Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

26 Şubat '17

 
Kategori
Öykü
 

Sarı'nın yeri 2

Acı bahar, aha lodos çıktı, bugün nem var, bulut sıcağı, bahar yağmuru derken soba kaldırılmış camlar kapılar açılmıştı sarının yerinde. Belediyenin diktiği bin bir renkli çiçekleri, kokularıyla sollayıp geçiyordu narenciye tomurcukları. Şu tatlı akşam esintisinin mutluluk kaynağı biraz da o taze tomurcuk kokusuydu kuşkusuz. 

Kendi halinde, yoğun ama son derece nizamlı intizamlı bir Çarşamba akşamıydı Sarı’nın yerinde…

Erzincanlı garson Mehmet, sarıya ‘sezon geldi, bi adam daha alalım şuraya’ diye bir hafta kadar ağlamış en sonunda - çaktırmadan işi de yavaşlatarak inadını kırmıştı patronunun. Uzak bi akrabasını çağırmıştı memleketten. Hakkı’ydı adı. Sarı, ‘hakiki’ diye lakap takmıştı yeni gelene.

Uzun kemikli suratı, gittiği her yere götürdüğü ekşi bir kokusu ve her an onu duvarlara toslatabilecek cahilce hırsları vardı yeni gelen ergenin. Bir yerlere doğru evrilirdi zamanla, belki iyiye - belki kötüye kim bilir.

Mekanın ağır masası İstanbullu şair -  yazar tayfasıydı bu akşam. Bir öykü yarışmasında jüri üyesi olmak için Antalya’ya gelmişlerdi. Belediyeden bir bürokrat eşlik ediyordu onlara. Yüzlerinde daha şimdiden ‘adil ve edebi’ bir ifade vardı abilerin. ‘Jüri’ olmaya alışıklardı, jüri olmayı seviyorlardı demek ki.

Sohbetleri de tatlıydı hani.

Hilmi hoca diye hitap ettikleri masada en çok sevilen - sayılan ve sorulara muhatap olan yaşlandıkça daha da yakışıklı bi hal almış gibi görünen kadife ceketli adam anlatıyordu sakince.

‘Evliliğimin ilk yıllarında hep oto sansür uyguladım yazılarıma. Doyasıya bir sevişme sahnesi yazmadım. Şöyle sütun gibi bir bacak, taş gibi bir kadın memesi tasvir etmedim. Aşktan, şehvetten kaçtım hep. Bir gün yazdığım bi radyo oyunu hakkında hanıma bir şey danışayım dedim, tespitlerinden anladım ki benim hanım benim yazıları, kitapları okumayı yıllar önce bırakmış… Sizin anlayacağınız o kadar oto sansür boşa gitmiş’

Saygılıca gülüşüldü bu hadiseye.

Devam etti tatlı diliyle ‘yazar abi’.

‘Dört günlük Yaz’ romanımda yılların intikamını aldım ama bu sefer. Eleştirmenler tam söylemeseler de uzun sevişme sahnelerini biraz fazlaca, hani nasıl söyleyeyim olmasa da olur buldular. Hanım bu eleştirileri okuyunca romanı da okumuş tabi. Oradaki paragrafların çoğunu ezberlemiş, zaman zaman alay ediyor şimdi benimle. Yalnız ben durumumdan memnunum. Hem içimde kalanları yazmış oldum ‘Dört günlük Yaz’da hem de itiraf edeyim yıllar önce kaybettiğim çok sadık bir okurumu geri kazandım.’

Sarı Ahmet masanın ağırlığını birlikte geldikleri bürokrattan ve konuşulan mevzulardan anlamış olacak ki nazik bir uzaklıkta duruyordu İstanbullu konuklara. Kuzu pirzola getirdi içeriden, pek adeti değildi ama alüminyum folyo ile kemiklere küçük birer tutamak bile yapmıştı.

‘Ooooo pek güzel’ diye karşılayıp yer açtılar masada pirzolaya.

Bir süre ‘eyvallah’lar, ‘teşekkür’ler gezindi havada.  

‘Beyefendi siz sarı değil gerçek bir kızılsınız aslında, bu bir ayrıcalık bence Dünya nüfusunun pek azı sizin renginizde biliyor musunuz?’

Sarı, cevap vermedi, gülümseyip kasanın başına gitti yine. Eliyle Hakkı’yı çağırdı, hayatın sırrını iki dakikada veriyormuşçasına kulağına fısıldamaya başladı yeni elemanının;

‘Bana ‘boşları topla’ dedirtme gözünü seveyim, gördüğün işi yap Hakiki hadi evladım, kirli bardak, boş tabak, kül tablası… Söylemeden hallet bunları masalar tertemiz olsun’

Garson Mehmet iyi koşuşturuyordu yine. Rahat sigara içmek için masayı kapının önüne kurdurmuş bir başka arkadaş güruhu; udi Rasim abiyi masalarında esir ettikleri yetmiyormuş gibi Mehmet’i de ‘onu getir, bunu buldur, şunları bi daha ısıttır’ falan diye asker etmişlerdi.

5 kişinin oturduğu masa ikiye bölünmüş, bir taraftan; ‘Eti şurdan alacan, yoğurdu buradan getirtecen’ diye iflah olmaz, bitmek bilmez bi yemek muhabbeti yapıyorlardı. Yeme içme sohbetine girmeyen diğer tayfalar da Udi Rasim abiye bilmem kaçıncı keredir aynı şarkıyı söyletmek ve akıllarınca eşlik etmekle geçiriyorlardı vakitlerini;

‘Büyüksün Rasim abi’

‘Hadi baba sağlığına’

‘Kokoreci İzmir’de yiyecen aga. Burdakiler yaramaz, midyeyi de sıcak sıcak yiyecen’

‘Rasim abi bi rakımızı içmedin inat ettin be abi!’

‘Kelle paçayı Antep’te yiyecen’

‘Rasim abi bi duble al bak, ayıp ediyon! Rakı sevmiyorsan başka bi şey söyleyelim’  

‘Teşekkür ederim gençler, siz keyfinize bakın’

Dışarıdan biraz ezik biri gibi görünebilirdi Rasim abi. Zaman zaman ezildiği de olurdu ama onun kendisiyle barışık, elinden her türlü iş gelen düzgün bi adam olduğunu bilmek için onunla biraz vakit geçirmek, en azından Koyunlar’daki müstakil evinde konuğu olup bi bardak çayını içmek yeterdi.

Müzisyenlik, hele böyle sarhoş masasında yapıldığında biraz da oyunculuk isterdi işin aslı. Rasim abi o ezik ifadeyi biraz da bilerek oturturdu yüzüne.

‘Rasim abi, bi biramızı iç bari, valla ayıp ediyon!’

Bir de 14 aylık ‘Leyli’ adını verdiği bi kızı vardı ki Rasim abinin görmeye değerdi güleç yüzünü. Eve gidip sarılıp koklamaya, minicik kafasını bağrına bastırıp beraberce uyumaya bi saat bi şey kalmıştı şurada. Ne diye rakı-bira içip hokka burnunun keyfini kaçırsın minik Leyli’nin.

‘Hadi Rasim abi’

‘Adını dağlara yazdım, ebesinin nikahına yazdım’

Hakkı ortalıktan kayboluverdi bi anda. Her mekanın kendine has bir ‘garson kara deliği’ vardı demek ki. Kalkan eller havada kalıyor kimse Hakkı’yı göremiyordu. Mehmet, kendi bulup getirdiği için Hakkı yüzünden fırça yemek istemiyordu Sarı’dan. Onun eksikliğini kapatmaya çalıştı bir süre.

Derken elinde buruşmuş bir bahis kuponuyla yan taraftaki bardan çıkageldi Hakkı;

‘Kodumun  Real’i… Yatırdı bizi Mehmet abi’

‘Şimdi Sarı bey seni bi yatıracak bir daha kalkamayacaksın’

‘Tamam be geldik’

‘Boşları topla, bir de bakkala gideceksin sigara almaya’

2) Çoğu zaman bezdirici imtihanlar yığınıdır âdemoğlunun aslında pek de kısa olmayan yaşamı. İçine bizi soktukları hendekten çıkmak için biraz isyankar, biraz bitirim olmaya kalksak çoğu zaman hendek derinleşir ve karanlık bir kuyuya dönüşüverir.

İşte zengini, fakiri, okumuşu, cahili onlarca insan türü en azından bu akşamlık  hepsi aynı yolun yolcusu gibi sosyal bir grup oluşturuyordu Sarı’nın yerinde. Mekanın açık camlarından dışarı süzülen et kokuları sokak hayvanlarını cezbediyordu ama müşteriler gidene kadar beklemeleri gerektiğini biliyorlardı onlar da. Mutfaktan bi şekilde artan, artmayan etlerin, balıkların ayrı bir kutusu vardı Sarı’nın yerinde. Erzincanlı Mehmet ‘Allah her yarattığının rızkını ayrı veriyor’ diye mutlanarak dükkan kapanmadan önce çöpün dibine bırakırdı onları. Memlekette kedi köpek bilmezmiş pek, burada alışmış hatta bazılarına isim takmışlığı bile vardır. 

 

                                                                                 Okan Ünver 

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara