- Kategori
- Anılar
Semtin Tombalacıları

Ellerinde siyah bir torba… Bezden yapılmış… Sürekli sallanır ellerinde ve sürekli o şıngırdak türünden sesleri çıkarırdı. Ve birileri etraflarına usulca yaklaşır, elini o torbanın içerisine atar ve çıkardığı birkaç taşı, eline aldığı o kartondan kâğıdın üzerinde gezdirir, bir kez daha ve bir kez daha dikkatlice bakar, istediği sonucu alamamışsa yüzünde oluşan ekşimsi bir tad ile etrafına çevirirdi yüzünü. Belki ara bir yere okkalı bir küfür savururdu. Ve sonra bir başkası yanaşır o tombala torbasını elinde tutanın yanına, ve bir kâğıdı çeker, ardından elini o torbanın içerisine daldırır, içinden çıkardığı birkaç numaralı taşa bakar, sonra o çinko denen kâğıda bakar… İşte o anda elindeki taşlardan birisi çinkodaki sayı ile örtüşmüşse değmeyin keyfine. Alırdı bir tane mavi bantlı marlboro sigarası ve keyifle tüttürürdü. İşte tam da bu durumda o tombalacıların yüzünde hafif bir tebessüm, kıskançlık kokan bir sırıtış ve hemen ardından o yeri anında terkediş… Hem de hiç arkasına bakmaksızın.
Kentin kıyı kenar semtlerinin rengidir tombalacılar. Kıyı kenar semtlerin ara sokaklarının köşe başlarına konuşlanmış kahvehanelerin etraflarında boy gösterirler. Ellerinde bir torba, sabah, akşam o ellerindeki torba ile sokak sokak, kahve kahve dolaşır, ekmek parası kazanma uğraşı verirlerdi. O semtlerde herkes tombalacıları bir bir tanırdı. Herkesle öyle veya böyle bir merhabaları vardı her bir tombalacının. Ben de tanırdım bir kaçını. Hiç tombala çekmemiştim, sigara kullanmazdım, sanırım ondan olsa gerek … Hiç ilgimi de çekmemişti… Oturduğum semtten tanırdım bir kaçını. O semtin sembolik figürleriydi o tombalacılar. Nasıl yaşadıklarına dair öyle çok derin bir bilgim yoktu. Zaman zaman sohbet etmişliğim vardır. Zaman zaman aynı masada oturup çay içmişliğim vardır o tombalacılarla. Hal hatır sormuşluğumuz ve uzun uzadıya etmiş olduğumuz sohbetler vardır. Ama nedense hiç ilgimi çekmemişti o tombalacılardan tombala çekmek. O anlık bir heyecanı yaşamayı nedense hiç istememiştim. Oysa bütün arkadaşlarım tombala çekerdi. Hem de haftada birkaç kez. Hızını alamayanların ceplerindeki son kuruşu da tombalacılara bıraktığına çok defalar şahit olmuştum. O arkadaşlarımın kazandıkları durumdaki yüz hatları gelir gözümün önüne… Gözlerine ateşten bir ışıltı hakim olurdu. Daha öncesinden kaybettiklerini bir çırpıda silip atan mutluluk halleri hemen yansırdı yüzlerine.
Kıyı kenar semtler… Binaları, sokakları, kaldırımları, kahvehaneleri, semt pazarları ve en nihayetinde insan figürleri ile varoş kültürünün göstergesi olurlardı. O insan figürleri içerisinde hiç şüphesiz ki en fazla dikkatimi çekenler tombalacılar olmuştu. Bir tarafta yoksulluğun diz boyu olduğu bu semtlerde, insanların hiç rahatsız olmaksızın tombalacılara akıttığı kazançları dişe dokunur bir meblağı oluştururdu. Kimilerinin son kuruşunu dahi tombalacılara bıraktığına zaman zaman şahit olmuştum.
