Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

10 Nisan '13

 
Kategori
Öykü
 

Sen yine de üzülme

“Akıl yaşta değil, başta” derler ya, eskiden gülüp geçerdim bu söze. “Çocukta akıl mı olur?” derdim. O yüzden, ‘Kırkına merdiven dayamış’ oğlumun bile aklını beğenmez, durup durup azarlardım onu. Ben de yaşımın büyüklüğünü nimetten sayarmışım meğer; geçen gün daha iyi anladım bunu…

Yeni icatlar, yeni buluşlar çıktıkça çocukların her şeyi hemen kavradığını, benimse aklımın ne denli kalın olduğunu açık seçik görüyorum. Baksanıza, bankamatik kartımla para çekmeyi bile öğrenemedim daha. “Eskiden ne iyi mutemetlerimiz vardı. Paramızı hemen hesaplayıp verirlerdi. Bu bankamatik kartı da nerden çıktı?” diyerek kendi kendimi aldattığımın da farkındayım.

Evet, daha düne kadar, “mutemet” dediğimiz memurlar vardı. “facit” hesap makinesinin kolunu bir aşağı bir yukarı indirir kaldırır, maaşımız ne kadarsa hesap edip avucumuza sayarlardı. Mutemedin aklına da, hesap makinesinin hünerine de şaşırıp kalırdık. Ama şimdi öylemi ya?.. Şu parasayar makineleri, şu bilgisayarlar, şu cep telefonları ve onları şakır şakır kullanan çocukları gördükçe, mutemetlerin yaptığı işe de, kendi aklımı beğenmişliğime de gülüyorum.

Bunca yaşımızdan sonra bir de bankamatik kartı verdiler elimize! Ne zaman gidip o parasayar makinesinin önüne dikilsem, içimi bir heyecan, bir sevinç kaplıyor. Bu sevincim, bu heyecanım, her gittiğimde bana tomar tomar para verdiği için değil; saygılı davranmasından, alçakgönüllü olmasından, kibar olmasından, herkese eşit davranmasından… Şu kibarlığa bakınız: “Lütfen kartınızı yerleştiriniz. Lütfen şifrenizi kimseye göstermeden tuşlayınız. Lütfen paranızı alınız…” Aman Allah’ım bu ne alçakgönüllülük, bu ne kibarlık!... Ömrümde kimseden görmediğim saygı, kimseden duymadığım tatlı dil, kimseden dinlemediğim arı duru Türkçe… Bir de, ‘adamına göre muamele’ yapmıyor ya, herkesi adam yerine koyuyor ya, en çok da bu gidiyor hoşuma…

Bu akıllı makinenin kibarlığını gördükçe, hep o eski mutemetler, eski memurlar geliyor aklıma; önünde ceket ilikleyeceksin, şapkanı çıkaracaksın, ne sorsa, ne istese “Evet efendim” diyeceksin… Onca saygılı davranmamıza karşın, bir de başını kaldırıp yüzümüze baksalar ya!... bizi adam yerine koysalar ya!... Yüzlerini şeytan görsün!...

Şimdi, bankamatik kartımı da, kartı görünce o incecik ağzını açıp paracıklarımı bir bir sayan akıllı makineyi de çok seviyorum! Sevincim, her defasında bana tomar tomar para saydığı için değil; önünde şapka çıkardığımız, ceket iliklediğimiz, her buyruğuna “Evet efendim” dediğimiz zevattan bizi kurtardı ya, onun için…

Ah! bir de üç aylık maaşımı almaya gittiğimde parmak kadar çocuklara, “Evladım şu paramı çekiverir misin?” demekten kurtulabilsem… Akıl yaşta olsa, çocuklara akıl danışır mıyım? Onlara muhtaç olur muyum hiç?

