- Kategori
- Sinema
Şark Vaadleri
Anna ile Nikolay
Cronenberg’den Yeni Ruslar:
David Cronenberg’in, “Şiddetin Tarihçesi”nden sonra yine şiddetle yoğurulmuş ve seyirciye tatmin edici bir sinema deneyimi vaat eden yeni filmi, Şark Vaatleri (Eastern Promises).
Film; genç güzel bir ebe olan, Anna (Naomi Watts), güçlü bir suç örgütüne bağlı, gizemli ve karizmatik Nikolai (Viggo Mortensen) ve öksüz, yetim bir bebeğin karşılaşmasıyla başlayan olaylar dizisi üzerine kurulu.
Bir çok konuya değinen bir film ve ilginç, orijinal karakterleri var. Anna’nın, film boyunca sürekli, eskiden KGB’de çalıştığını söyleyen amcası gibi. Tabii bu yan karakterin sempatikliği, Viggo Mortensen’in rahatsız edici karizması yanında hiç kalıyor.
Gizemli, güçlü, soğuk kanlı, belki alçak gönüllü, belki fazla görmüş geçirmiş, ilk bakışta korkunç bir adam Nikolay. Hem saçıyla başıyla, jilet gibi kıyafetleriyle, hem de dim dik duruşu ve tavırlarıyla bulaşmak istemeyeceğiniz bir adam.
Fakat Viggo Mortensen’in bu filmdeki tek başarısı böyle bir havayı yaratmış olması değil, bir de ona Russia! dergisinden “En İyi Rusça Aksanı” ödülü kazandıran aksanı var. Mortensen bu başarısı için çok çalışmış. Moskova, St Petersburg ve Sibirya’da haftalarca çevirmensiz dolaşmış. Gördük ki, çabası işe de yaramış.
Filmde ufak ufak görünüp kaybolan Türk/Kürt yan karakterler ise Mortensen’in bu başarısının yakınından bile geçemiyor maalesef. Yabancı izleyiciye gayet ikna edici görünebilir bir performans olduğunu tahmin ediyorum ama bozuk aksanlı ve dili bilmeyen oyuncular tarafından konuşulan Türkçe, Türk izleyicinin dikkatini dağıtıyor.
Maalesef, Şark Vaatleri’ni, filme girerken umduğum kadar derinlikli bulmadım. Filmde hem kırsaldan şehire gelen, batıya göçen bir kızın trajedisi, hem Rus Mafyası, baba oğul ilişkisi, Rus polisi ve her nedense “Londra’da” yaşayan yabancılar, etnik gruplar ayrı ayrı anlatılıyor. Cronenberg’in hikayesi için Londra’yı seçmesi bana çok gerekli görünmedi, özellikle de kendisi Kanadalı’yken. Bu kadar fazla konudan aynı anda bahsetmeye çalışırken asıl anlatmak istediği hikayenin ne olduğu konusunda izleyicinin kafası karışıyor. Ahlaki bir mesaj mı, yoksa şehrin tehlikelerine bir uyarı mı ya da tamamen alakasız insan acımasızlığına ve affediciliğine dair bir sorgulama mı? Filmin afişinde yazan, “Her günah bir iz bırakır.” (Every sin leaves a mark.) cümlesine bakacak olursak “Eden bulur.” gibi bir mesaj vermeye çalıştığı sonucuna da varabiliriz?
Filmde yer yer çok rahatsız edici sahneler var ve bu sahnelerin çok başarılı çekilmiş olması da neredeyse seyrederken insana gözlerini kapattırıyor. En şiddet dolu sahnelerden bir tanesi de hamamdaki dövüş sahnesi. Bir dövüş sahnesi olarak oldukça farklıydı. Viggo Mortensen’in anadan doğma haliyle iki silahlı adamla dövüşmesi şaşırtıcı derecede gerçekçiydi. Bu tür sahnelerin filme serpiştirilip bu kadar vurucu olmalarını sağlayan da, bence filmin genel atmosferinin sakin ve huzurlu olması. Sıradan bir ev, aile ortamı, belki o gün sizin de gittiğiniz hamburgerci, eğlenceli ve sıcak bir restoran, üzüntüden çok sevinçlere ev sahibi bir hastane…
‘Şark Vaatleri’nin bir özelliği de batının sinemasında, Rusların sadece “düşman” olmaktan çıkıp insan olması, ajan-mafya tipinden çıkıp düşünen ve hisseden karakterler olmaları. Hem de bunu sadece Anna ile değil, fazlaca ajan-mafya Rus görünümlü bir karakter olan Nikolay ile de yapıyor olması. Aynı şekilde Rus mafyasını da “Godfather” vari bir biçime, mutfak ve restoran fonuyla görüyoruz. Bir baba var, bir oğul var, sıcak yemekler ve balonla oynayan çocuklar, doğum günü kutlayan babuşkalar… Tüm bunlar, yoğun biçimde Rus kültürünü de filme sokuyor.
Birkaç ay içinde adı unutulacak ve seneye “TV’de ilk kez” yazısıyla yayınlanacak bir film gibi görünse de bu kadar farklı kültürden bahsetmek cesaret istiyor. Karakterler ise iyi işlenmiş, yer yer siyah ya da beyaz iken, bir sürü karakter de grinin tonlarında. Ne iyi-ne kötü; kızsak mı, acısak mı, affetsek mi bilemediğimiz karakterler, tipik popüler sinemanın pek yanaşmadığı bir iç derinlik sahibi. Bir çok anlamda filmin gerçekçiliği, onu diğer filmlerden ayrı bir yere koyuyor.
Cronenberg evinde otururken, onu koltuğundan kaldırıp da böyle bir film çekmeye iten şeyin ne olduğunu filmde pek göremesek de, çabalarının boşa gitmediği belli. Sonuçta film kendini izlettiriyor.
Gözde Gürbüzer