanlarına boşaltacak, içindeki ipekböceklerinin bağırıp çağırmalarına aldırış etmeden boğulup ölmelerini sağlayacak, delinmemiş kozalardan ipeğini çekecek ve onu dünyanın en yumuşak, en okşayıcı, en dayanıklı kumaşına dönüştürecekti. Tek şey kalıyordu geriye: I.Murad’ın Milano Dükü’ne armağan olarak Bursa kemhası gönderdiğini, Ruhsati’nin, servi boylu sevdiğini kemhalar içinde görerek ölesiye heyecanlandığını bilmek. Ve Ruhsati’nin dilince güzel bir duyguya, eşsiz bir müziğe dönüşürdü bu bilgi.  Ben de bağlamamı alır o müziği, o bilge sözleri tellerin tınısıyla bütünleştirerek dillendirir, ruhumu dinginleştirirdim:

Yenice bir bağa bağıban oldum
Lebi sükker yanakları al çalar
Kemhalar giyinmiş servi boyuna
İnce bele lahuriden şal çalar
Benim mecnun olduğumu bilir de
Emsin diye dudağına bal çalar

Zaman sokulurdu araya. Acılarımı biraz hafifletir ama üzüntülerimi dindiremezdi. Hüznüm sürer gider, bir sonraki yılın aynı renk acılarına ulanırdı. Bir sonraki yıl ritüelimin içine yepyeni bir bölüm daha ekler, böceklerin dördüncü uykusundan sonra gelen beşinci yaşlarında onlara, (başlarına geleceklerden ötürü avutmak ve özür dilemek amacıyla) Cemal Safi’nin “İpek Böceği”  başlıklı şiirindeki övgüleri okurdum: “…//Diler isen kirmanında tel eyle/ beğenirsen ak omzuna şal eyle/ yaşmak eyle duvak eyle tül eyle/ incelt beni yücelt beni öv beni.” 

GURBETÇİNİN ARMAĞANI: “DİE TÜRKEİ” ADLI  İPEK  KRAVATLAR

Bursa’nın Demirler, Deliballılar, Eskidanişment, Narlı, Karaköy, Şaihinyurdu, Muratoba gibi pek çoğu kuş uçmaz kervan geçmez köylerine, o köylerin çocuklarına, hatta gençlerine emek verdikten bir süre sonra yine öğretmen olarak Hamburg’da çalışmaya başladım. Bursa’ya geldiğim ilk iznimde, orada bana iyi arkadaş olan bay ve bayanlara etkileyici armağanlar almak istedim. İlk aklıma gelen, ipekliler oldu. Sekiz yıl aradan sonra Koza Han’a gittim. Bayanlara ipek fularlar, erkeklere de ipek kravatlar satın aldım. İzin dönüşü, kravatlardan birini takınarak  Hamburg’daki okuluma (Schule Slomanstieg) gittim. İlk karşılaşan Müdür yardımcısı Bayan Knaue, “Her Akbaba, wie schön, ne kadar güzel!” diyerek, gerçekten büyük bir heyecanla karşıladı beni. “Die haisst die Türkei, adı Türkiye’dir,” diye yanıtladım onu doğaçlamadan. O an kravatıma Türkiye adını vermiştim. “Warum, niçin?” diye sorunca; zemini siyah, üstü rengârenk çiçeklerle dolu ipek kravatımı şöyle anlattım: “Bizim insanımız karamsar, hüzünlü ama aynı zamanda doğamız ve ülkemizle birlikte  böylesine de renklidir işte…” Bravo diyerek alkışlamıştı. Sonra armağanlarımı vermiştim. Nasıl büyük bir hoşnutlukla kabul etmişlerdi, anlatamam. O günden sonra beni her gördüklerinde, kravatımı ya da takınmışlarsa kendi kravatlarını göstererek, “Die Türkei,” diyerek şakalaşmışlardı. 

Bu yazıma da adını verdiğim İpeğin İpek Başkenti başlıklı şiirimi de bütün bu yaşanmışlıklarımdan sonra Hamburg’da yazdım:

İPEĞİN İPEK BAŞKENTİ

I.

İpeğin gümüş kervanı

derin,dingin,duru akan

kıskanç bir nehir gibi

antik gizler taşıyor hurcunda.

II.

Sürgün bir şehzade kadar umsuk

otursam Climboz kıyılarına

uzatsam Zeus’a elimi

göçebe güvercinler konar parmaklarıma.

Susuz bir evliya gibi sabırla

kursam şadırvanımı Hisar burcuna

dokunsam bekaretine toprağın

zemzem rengi gelir yanaklarıma...

 

Uzak bir düşü gibidir Anadolu’nun

Marmara’nın bumerangı

konuk biriktiriyor binlerce yıldır

renklerin harmanında

Misi şarabı tadında...

 

Bir konuğu da benim bu kentin

bu kent  biraz da benim

sevdası yasaklı sevdalım

söylesem vururlar kırsal yanımdan

çağların üstüne dökülür

masmavi akan kanım

Antik Mavi’siyle buluşur

İznik toprağında demlenen çinilerin

ağrım biter,sızım diner

ipeğin ipek başkentine

kervanın büyüsü siner.

