Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mayıs '20

 
Kategori
Öykü
 

SARNIÇTAKİ GEMİLER

Tarihi kaledeki çalışmalarımızın ikinci senesindeydik. Temmuz sonu, Ağustos başı sıcağı dayanılmazdı. Ekip arkadaşlarım ve ben ülkenin güneyindeki bu atmosferi tanıdığımızdan kısa sürede adapte olacağımızdan emindik. O gün aramıza yeni katılanlar dışında durumdan pek şikayet eden olmadı. Kazı alanının bulunduğu yarımada denizden metrelerce yüksekte olduğundan sıcaklık deniz seviyesine oranla bir hayli etkiliydi.

Çalışmalarımızı ağırlıklı olarak Ortaçağ dönemini kapsayacak şekilde yürütüyorduk. Hepimizin belirli görevleri vardı. Ben ekibin fotoğrafçısıydım. Kazı buluntularını arşivlemek adına fotoğraflamak benim işimdi. Bunun yanı sıra kilise, hamam vb. eski bina kalıntıları da kadrajıma girmesi beklenen sorumluluklarım arasındaydı. Kendi halinde, içe kapanık ve kimi zaman utangaç kişiliğimden ötürü belki de bana bu görevi uygun bulmuşlardı. Şöyle ki çoğu sanatçıda olduğu düşünülen duygusal ruh halinin neden olduğu “olaylara karşı daha duyarlı olma ve farklı gözle bakabilme yetisi” sanırım benim de genlerimde yer ediniyordu. Örneğin; daha yedi yaşlarındayken geçirdiğim bir kaza sonucu aylarca hastanede yattığım süreçte çizdiğim resimler bugün bile düşünüldüğünde o yaştaki bir çocuğun hayal edemeyeceği türdendi. Hatta bu yetenek bana ilkokulda düzenlenen resim yarışmasında il ikinciliğini de getirmişti. Üniversite yıllarında ise resim sanatının yerini fotoğrafçılığa bırakmasıyla birlikte Türkiye çapında düzenlenen yarışmalarda da şansımı denemiş olmam bölüm hocalarımızın dikkatinden kaçmamış olsa gerek ki bu konuda bana büyük bir sorumluluk vermişlerdi.

Kazı başkanımızın herbirimize görev ve sorumluluklarımızı hatırlatmasının ardından mevsimlik işçiler de alana intikal ettiler. Ömürleri boyunca yorucu ve ağır işlerle uğraşmış olmanın zuhur ettiği elleri, her bir çizgisinden yaşam mücadelesi okunan yüz çizgileri ile bu kaba görünümlü adamların kendilerinden beklenmeyecek kadar güzel altın gibi kalpleri vardı. Aralarında bazı yeni yüzler bulunurken bazılarını da simaen tanıyor olsak da çoğunun ismini hatırlıyorduk. Murat Amca, Ersin Usta, Halit Amca... Aynı bıraktığımız gibiydiler. Her an çalışmaya hazır ve istekli. Fazla söze gerek kalmadan, bu arkeolojik kazı çalışmasının bölgeye kısa süre de olsa ekonomik anlamda bir miktar katkı sağlamasının mutluluğunu tüm gözler anlatıyordu.

Kazı alanında çoğunlukla çömlek sanatına ait kap kacaklar ile çini örnekleri gün yüzüne çıkıyor ancak neredeyse tümü kırık olduğundan daha sonra restoratörler tarafından bir araya getirilmek üzere itina ile toplanıyordu. Arkeoloji denince genellikle herkesin aklına kazı bilimi geliyor diye düşündüm. Doğru sandığımız o kadar çok yanlış vardı ki? Doğrusu “Arkeo ve logos” kelimelerinin birleşiminden tezahür ediyordu. “Kazı veya kazmak” eylemi, anlamı “eskinin bilimi” olan Arkeoloji’nin tekelinde değildi elbette. Bilimsel bir amaca hizmet edecek her türlü bilim dalı, ilgili bakanlıklardan bunun için gerekli izinleri alabilirdi. Kazı bilimi değildi anlaşıldığı üzere, arkeoloji.

