Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Şubat '16

 
Kategori
Öykü
 

Şems-i Tebrizi- 4/ iki denizin kavuştuğu yer

Şems-i Tebrizi- 4/ iki denizin kavuştuğu yer
 

Gecenin ilerlemiş bir vaktinde o küçük Anadolu kasabasındaki camiden çıkan gölge ışıl ışıl parlayan semanın altında bir gece boyu yürümüştü. Yıldızlar göz kırpmış, Samanyolu yere inmiş, ay ışığı yolunu çizmiş gibiydi. Gece boyu aralıksız yol alarak, şafağın en yakın olduğu, en koyu karanlıkta bir köy camiinde mola vermişti. Amacı sabah namazını beklemek, gün ışıyınca da Konya’ya doğru yola devam etmekti. Bu gölge Şemsi Tebrizi’den başkası değildi.

Yaz geceleri Konya ovası çok serin olurdu. Bazen bu serinlik içine işler, insanı tir tir titretirdi. Kişi bu anlarda gündüz ovayı kasıp kavuran güneşi öyle bir özlerdi ki..Fakat Şemsi Tebrizi ne soğuktan rahatsız olmuş, ne de sıcağı özlemişti. Ona içinin ateşi kâfi geliyordu. Yüreğindeki kor her şeye yeterdi. O sadece varacağı menzili düşünürdü. Şimdi de Konya’yı ve Mevlâna’yı düşünüyordu.

Namazdan çıkınca köyde bulunan küçük handa kahvaltı etti. Buğday ekmeği ve sıcak sütten ibaret yemeği yerken uzun zaman ilk defa boğazına sıcak bir şeylerin gittiğini düşündü. Handa Konya’dan Helen yolcular vardı. Onlara Mevlâna’yı sordu Şems. Her aldığı cevap insan yüceliğinin başka bir tarafını hikâye ediyordu. “Bir denizden farkı yokmuş” diye mırıldandı. Acaba Şems kendisin de bir deniz olduğunun farkında mıydı? İki deniz birbirine yaklaşmıştı. Kavuşmalarına şunun şurasında ne kalmıştı ki?

Kuşluk vakti handan çıkıp menziline doğru tekrar yola koyulduğunda garip bir heyecan içindeydi. Onca yıl hasretlik çektikten sonra birdenbire kavuşulan o sevgilinin ayakları dibinde can teslim edecek bir hal içinde gibiydi.

İşte sonunda Konya surları görünmüştü, Şam’dan Konya’ya uzanan hasret yolları bitmişti. Şemsi Tebrizi içinde dinmez bir heyecan doğu kapısından şehre ayak bastı. “Önce bir  yerleşelim, sonra şehri gezeriz” diye düşünerek bir hana girdi. İki parça eşyasını odasına yerleştirdikten sonra dışarı çıktı. Bu kızgın öğle vaktinde Konya sokakları kaynıyor gibiydi. Ortalıkta fazla insan görünmüyordu. Esnafın kimi dükkânı kapatmış, kimileri de bir gölgelik bulup öğle uykusuna yatmıştı. Büyük bir şehir olarak Konya; Şam’dan, Bağdat’tan pek farklı değildi. Fakat Şems’i Konya’ya çeken şey ona bu şehri bir başka gösteriyordu.

Bir  yandan şehri dolaşırken bir yandan da herkese Mevlâna’yı soruyordu. Her geçen an iştiyaki artıyor, ona bu kadar yakınken bir an önce kavuşamamaktan derin bir ızdırap duyuyordu.

Konyalılar Mevlâna hakkında bu kadar çok soru soran bu ihtiyarı ne hikmetse garipsememişlerdi. Ancak şu sual çok tuhaflarına gitmişti:

- Kimlerden hoşlanmaz acaba? Onun sevmediği kimseleri bana anlatır mısınız?

Cevap verdiler:

- Kalender tipli, kalender kılıklı insanları hiç sevmez. Onlardan nefret eder.

Şems’in bir bildiği vardı. Bu soruyu lâtife olsun diye sormamıştı. Nitekim tenha bir köşeye çekildi ve elinden geldiği kadar üstünü başını dağıtarak, kendini kalender edalı, kalender kılıklı bir hale getirdi. Sonra da Mevlâna’nın hangi yoldan medresesine gittiğini öğrenip sokağın kenarında beklemeye başladı. Kararını vermişti Şems..Yarını beklemeyecekti; Mevlâna’yı bugün görecekti. Ayrılık bendinden taşıp, dostun denizine kavuşmak istiyordu.

Derken Mevlâna sokağın başında belirdi. Oldukça zarif bir ata binmişti. Etrafındaki mürit halkasıyla ağır ağır geliyordu. Şems üzerinde fırtınalar kopan bir derin deniz dibi gibi durgun, yaklaşmalarını bekledi. Tam önüne gelince birden atılıp atın dizginlerine yapıştı ve yüksek bir sesle:

- Sen Belhli Sültan-ül Ulema oğlu Mevlana Muhammed Celaleddin’sin değil mi?

diye sordu. Mevlâna birden bire önünde biten ve ateş saçan gözlerle kendisine bakan bu esmer, yanık tenli, saçı başı dağınık adam  karşısında irkilmişti. Bu nasıl bir adamdı böyle? Delici bakışları insanın içine işliyordu. Her şeye rağmen kendini çabuk toparlayıp:

- Evet, dedi. Şems aynı yüksek ses tonuyla devam etti:

- Ey Müslümanların efendisi..İçinden çıkamadığım bir müşkülüm var.Söyle bana: Bestamlı Beyazıd mı büyüktür, yoksa peygamberimiz Hazreti Muhammed mi?

Mevlâna böyle herkesin ortasında, etrafında toplanan halkın şaşkın bakışları altında, birden bire sorulan bu soruyla bir tuhaf oldu. Ancak bunun sıradan bir soru olmadığını, taşıdığı derin manaları hemen anlamıştı. Bakalım ardından ne gelecekti.

- Sübhanallah! O nasıl söz? diye cevap verdi.

- Elbette Hazreti Muhammed büyüktür..

Şems’in yüzünde can alıcı bir gülümseme devam etti:

- Peki neden Beyazıd ben kendimi tenzih ederim; benim şanım çok yücedir diye haykırırken Hazreti Muhammed her an Allah’tan bağışlama ve marifet diliyordu.

Mevlâna yumuşak ama azametli bir sesle cevap verdi:

- Çünkü Bestamlı Beyazıd ulaştığı ilk merhalede aşk sarhoşu olup kendinden geçerken Hazreti Peygamber her an sayısız merhale kat ediyor ve vardığı her merhalede kalmayıp Rabbinden daha fazla bağışlama ve  yakınlık diliyordu.

Şems bu cevabı alınca insanın tüylerini ürperten bir çığlık atıp yere yığıldı. Kendinden geçmiş gibiydi. Adeta ölü gibi yatıyor, hiç kıpırdamıyordı. Mevlâna yavaşça atından indi. Geldi Şems’in başını kucakladı. Kendine gelene kadar böyle bekledi. Sonra onu ayağa kaldırıp koluna girdi. Birlikte yaya olarak dergâha doğru yürüdüler. Vakit tamam olmuş, iki deniz birbirine kavuşmuştu.

Bu hali şaşkınlık ve endişe içinde izleyen müridler ve halk apışıp kalmış gibiydi. Olup bitene bir türlü anlam veremiyorlardı. Kolkola girmiş, yürüyüp giden iki Hak dostunun ardından bakakaldılar. 

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..