III.

Aç bir masal bebeği gibi

emsem ışığını (d)olgun memelerinden

alaca türküler doldurur sokaklarını

Tutsam elini, dinlesem kendimi vererek

bin yerinden kanayan sözcükler dökülür dilinden

 

Kanatları zümrüt işlemeli

gümüş bir kumru gibi

konmuş yüreğimin bam teline

sussam dilim ürker

konuşsam canım...

yekinsem yerimden dünden yarına

pas damlar dudaklarıma

yol tükenir,ömür geçer

yıllar yüzyılları iter

ipeğin ipek başkentinde

kervanın dumanı tüter…

IV.

Nilüfer uykusunda şimdi

derin,beyaz ve suskun

bu yüzden

bir gün

Mühr-ü Süleyman dilinden

son buyruğumu vereceğim cinlerime

bulacağım varoşlarda kaybolan

“pay-ı taht”ını gönlümün...

(ş.a.Ülkemin Güzel Yüzleri’nden)

KOZA HAN’IN HÂL-İ PÜR MELÂLİ

Aradan çok zaman geçmedi. Hepsi hepsi çeyrek yüz yıl. İpekböceği atmosferinde gelişen yüzlerce yıllık koza coşkusu; incelikli, engin, üretici  ve değerli kültür elini, ayağını çekti Bursa’dan. Yüz yıllar boyunca Koza Han’ın taşına duvarına sinen koza kokusu kayboldu, üreticilerle alıcıların açık arttırma anındaki hararetli pazarlıklarının yankısı sustu. Sırasıyla develerin ıkkıltısı, köy arabalarının sokakları dolduran takırtısı, atların kent görmüş kişnemesi,  köylülerin şen kahkahaları da onların ardından gitti.  Ağaçları kesilip atılarak terk edilen dut bahçelerinden sonra sırayı ipeğe dair söylenceler, türküler, maniler, ninniler aldı. Onlar da görünmez olup Koza Han’ın bir köşesine sindiler. Orada, yeniden gün yüzüne çıkarılacakları günü bekliyorlar.

Her şeye karşın Koza Han yine rengârenk. Ama, binası ve esnafları dışında hemen hemen her şeyi yapay ve yabancı. İpekli denen kumaşları da renkleri de kokuları da… Şimdi orada Orhaneli’nin değil, Çin’in; Kelesli köylülerin değil Nanning, Lanzhau ya da Yumen köylülerinin emek ürünleri boy göstermekte, taş duvarlarında onların anlayamadığımız şarkıları yankılanmakta.

 “Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi

akar gider yüzyıllardır serüven

Arkası gelmeyen kavim kardeş göçünden

ürktü,korktu,kimliğini yitirdi

Hüsn-ü Güzel20  rüyasını bitirdi.

 

Bitmedi bir türlü kentsel yolcuğu

demir filizleri el açıp göğe

minareler gibi duaya durdu.

 

Yasak konduların izbelerinde

binlerce ayıbın çığlığı kaldı.

 

Ovası elmasız,gülsüz, gülşensiz

dağları Hera’sız21,merasız kaldı.

 

Dutları Çin kumaşı sardı

ipekböceği yapraksız kaldı

 

………

 

KORO:

Bu kentin yazgısı benim de yazgım

ülkemin aynası, tenimde yangın!...

Artık, sular bile Bursa’ya dargın!

(ş.a.Bursa Suresi)

LEİZU’NUN  HÜZNÜ

Bir başka reenkarnasyon döngüsü daha tamamlandı. İpekçilik Tanrıçası Leizu bir daha Anadolu’ya dönemedi, Bursa ipekçiliğini diriltemedi. Öyle olunca, ipeksi yaşantıların yerine bambaşka yaşantılar geçti. On sekiz yılımı verdiğim ve her gün biraz daha fazla sevdiğim, bütün haklarımı da helal ettiğim Bursa ve köylerinin yorgunluğu çöktü üstüme. Dinlenmeliyim artık. Dinlenesim var.

XV.

Şimdi oturup Koza Han’ın kalbine

demli bir çay içesim var dostlarım

içimdeki burukluğu atasım var dostlarım

akşam güneşine göğsümü açıp

nargilemden çekesim var dostlarım

dilimdeki acılardan kaçasım var dostlarım

çıkıp Tophane’ye Bursa’ya karşı

sevdalımı sevesim var dostlarım

Bursa’yı yaşamaya hevesim var dostlarım!

XVI.

KORO:

“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi...

(ş.a.Bursa Suresi.)

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------------


5Bursa Çekmesi:Bir yol ipek,bir yol iplikten dokunan Bursa kumaşı.


20Hüsn-ü Güzel:Bursa’da bir kaplıca hamamının adı.


21Hera:Tanrı Zeus’un kardeşi ve eşi.

 

 

 

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..