Sonunda eski bir hamam kalıntısının etrafında çalışmalarımıza başlamıştık. Zaman zaman gelen turist kafilesi meraklı gözlerle alanı çevreleyen güvenlik şeridinin ardından bizi izliyordu. Kırk derece ve üzeri sıcağa rağmen çok hassas çalışmak durumundaydık. Binlerce sene toprak altında kalan buluntular bir anda gün yüzüne çıktıklarında dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyorlardı. Benim ilk işim ise sarnıçların içerisini fotoğraflamak oldu. Sarnıçlar, yani yağmur sularının kullanılmak amacıyla biriktirilmesi için inşa edilmiş yer altı yapıları tam anlamıyla birer su depolarıydı. Yerebatan Sarnıcı’ nı gözünüzün önüne getirin. Ancak buradakiler o derece muazzam olmamakla birlikte çok daha basit ve kendi haline terk edilmiş örneklerdi. İçerisinin karanlık olmasına rağmen iki saatlik bir çalışmanın ardından elimizde çok ilginç veriler vardı. Sarnıcın duvarlarında fotoğrafladığım şeyler “gemi tasvirleri” idi. İlkel yöntemlerle, kuvvetle muhtemel sivri uçlu bir cisim kullanılarak stilize edilmiş eski kalyonları çağrıştırdıkları apaçık belliydi. Peki, neden sarnıcın duvarlarına çizilmişlerdi? Su ve gemi arasında bir bağ olduğu gerçeği üzerinden yola çıkarak beyin fırtınasına tutulduğum esnada, ekip liderinin beklemekten sıkıldığını belli eden serzenişi ile kendime gelmiş ve yapılacak daha çok iş olduğu gerçeği gemilerle ilgili teorilerimi geçici bir süre geri plana atmama neden olmuştu. Ne de olsa daha kaç ay burada kalacaktık ve bu konuda kafa patlatacak çok zamanım olacağı düşüncesinin verdiği rahatlık hissiyle sarnıçtan çıktım. Dışarıda bizi bekleyen kazı başkanından aldığım yeni talimatla bölgede bulunan eski bir Bizans kilisesini fotoğraflamak üzere yola koyuldum. Harabe olmaya yüz tutmuş taş kilise iki cephede bulunan kemerler üzerinde yüksen bir kubbe ve apsisten ibaretti. Benden istenildiği üzere, yıkıldı yıkılacak halde olan kubbeye çıkıp kuşbakışına yakın geniş açı bir fotoğraf alma fikrinden iyiden iyiye tedirgin olmaya başladım. Başka şansım yoktu. Kubbeye tırmandım. O esnada, yapıyı ayakta tutan kemerlerden birinin kilit taşı yerinden oynayınca sarsılan kubbeden düştüm.

Kendime geldiğimde gördüğüm manzara karşısında küçük dilimi yutuyordum. Karşımda tüm heybetiyle bir gemi duruyordu. Uzun yelken direkleri ve muazzam ahşap iskeletiyle sarnıçtaki gemilerdendi bu. Nerede olduğumu anlamaya çalışırken daha ilk şoku atlatamamıştım ki kendimi geminin içerisinde buldum. Gözüme ilk çarpan bir arma oldu. Sanırım gemini sahiplerini simgeleyen bir logo işlevi gördüğünü düşündüm. Belki de buna bir madalyon demek daha doğru olurdu. Üzerinde gayet güzel yontulmuş çift başlı kartal figürü çok net bir şekilde seçilebiliyordu. Bu figür özellikle Selçuklu dönemine görülen güç-kudret’e işaret ediyordu. Göklerin hakimi kartala ikinci bir kafa daha eklediğinizde inanışa göre gücü ikiye katlanıyordu. Tam anlamıyla dönemin motivasyon amacı güden bir uygulama gibi geliyordu bu bana. Gerçekten çok havalı olduğu da tartışılmazdı tabi. Gemide şaşkınlıkla etrafıma bakınırken antik çağlara ait sütün başlıklarını gördüm. Şu an yaşadığım eşsiz deneyimin etkisiyledir ki bunların roma mı yoksa yunan dönemine mi ait olduğunu kavrayabilecek kafada değildim. Yalnızca üzerlerindeki yaprak bezemelerinden kompozit bezemeli korint başlıkları olabileceği fikrinin bir an beynimde hasıl olmasıyla kaybolması bir oldu. Peki hangi topluma aitti bu gemi? Kimlerin eseriydi? Dahası burada ne işim vardı? Neredeydim ben? Çıldıracak gibi oldum. İçinde bulunduğum gemi okyanusun ortasında salınırken ne olduysa birden ışık hızına havalanmış, yaklaşan parlak bir ışığa doğru yol alıyordu. Etraf bembeyaz olduktan sonra ışığın etkisinin geçmesiyle kendimi bir mağarada buldum. Evet emindim. Burası bir mağaraydı. Girişinden içeri süzülen ışığın aydınlattığı duvarlarında o gizemli mağara resimlerini görebiliyordum. Sanırım Avrupa’ da bir yerlerdeyim diye düşündüm. Demek ki hala yaşıyordum. Saniyeler içerisinde yaşadıklarımın verdiği sersemlikle resimlere daha dikkatli bakmaya başladım. Bu fırsatı kaçırmak aptallık olurdu diye düşünürken anlamsızca sırıttığımı hissettim. Resimler ağırlıklı olarak stilize edilmiş avlanan insanlar ve büyük baş hayvanlardan oluşuyordu. Yer yer atlar bile vardı. Peki ama neden bu resimler buradaydı? Sarnıçtaki gemiler geldi aklıma. Grafitiler ilk insandan günümüze kadar anı somutlaştırmak ve mesaj vermek için kullanılıyorsa burada anlatılmak istenen neydi? Daraldığımı hissedince alışkanlıkla elimi sigara çıkarmak için cebime attım. Fakat orada yoktu. Kaldığımız otelden çıkarken yanımda yarım paket olduğundan emindim. Terlemeye başladım. Soluklanmak için mağaranın girişine doğru ilerlediğim esnada aynı beyaz ışık da bana doğru geliyordu. Bu sefer her şey çok hızlı ilerledi. Peki sırada ne vardı? Piramitler mi? İnşaat çalışmalarını izlemek harika olurdu doğrusu. Da vinci ile tanışmak ya da Michelangelo’ dan birkaç sanatsal tüyo almak da kulağa hoş geliyordu. Sistine Şapeli’ni bir düşünsenize... Ne muazzam bir sanatsal yeti. Elbette Mimar Sinan unutulmazdı. Onunla tanışabilme ihtimalinin kalp atışlarımı hızlandırması yüzünden kısa süreli çarpıntı bile yaşamıştım. Sonra ne mi oldu? Tabi ki o ışık her yeri kapladı ki sonuçta her yer zifiri karanlığa boğuldu. İlginçtir, derinlerden bir yerde adımın söylendiğini duyuyordum. Biri bana sesleniyordu. Korkuyordum, bildiğim tüm duaları okumaya başladığım anda yüzüme sert bir darbe aldım. Ardından ikincisi geldi ve nerden geldiğini çözemediğim alkol kokusunun tesiriyle gözlerimi açtım.  Gördüğüm şey anladığım kadarıyla bir paramedik’ ti. Bana ilk yardım uyguluyordu. Yanında ayakta duran sınıf arkadaşlarım hep bir ağızdan uyandığım için şükrediyorlardı. Birinin elinde kolonya şişesi vardı. Yerde yatarken etrafımdaki taş bloklara bakıp çok sonra kilisenin kubbesinden düştüğümü anımsadım. Demek ki düşmenin etkisiyle kendimden geçmiştim. Kırk dakikaya yakın süre baygın halde yatmışım. Neyse ki düşme sırasında mola saatinde olan işçilerimiz beni görmüş, durumu arkadaşlarıma bildirmişler.

Ambulansın gelmesiyle hastanenin yolunu tutarken siren seslerinin fon müziği eşliğinde yaşadığım astral seyahati düşündüm. Onbinlerce yıl öncesine ait mağara resimleri sarnıçtaki gemi grafitileriyle nasıl da benzer estetik kaygılar barındırıyordu. Sanat, yaşamı yüceltme ve anlamlandırma çabası ise ve sanat eserleri de insanların yürek vuruşlarını yansıtıyorlarsa burada hissedilen duygu da aynı olmalıydı. Mağara ressamları sevdiklerini kaybetmemek için onları figürize ediyor, bunu yaparken belki de dinsel bir ayinle uhrevi bir amaç güdüyor olabilirlerdi. Gemi grafitilerinde de benzer şekilde, sanatçılar sefere çıkan sevdiklerinin sağ sağlim eve dönmelerini arzu ederek onları belki de yüce yaratıcıya emanet ediyorlardı. Gidenlere şans dilemenin bir göstergesi gibi algılanabilir. Tüm bunların dışında canı sıkılan bir çocuğun sadece eğlenmek amacıyla karaladığı şekillerden oluşan çizgiler olduğu da ihtimaller arasındaydı elbette.

 
Toplam blog
: 18
: 851
Kayıt tarihi
: 18.01.09
 
 

Üniversitede Sanat Tarihi eğitimi, Fotoğraf meraklısı, Yazma heveslisi. ..