- Kategori
- Anılar
Sapanca efsaneleri 20
Çocukluğumun en güzel günleri Nurettin Bey caddesinde geçti. Sokağımız sanki bir mahalle değil; Burç Pastanesinden başlayıp Lale'ye kadar uzanan bir koridorun etrafına sıralanmış odalardan ibaret tek bir ev gibiydi.
Muharrem Ayı'nın 10. gününde komşuların birbirine dağıttıkları Aşure'lerin ilk kaşıklayışta, kimden geldiğini bilirdik. Aynı şekilde, hangi bayramda hangi evden ne harçlık alacağımızı bildiğimiz gibi.
Rahmetli Ahmet Amca'nın ( Uslu ) Sabah Namazı'na Rüstempaşa'ya elleri arkasında ağır ağır gidişi, gecenin sabaha kavuştuğunun hergünki kanıtlarından sadece biriydi benim için.
Evlerinin önündeki demir kapıyı ses olmasın diye öyle nezaketli bir şekilde kapatırdı ki; çıt çıkmazdı. Nazire Yenge de onu yolcu ettiğini sanki kapının önüne iki süpürge süpürmeye çıkmış gibi yaparak hiç belli etmezdi. Rahmetli Mustafa Abi'nin ( Uslu ) o çocuksu gülümsemesini hiç unutmadım. Mekanı cennet olsun kaderinde buralardan erken yol almak vardı.
Bazı insanlar vardır ya; bu dünyaya belli bir yaşta gelmiş ve hep o aynı yaşta kalmışlar gibi düşündürürler. Bizim mahallede onlardan çok vardı.
Sade yaşantılarıyla meydan okudular zamana. Allah hepsine uzun ömür versin.
Bir tarafımızda Cevdet Amcalar ( Belat), diğer tarafımızda Havva Teyze'ler.( Orhon ), çapraz karşımızdaki Güler Teyzeler ( Çetiner ), Ülkü Amcalar ( Arıkan ), Orhan Amca'lar ( Atilla ), Bilgen Dayılar, Melehat Teyzeler onlardan bir kaçıydı sadece.
O mahallede varlığıyla zamanı durdurmuş insanlardan bir tanesi de Faruk Amca'ydı.(Çetiner).
Zaman denen soyut mefhumun insan suretinde somut bir biçimde oluşturduğu değişiklerden hiçbir eser olmadı onda hiçbir zaman.
Kendimi bildim bileli hayata hep bardağın dolu tarafından baktı. Gülümseme denen şeyin insan yüzündeki bildik bir mimik değişikliğinden çok öte birşey olduğunu gördüğüm ilk insanlardan biriydi. Her zaman şuan için iyi olan ne var diye düşündü.
Bu değil miydi zaten zaman denen falakacıyı tokatlayan şey?
Bu yönüyle o, zamana el mi yaman bey mi yaman'ı her fırsatta gösterdi.
Zor olmayan bilmeceler sorardı.
Dünyanın her yerinde kim yaşayabilir biliyor musunuz çocuklar? diye sorduğu bilmecenin cevabını hiç unutmadım.
Cevap, kendiyle dalga geçebilen insan'dı.
Vazgeçemediği iki şey vardı. Kabına sığmaz bir samimiyet, ve Kır At'ın peşi sıra olan bir aidiyet.
Rüzgarın nereden estiğine bakmadı hiç. Onun için rüzgar, sadece Kır Atın yelesi arasından esen birşeydi. Dolayısıyla her devrin adamlarından olmadı.
Ağustos'un yarısının yaz, yarısının kış olduğu zamanların Sapanca'sında kışlık odunlar, bodrumlara Ağustos'un başı itibariyle istiflenmeye başlardı.
Mahallenin çocukları olarak kimin odunu gelmişse o evin çocuğunun yönlendirmesiyle minumum yere maksimum odun istiflemek işi, bizden sorulurdu.
Minumum bir güzelliğin üzerine maksimum mutluluklar inşa etme alışkanlığımız, istiflediğimiz o odunlardan miras kaldı herbirimize.
Sıcaktan bunaldığımızda çeşmelerden ağzımızı dayayarak kana kana su içtiğimiz zamanlardı sözünü ettiğim.
Geçen gün bisikletinin arkasına monte ettiği kasayla bir fabrikanın lütfettiği çeşmeden doldurduğu iki büyük damacanayla evine dönerken gördüm onu.
Görür görmez aklıma bahçelerindeki o eski tulumba geldi.
Odunları taşırken susadığımızda birimizin ağzını dayarken diğerimizin su çektiği o mavi renkli tulumba. Ne suydu o arkadaş?
İçerken boğazından içeri akan şey su değil de, ruhuna dolan bir ferahlıktı adeta.
Faruk Amca'ya mavi tulumbaya ne oldu? diyemedim.
Çünkü olan belliydi. Evinin önünden ağzını dayayarak içtiğin Allah'ın suyu, artık lütfettikleri çeşmelerden akıyordu. Ve su almaya gelenler kavga ediyorlar, arabaları kazaya yol açıyor diye onlar da kafaya göre kapatılabiliyordu.
Onlarca su fabrikasının açık olduğu yerde, üç beş tane lütuf çeşmesi de artık halka kapalıydı.
" 63 yaşındayım, düştüğümüz hale bak, hiçbir şey olmasa mavi tulumbadan içtiğin suların hatırına bunları da yaz be evladım." dediği anda dondum kaldım.
Suyun da senin de hakkın ödenmez Faruk Amca..
Bu yazı sana armağan, sana bunu yaşatan kimlerse onlara kapak olsun!!!