Muhtaç olduğum çocuklardan biri de, benim küçük torun, Özgür… Geçen gün onunla birlikte gittik maaşımı almaya. Varıp o akıllı makinenin önüne dikildik. Bankamatik kartımı görür görmez hemen o incecik ağzını açıverdi yine. Orasını burasını gıdıklayınca da, paramızı bir bir sayıp önümüze koydu; ne bir eksik, ne bir fazla… Özgür’ün bu el uzluğunu görünce, “Şimdiki Çocuklar Harika” demeden edemedim.
***
Benim büyük oğlan tam bir çıtırık ceviz… Hani, zor kırılan, kırılınca da içindekini zor teslim eden cevizler olur ya, aynen öyle… Torunum Özgür ise, sanki cevizin içi!... tatlı mı tatlı!... Bir afat, bir şeytan kerata!... Geçen gün maaşımı almaya birlikte gittik ya, azıcık işe yaradı ya, benden akıllı olduğunu kanıtladı ya; bekliyorum, mutlaka karşılığını isteyecek…

***
Maaşı aldığımızın üçüncü günüydü. Gelip ak sakalımın altına sokuldu. Tilkinin kargaya yaptığı gibi durmadan dil döküyor, yanağımı okşuyor, sakalımı sıvazlıyordu. Biliyorum gene bir şeyler isteyecek ama ne?...

Birden, “Dede bana bir cep telefonu al” demesin mi! Benim de inadım tuttu o gün, “almam” dedim. İki gün yanıma yaklaşmadı, yüzüme bile bakmadı …

Ertesi gün erkenden eve damladı. “Keşanlı Ali Destanı” için iki kişilik bilet almış. “Benim tiyatroya gidecek ne halim var oğul!” dedimse de dinlemedi, birlikte gittik. Keşanlı Ali denilen bir kabadayının işlediği cinayetten kendine pay çıkarıp kabadayı geçinen, oun adıyla ün kazanan bir düzenbazı anlatıyor. Çok da beğendim

Tiyatrodan çıkarken karar verdim; Özgür’e istediği cep telefonunu alacağım, ama, biraz da nazlandım:

- Daha küçüksün, telefonu ne yapacaksın sen? dedim.
- Herkes ne yapıyorsa onu… dedi.
- Gurbette anan mı var, baban mı var? Askerde oğlun mu var? Yoksa uzaklara gelin gitmiş kızların mı var? Kimi arayacaksın, kimi soracaksın telefonla? dedim.
- Yalnız onlar mı kullanır telefonu ? dedi.

O gün tiyatrodan çıkar çıkmaz hava karardı. Cep telefonunu alamadan eve geldik. Ertesi gün, söz verdiğim gibi, erkenden bir dolmuşa bindik. Dede-torun sarmaş dolaş, Dikmen’den Kızılay’a doğru uçuyoruz!... Az sonra, arka koltukta oturan bir bayanın ağlama sesi duyuldu. Hem ağlıyor, hem cep telefonuyla konuşuyor. İstemeyerek kulak misafiri oldum; anlaşılan, kardeşiyle konuşuyor:

- Alo abi! Dayanacak gücüm kalmadı artık!
- …………………………………………..
- Evi terk ettim, gidiyorum!
- …………………………………………...
- Nereye gideceğimi ben de bilmiyorum!...

Kadının söylediklerini ister istemez dinledim. Yüreğim yandı, içim parçalandı! “Ben senin
baban sayılırım, hem de baban yaşındayım, gel bize gidelim, biz de kal!” desem mi?...

***
Az sonra bu kez de ön koltukta oturan bir bey, cep telefonunu kulağına dayadı:
- Alo! Acele etme kardeş, iki gün sonra mutlaka ödeyeceğim.
Onun ardından bir delikanlı:
- Sınav mı?... Ayın on ikisinde… Bir iki gün önceden gelmen gerekiyor.
Bu kez de bizim Özgür’ün akranı bir genç:
- YKM’nin önünde bekle, beş Dakka sonra oradayım.