O tombalacıların polisle olan didişmesini, polisten kaçışlarını ve polisi gördüklerinde önlerinde yalvaran halleri ile duruşlarındaki kişiliksizliklerine de çok defalar şahit olmuştum. Hayatın sanki böyle bir şey olduğuna kanaat getirirdim tombalacıların o halini gördüğümde. Yapılan işin gayri meşru olarak kabul edilmesine karşın, o polislerin dahi zaman zaman tombala çektiklerine şahit olurdum. Kaybettiklerinde dahi kaybetmezlerdi. İllaki bir tane sigarasını alırdı o kaybeden polis. Sıkı ise ona hayır desin tombalacı… Yoksa… Yoksa anasından doğduğuna pişman olurdu… O semtte bir daha adım atamazdı. Hiçbir kahvehaneye giremezdi. Görüldüğü yerde türlü nedenler öne sürülerek nezareti boylatırlardı o tombalacıya…
*****
Elmacık kemikleri çıkık, gözler her dem uykusuz, yanaklar içe çökmüş, kocaman ellerde incecik parmaklar, sürüyerek zoraki yürünen ayaklar ve sırta atılmış sökük, dökük bir mont… Genişçe giyilmiş bir mavimsi kot ama paçalar çamur deryası… Zayıf… Bakımsız… Burnu akıyor zaman zaman… Hayata boş vermiş bir hal… Sabahın o kör saatinde ayaklarını hızlı hızlı sürüyerek giderdi bir yerlere. Uzaktan izlerdim sadece kendisini. Yanından geçerdim, vururdum kendimi işimin yol güzergâhına. Belki beni görürse hafiften bir selam alıp verirdik birbirimize... Kafasını öne eğerdi selam niyetine ve ben gördüğümü ima eder bir hareket yapıp devam ederdim yoluma. Hiç samimi olmasam da, hiç öyle aman aman bir sohbetim olmasa da izlerdim uzaktan uzaktan kendisini. Kahve oyunlarını iyi bilirdi. O koca elleri ile türlü hileler yapar ama kimsenin ruhu dahi duymazdı. Dedim ya, zayıftı ama o cüsseye koca eller, incecik parmaklar hakimdi. Esas işi mi? Tombalacıydı… Tombalacı Kadir… Semtin tanınmış aktörüydü. Elinde tombala torbası, semtin kahveleri kazan, Kadir kepçesiydi. Hor görülürdü… Hakir bir gözle bakılırdı yüzüne. En nihayetinde bir tombalacıydı işte… Kazandığı para ile ikinci adresini Sulukule yapmıştı. Ne zaman bir yerde görsem Kadir’i, Sulukule maceralarından demler vururdu. Uzaktan sadece dinlerdim. Söğüşlenmekten bahsederdi. Nasıl yolunduğunu, yolunduklarını anlatırdı. Ama yine de gitmeden duramazdı. Gün içerisinde kazandığı para ile akşamın geç bir vaktinde soluğu Sulukule’de alırdı. Sabaha karşı eğlencesini noktalarmış. Ve cebinde son kuruş para bırakmaksızın… Cebinde belki de bir taksi parası ile çıkarmış eğlence mekânından. Ve yeniden uykusuz hali ve elinde tombala torbası ile semtin sokaklarına dalar, o kahveden, bir diğerine yelken açarmış. İçki, kumar ve Sulukule… Hayatının üç asil rengi… Var olma mücadelesinin üç asil aracı… Kadir ve hobileri… Ve Kadir’in yol arkadaşları… Faraş ve Levent… Kadir’i bir gece kumar oynarken görmüştüm. Bir Cuma akşamı gece yarısı dolaylarında, eve giderken o her zaman geçmiş olduğum kahvehanenin içerisinde, etrafına toplanan onlarca insanın sakin ama dikkatli bakışları arasında Kılıç denen kumar oyununu oynarken izlemiştim. Burnunu çekiyordu… Heyecanlı olduğu her halinden belli olmasına karşın, çevreye soğukkanlı olduğuna dair bir imaj veriyordu. İnsanların dikkatinden ve sakin duran gerginliğinden anlıyordum ki ortada hayli hallice bir para vardı. Ve son bir hareket… İşte o anda Kadir’in o ince tiz sesi ortalığa hakim olmuştu. Gözlerinin içi gülüyordu… Kazanmıştı… O masada oyuna konan paraları cebe indirmişti… Ve masadan kalkıp, hesabı ödedikten sonra, dışarıda bekleyen bir taksiye binmişti… Birkaç gün sonra gördüğümde Kadir’i, birilerinden hayli okkalı bir dayak yemişti. “Düştüm” diyordu. Sulukule’de akolü çok kaçırmış olduğundan, yolda giderken ayağı takılmış ve düşmüş. Yalandı pek tabii ki… “Dayak yedim” diyerek erkekliğe halel getirecek hali yoktu ya… Düşmüştü işte… Acımıştım haline. Dudağı patalamış, gözü morarmıştı. Zaten bir deri bir kemikti… O fırının yanındaki kahvede çay içiyordu sabahın köründe. Önüne koyduğu gazeteye öylesine bakıyordu. İlgisizcesine… Kimin nesiydi bu adam? Hiç bilmezdim. Yıllarca aynı semtte otururduk. İllaki yollarda görürdüm kendisini. Aynı semtte, aynı mahallede otururduk ama onun evi neresiydi? Hiç bilmezdim. Neden bilmezdim onu da bilmiyorum ya… Bilmezdim işte. Bir kardeşi vardı. Adı Birol’du. Bazen bizimle oynamaya gelirdi. Ama hiç sormamıştım hangi sokakta, hangi evde oturduklarını. Faraş’la can ciğer dosttu Kadir. Faraş’ta tombalacıydı. Spastik engelliydi Faraş… Oda tombalacıların hasıydı. Tombalacıların hasıydı ama bakımsızdı. Tıpkı Kadir gibi… Bakımsızlıktan bir deri bir kemik kalmıştı. Elinde tombala torbası ile o semtin kahvehanelerini mesken tutardı. Vücudunu kontrol edemez, devamlı sallanırdı. Ağzından küfürü eksik etmez, sürekli hayata dair isyanları oynardı. Feleğe okuduğu lanetleri ile anılırdı. Her zaman zarar halindeydi. Her zaman kaybeden taraftandı güya… Kazancının bilinmesinden rahatsız olur, kazancını sorgulayanların yanından uzaklaşırdı. Semtin önemli bir aktörüydü. Herkesin tanıdığı, herkesin bildiği bir figürdü. Herkesin alay konusuydu. Herkesin acıdığı, hakir gördüğü, horladığı bir kişilikti Faraş. Acımasızca dalgaya alınırdı. Vücudunu kontrol edemeyişi semtin veletlerinin taklit konusuydu. Faraş’ın o engin, gün yüzüne çıkmamış küfürlerinden o veletler hayli nasiplenirlerdi. Kimdi Faraş? Bilmiyordum… Bildiğim sadece o semtin bütün bir ara sokaklarına konuşlanmış olan kahvehanelerinin etrafında fink attığıydı. Elinde tombala torbası ile sallanır dururdu oralarda. Kimin nesi olduğu meçhuldü. Ne yediği belliydi, ne de içtiği. Nasıl yaşadığı ise işte o sokak aralarındaki hali ile maluldü. Hiç sevgilisi olmuş muydu Faraş’ın? Merak ettim işte… Yok canım… Sanmam. Çay içerken görürdüm bazen… Bazen de yanık oynarken rast gelirdim. Kâğıtları tutamaz, zaman zaman düşürürdü o iskambil kâğıtlarını elinden. Masa birbirine karışır, elindeki kâğıtlar görünür ve oyunun tadı kaçardı. Faraş feleğe sitemkâr küfürlerini savururdu. Çevre sakinlerinin gülüşmelerine de basardı küfürü Faraş. Adının bile ne olduğunu kimse bilmezdi. Lakabıydı Faraş… Kim koymuştu o lakabı, ne zaman koymuşlardı, adı neydi, ailesi kimdi? Hiç biri belli değildi. Kimse bilmezdi. Ve birde Levent vardı. O da tombalacıydı. Üçlü kare asın son ayağıydı Levent. Diğerlerinin aksine daha bir bakımlıydı. Takım elbiseli tombalacıydı. Şık giyinir, traşını olurdu. Gayet düzgün konuşur, gayet bilge bir kişilik imajı çizerdi Levent. Lakabı Leventino’y du. Semtin önemli aktörlerinden biriside Levent’ti. Oda elinde tombala torbası ile o sokak arası kahvehane etraflarına konuşlanır, avını ağa düşürmek için türlü tarafından sinsi planlar yapardı. Levent evliymiş. İki çocuğu varmış. Nerede oturduğundan hiç bahsetmezdi. Tek işi tombalacılık yapmakmış. Elinde tombala torbası olmasa, tombalacı olduğunu kimse anlamaz. Kimbilir ne türden bir kalantor iş adamıdır diye düşünülür. Parlak rugan ayakkabılar, fönlü saçlar, laci takım elbiseler ve her dem traşlı bir yüz… Bakımlı mı bakımlı… Jön mü jön…
Yıllarca semtin baş figürü olan bu üçlü aynı zamanda o semtte olan biten her şeyden haberdar olurlardı. Her türlü dedikoduyu bilir, her türlü dedikoduyu anında duyar ve kimin ne halt olduğunu çok çok iyi bilirlerdi. Üç tombalacıda iyi arkadaştı… İyi anlaşırlardı. Belki de bana öyle geliyordu. Zira günlük hasılatlarını sık sık Sulukule’de birlikte iç ediyorlarmış. Tombalacı Kadir’in her akşam Sulukule’yi mesken tuttuğunu biliyordum. Herkesin dilindeydi Kadir’in Sulukule maceraları. Her biri üçlü olup, haftanın birkaç günü de birlikte gidiyorlar mış Sulukule’ye. Güya eğlenirler miş. Anlatılarını, Sulukule maceralarını kiloluk bal ile süslerdi üçüde. Bu üç tombalacının da korkulu rüyası polislerdi. Ne zaman polisleri görseler hemen gözden ırak olurlardı. Kaşla göz arasından kaybolur, polisler o kahvehanenin etrafından uzaklaşınca yeniden ortaya çıkarlardı. Sık sık nezarete düştüklerini duymuştum. Nezarette birkaç gece tutup bırakırlardı bunları. Polislerin karşısındaki o süklüm püklüm hallerini gördüğümde hem irkilir, hem rahatsız olurdum. Kişiliksiz olmanın her türlü halini fazlası ile ortaya koyarlardı. Polislerin önünde eğilir, istekleri olup olmadığını sorarak bir şekilde o polislerle samimiyetlerini ileri götürme çabasına girişirlerdi. Ya o polisler… O polisler onları köpek yerine bile koymuyordu. En nihayetinde birer tombalacı bozuntusuydu her birisi. İşte anlamadığım tam da burasıydı. O tombalacıların yaptığı iş yasaktı. Gayri meşru bir işti… En nihayetinde kumardı. Müşterilerine verdikleri sigaralar kaçaktı. Ama polis zaman zaman görmezden gelirdi bu tombalacıları. Sesini çıkarmaz, yanlarından usulca geçip giderdi. Neden? Bilmiyordum… Yıllar önce Bayrampaşa’nın Merkez Hâl Kompleksine giderdim. Kabzımal müşterilerimiz vardı. Hâl içerisinde tuvalet işletmeciliği yapan müşterilerimiz vardı. Ayrıca o hâl kompleksinin içerisinde bulunan blok bölümlerinde büfeler, çay ocağı işletmeleri müşterilerimizdi. Müşavirlik işlerini yürütürdük. O büfelerden birisinde adı Nihat olan Niğdeli bir çocukla tanışmıştım. İki tane de abisi vardı. Yunus ve Cumali… Sigara toptancısıydı bu üçlü kardeş. Kaçak sigara toptancılığı yaparlardı. Gece gidip sigaraları alırlarmış. Daha sonra o büfeye gelip oturur, kendilerini arayan her tombalacı o büfede bunları bulurmuş. Esas işi götüren o küçük kardeşmiş. Yaşı küçük olduğundan olsa gerek abiler o küçük kardeşi yani Nihat’ı öne sürerlermiş. Ne zaman o büfeye gitsem işlerimi görmek için, o Nihat orada oturur, kendisinden sigara almaya gelen tombalacılara sigara satardı. Kaçak sigaraydı. Mavi bantlı marlboro sigarası. Aradan iki yıl geçtiğinde hayli samimi olmuştum bu iç kardeşle. Ve bir gün o kompleks içerisinde bulunan beş adet büfe işletmesini ihale ile aldılar ve sigara işini bıraktılar. Şen Kardeşler isimli bir limited şirket kurdular. Müşavirlik işlerin bana vermişlerdi. Ve derken, öncesinde yaptıkları işin rezaletlerini anlatmaya başladılar. Nasıl içeri düştüklerini, nasıl polisten dayak yediklerini bir bir anlatırlardı. İyi para kazanmışlar… “Ama bedelini hayli ağır ödüyorduk” demişlerdi. Tombala işini yapan insanları hiç dürüst bulmazdım. Belki de benimki bir ön yargıydı. Oysa yıllarca iş icabı çalıştığımız bu üç kardeş, tombalacılık yapmış olsalar da, tombalacılara kaçak sigarayı toptan satmış olsalarda, inanılmaz bir dürüstlükleri vardı. Her işin gerektirdiği racon neyse ona göre hareket ederlerdi. Antalya’ya yerleştikten sonra bir daha kendilerini görmedim. En son duyduğumda Esenler otogarının içerisinde büfe işletmeciliği yapıyorlarmış.
Tombalacıların yaşamına ilişkin işte o Şen Kardeşlerden Yunus olan, ortancası çok şey anlatmıştı. Yunus anlattığında Kadir’in, Faraş’ın, ve Levent’in durumlarını daha iyi kavramıştım.
Zordu… Zor bir hayat, zor bir seçim… Her an nezaret korkusu… Her an dayak yeme korkusu…