Cep telefonunun ne çok işe yaradığını daha iyi anladım şimdi. Dolmuştan inince, kendi kendime: “İnsanın ömrü olmalı da, akşamlara değin dolmuşlarda, belediye otobüslerinde gezmeli..” dedim.
***
Özgür o gün muradına erdi… Bir telefon da o taktı kıçının üstüne. Bense, Kızılay’da çok arkadaşım, dostum var; birkaçının yüzüne şöyle bir baktım. Kiminin morali bozuk, kiminin kafası bozuk… Kiminin hesabı, kiminin asabı bozuk… Kiminin niyeti, kiminin ciheti bozuk… Kiminin huyu, kiminin soyu bozuk… Baktım da, çarkı kırılmış, dümeni bozulmuş insanlar… Belki de bana öyle geldi… Hiçbiriyle konuşmak gelmedi içimden, birkaçına uzaktan selam verip geçtim, ama dolmuştaki kadının sesi kulağımda:

- Alo abi! evi terk ettim gidiyorum”
- Nereye gideceğimi ben de bilemiyorum.
***
Eve geldiğimde Özgür’ü, Keşanlı Ali’yi, cep telefonunu unutmuştum. Kulaklarımda o ses:
- Alo abi! Evi terk ettim gidiyorum!
……………………………………
- Nereye gideceğimi ben de bilmiyorum!
***

Babadan miras tahta bir bavulum vardı evde. Gençlik yıllarımdan beri elime geçen önemsediğim evrakları, kağıtları, mektupları, şiirleri içine atar, zaman zaman da okurdum. Her okumamda geçliğimden, sevilerimden, sevgililerimden andaçlar bulurdum onda. O nedenle evdeki eşyalarımın en kıymetlisiydi tahta bavulum. Ama, belki yirmi yıl oldu kapağını açmadım.

İşte o gün; Özgür’e telefon aldığım gün akşam aklıma düştü. Yıllardan sonra ilk kez açıyorum kapağını. Askerlik terhis belgesi, arıcılık kurs belgesi, yazdığım ilk şiirler, mektuplar, daha neler neler… Önemsediğim ne varsa hepsi içinde… Şu şudur, bu budur derken, birden burnumun direği sızladı sanki! Alnıma kurşun sıkılmış gibi oldum! Şimdiki eşimin yıllar önce, -yani o taze bir dilber, ben başı havalarda uçarı bir delikanlı olduğumuz zamanlar- bana gönderdiği bir mektup! Eskimiş, sararmış, ama anısı taptaze, capcanlı!... Nasıl katlamışsam öylece durup duruyor. Alıp kokladım… Sanki üzülecekmiş gibi, sanki kırılacakmış gibi usul usul açtım katlarını. Arasında bir gül kurusu! “Olduğu gibi duruyor” desem kimse inanmaz belki, ama aynen öyle…

Bir, dolmuştaki kadının, ön koltuktaki adamın, o delikanlının elindeki ve Özgür’e o gün aldığım cep telefonlarını düşündüm, bir, elimdeki mektuba baktım, anısını, mazisini andım. “Gençliğimin, heyecanımın, sevgimin, sevilerimin tanığı; sevincimin, üzgümün rtağı dost mektup…”
***

Buzdolabını açtım. En bunalımlı anlarımda beni yalnız bırakmayan dert ortağım; doldurdum kadehi, oturdum masaya. Bir elimde kadeh, önümde bir avuç nevale. Bir elimde geçmişimi, anılarımı içinde saklayan dost mektubum… Daha ne ister ki canım!... Derdimi dökecek bir dost arıyordum, buldum işte… “Bunda iyisi olur mu?” dedim. Hani, her insan biraz şairdir derler ya, bu yaştan sonra benim de şairliğim tuttu o an. Aldım mektubu elime, başladım onunla söyleşmeye, dertleşmeye. Ben konuştum o dinledi; ben konuştum o dinledi:

Sevgili Mektup;

“Sen, bir zamanlar uzakları yakın eder, “Gurbeti sıla, hasreti vuslat” yapardın. Sen, gözü yaşlı anaların dilinden destan olur, bağrı yanık babaların yüreğine su serperdin. Öyle bir kez okunmakla kurtulamazdın insanların elinden; her gün bir daha, bir daha okunur, her okunmanda ayrı bir haz verir, ayrı dünyalarda yaşatırdın insanları. Günlerce anaların koynunda, yıllarca sevgilinin sandığında saklanır dururdun. Yüreklerin ateşini götürür, gurbetin kokusunu getirirdin. Sen olmadan ne büyüklerinden ellerinden, ne küçüklerin gözlerinden öpülürdü. Pamuk tarlasında, tütün tarlasında nasır tutmuş elleri, “Gülden nazik, pamuktan yumuşak” diye anlatırdın bizlere. Bir tek selamın bile mutlu ederdi insanları. Cephedeki askerin nefesiyle, hane halkının sıcaklığını buluştururdun ocakbaşlarında. Biraz geç kalsan, ya da gelmeyecek olsan güvercinlerin kanadında, turnaların sesinde beklenirdin. Dostluklar, arkadaşlıklar seninle candan, seninle kalıcı olurdu ancak. En yoğun duygular, en yüce sevgiler sana anlatılır, dertler sana dökülür, en gizli sırlar sana açılırdı. Dağlar, denizler bile kesemezdi yolunu; er geç varıp ulaşırdın kınalı ellere, nasırlı ellere…

Ama şimdi “Devir değişti.” Kadir kıymet bilmez insanoğlu seni de unutuverdi birden. Senin yakınlığını, senin sıcaklığını, senin içtenliğini, metal kokulu bir “alo” sesinde arıyorlar baksana! Mutlaka sana başvurmaları gereken yerlerde bile hep o, “alo” sesini kullanıyorlar nedense… Bilmiyorlar ki o ses, senin kadar cana yakın olamaz, senin sıcaklığını veremez. Binlerce “alo” sesi de olsa, bir ananın koynunda, bir babanın cüzdanında, sevgilinin sandığında saklanabilir mi hiç? Kınalı eller, nasırlı eller okşayabilir mi metal kokulu “alo” sesini? Daha dün, “Nereye gideceğimi ben de bilmiyorum” diyen o kadının ağıtlı sesini getirebilir miyiz geriye, tutabilir miyiz ellerimizle? Yoksa, “Söz uçar, yazı kalır” diyen bilgeler boşuna mı söylemişler bu sözü?...

Şimdi, yalnız devlet dairelerinde, bankalarda falan, o sevimsiz sarı zarflara konulurken görüyorum seni. İki satır yazının altına kocaman ve kapkara bir mühür basıyor, bir de o kadar kara, o kadar sevimsiz kuyruklu imza atıp öylece postaya veriyorlar seni! Oysa biz, üstüne esanslar dökülmüş, içine el ayası çizilmiş, arasında gül kurutulmuş dost mektuplara alışmıştık. İnan ki, unutulmuş olmanda ne senin suçun var, ne de senin yerini alan o “alo” sesinin… Bütün suç bir insanlarda. Başımıza musallat olan çıkar hırsı, günübirlik yaşamın yavanlığı seni unutturduğu kadar, o dostlukları, sevileri, sevgileri de silip attı aramızdan.

Sevgili Mektup,
Sen yine de üzülme! Birgün gelecek, bu sevgi bağları yeniden kurulacak, dostluklar yeniden oluşacak aramızda ve biz gene sana aktaracağız en sıcak duygularımızı, en yüce sevgilerimizi…

 
Toplam blog
: 11
: 197
Kayıt tarihi
: 15.03.13
 
 

Kahramanmaraş- Elbistan doğumludur. İlkokulu, ortaokulu Afşin'de, Lise ve öğretmen okulunu K.Mara..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara