Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Kasım '12

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Sevgi ve sadakat

Sevgi ve sadakat
 

...birbirini tamamlayan çiftlerden hani. (foto: Sortvind)


"Çok defter vardı. Her gün yazmışlar... İkisi de!.. Ne aşk mektupları, ne günlükler, görsen!.. Mesela kocasını işe uğurlamış, 'Şimdi gitti, onu daha kapıdan çıktığı anda özlemeye başladım!' diye yazmış!  Öbürsü desen öyle. Çok sevmişler birbirlerini... Biraz baktık şöyle üstten, sonra Belkıs Abla çok üzüldü, fenalaşır gibi oldu, hepsini yırttık attık. Çocuk yok ki arkada, kim ne yapsın onca defteri kağıdı?.."

Görümcem İstanbul'dan yeni gelmişti. Bir hafta önce kuzeni Latife Abla'nın vefatı nedeniyle, hem cenazede bulunmak, hem de diğer kuzenlerine destek olmak için gitmişti oraya. Defterleri de, artık boş kalan evde bulmuşlardı demek... Ve atmışlardı! Atmasalardı!... Yazık! O defterlerde bir hayat vardı, hepsi çöp olmuştu!

Denilebilir ki, "Özel hayat var onlarda, özel duygular var, kimsenin bilmesi istenmemiş. Can gitmiş, canan gitmiş, defterler kalsa ne işe yarar?"  Olabilir... Ama ben olsam, atmadan önce okurdum mutlaka. Onların hikayesi bence özeldi çünkü...

Birbirine çok yakışan çiftler vardır ya, onlar da öyleydi. Rumeli göçmeni, İstanbul'lu güzel kızla Karadeniz'in bıçkın delikanlısı; farklı yapıda olup birbirini tamamlayan çiftlerden hani... Kız tarih öğrencisi, oğlan hukuk okuyor, okul bitince biri tarih öğretmeni diğeri avukat olacak; arkadaş ortamında tanışıyor veya tanıştırılıyorlar. Hasan Abi derdi ki, "Gördüğüm anda 'bu kız benim olacak' dedim. Her hali çok güzeldi, ilk görüşte vuruldum!" Ankara'ya gelmişlerdi bir seferinde, hangi eve geldilerse kuzenler orada toplanmıştı da o zaman anlattı tanışma hikayelerini. Latife Abla hafif tebessüm ederek kocasını dinledi sadece; bir şey söylemedi ama kocasına bakışında, ona olan düşkünlüğünü sezdim, gurura benzer bir duygu pırıltısı da gözlerinde gezindi.

Zarif ve asil kadındı, iyi giyinmeyi sever ve bilirdi. Ara ara boğuklaşan, hafif kalınca sesiyle konuştuğunda onun iyi niyetli, kibar biri olduğunu düşündürürdü insana. Kırılgan, mesafeli görünen ama konuşurkenki içten haliyle kendini sevdiren biriydi. Çok güzel olduğundan öğrencilerinden sınav kağıdı yerine aşk mektupları alırmış bazen, hoş bir anı gibi anlatırdı, "Ben de derste çok ciddiyimdir ama bazen oluyor işte." derdi. Hemen kocasına bakardım kızmış bozulmuş mu diye, sorardım hem, "Hasan söyleniyor biraz ama benimle ilgisi olmayan bir durum, orası belli, mesleğimi yapıyorum ben, ötesi hikaye, o da biliyor, alıştı artık" derdi. Emekli olmadan önce, Milli Eğitim Bakanlığı'ndan başarı belgesi almıştı; evlerine gittiğimizde belgeyi bana gösterirken, "Emekli olmayı hem istiyorum hem mesleğime kıyamıyorum. Yoruldum herhalde, okuldan mezun olduğumdan beri çalışıyorum, gücüm yok daha fazla çalışmaya." demişti. Kendinde hissettiği hal neyse artık...

Hasan Abi ise, canlılığı, hareketliliği ile, bıyığı ve irice burnuyla tam bir Karadenizli, dobra ve dürüst bir beyefendiydi. Karısının ailesine karşı çok dikkatli, yakındı. Gündelik yaşamında nasıldı bilemem ama biz gidince ne yapacağını şaşırırdı, çok misafirperverdi. Herkesin çok sevdiği, takdir ettiği biriydi. Anadolu çocuğuydu; kendini geliştirmiş, İstanbul'daki üniversite ve çalışma hayatının getirdiği artılarla aile görgüsünü kişiliğinde kaynaştırmıştı. İyi yaşamayı, gezmeyi, eğlenmeyi seven, hayat dolu bir er kişiydi.

Bir sürü çift vardır ki, birbirlerini çok sevseler ve yalnızken ne kadar birbirlerine yakın olsalar da, bunu başkalarının yanında belli etmez, duygularını dışarıya yansıtmazlar. Hasan Abi aynı zamanda konuşkan, neşeli, içi dışında birisi olunca sevgisi muhabbeti de ortadaydı. "Yaa yerimiz müsait değil diye ikimize karşılıklı yatakları hazırlamışlar! Ben karıma sarılmadan uyuyamam ki kardeşim! Gece mece demedim, birleştirttim yatakları, ondan sonra mışıl mışıl uyudum." dediğinde, "Yok artık, neymiş bu kadar da! Ha bir gece de ayrı yatıver be adam!" diye içimden geçirdiğimi şimdi burada itiraf ediyorum... Karısını şımartırdı, ona yeri geldikçe iltifat eder, gönlünü hoş tutardı. Çocukları olmamıştı; olurmuş da, hormon tedavisi gerekmiş, ilaçlar Latife Abla'ya dokunmuş, "Karımın sağlığı bozuldu, varsın o da eksik kalsın" demiş Hasan abi, tedaviden vazgeçmişler; karısını çocuğu yerine de severdi.

Peki hiç mi yoktu bu insanların bir kusuru? Olmaz mı?... Latife Abla hastalık hastasıydı, fazla evhamlıydı; sık sık başı ağrır, cereyanda oturamaz, yaz günü azıcık rüzgâr esse boynu sırtı tutulurdu. Henüz iki yaşındayken babasız kalmış, annesi fazla düşmüş üstüne, kendini bildi bileli nazlıymış hep. Bu hali insanlarda, kaprisli biriymiş izlenimi bırakırdı... Anlatılırdı artık bu kapris görünen evhamlar, "Anahtar deliğinden soğuk geliyormuş, boğazı ağrımaya başlamış, iyice abarttı işi!" diye lafı edilirdi.

Kusur sorulursa eğer, karısı istemediği halde haddinden fazla içki içmek de Hasan Abi'nin zayıf yanıydı; bu alışkanlığın iş hayatını etkilemesine izin vermese de, karısına olan ilgisi, yaklaşımı değişmese de, bildiğim kadarıyla bu, evliliklerindeki en büyük sorundu. İçkiliyken araba kullanmak hatadır tabii de, kendisi arabadan canlı çıkmış olsa da ve bunda teselli olunacak bir yan varsa da, arabayı hurdaya çıkaracak bir kazaya sebebiyet vermek, çok büyük kabahattir elbette! İçtiğinde muhabbeti ne kadar tatlı olursa olsun, dünya efendisi biriyken içince huyunda en ufak bir değişiklik olmasın varsın, içerken durmayı bilmemesi, karısını huzursuz ederdi. Bir çeşit inatlaşma olmuştu aralarında bu içki meselesi... Latife Abla'yı sinirli gördüğüm nadir anlardan biri, "Hasan yeter artık içtiğin, kaç şişe oldu bugün bira?!" diye kocasına çıkıştığı andır.

Herhalde 7-8 sene önceydi, duyduk ki, Latife ablanın evhamı ileri boyutlara varmaya başlamış. Doktor gerek görmediği halde, boynu ağrıyor diye boyunluk kullanıyormuş. Eli kolu tutmadığından kapıları açamıyor, telefon ahizesini tutamıyormuş. Sonra bir gün dediler ki, adres yazması gerekiyormuş, rakamları yazamamış! Kendi aralarında bunu da hastalık hastası oluşuna bağlamışlar, ruhsal olarak kendi kendini engellediğine hükmetmişlerdi. Ee, Latife abla şikayetçi olunca doktora gidiyorlar, "hiç bir şeyciği yok" deniyordu!... Ankara'ya bir gelişlerinde farkettik ki, unutkanlıklar, konuşurken hatırlanamayan kelimeler, konuşmasını anlaşılmaz hale getiriyor, zaten hemen hiç konuşmuyor! İlk o zaman öğrendik şikayetlerine tanı konduğunu... alzheimer demiş doktor, hem de en hızlı olanı... Hasan Abi, sohbetinden, neşesinden, karısına sevgisinden görünüşte hiç bir şey eksilmese de, biraz içince efkârlanıyor, konuyu durup durup karısının rahatsızlığına getiriyordu. Latife Abla çok hastaydı, kocasının kahrolmamasına imkan yoktu elbette.

Ankara'ya son geldiklerinde sadece hareketler ve "bu bu" seslerinden başka bir şeyle kendini ifade edemeyen, neyi bilip neyi bilmediği anlaşılmayan biriydi artık Latife Abla. Hasan Abi, seyahatten önce karısının her bakımını yaptırmıştı. Aynı eskisi gibi saçları yapılı, şapkasıyla kıyafeti uyumlu, topuklu ayakkabılarıyla yine endamı yerinde, tırnaklarında kırmızı ojeleriyle eski halinden farklı görünmeyen Latife Abla, oturduğu yerde oturamıyor, anlamsız hareketler yapıyor, ya çok neşeli ya da hepten durgun görünüyordu. Evlerinde kaldıkları akraba çok anlayışlı olsa da, evde yaşadıkları aksilikler yüzünden bir daha Ankara'ya gelmediler.

O son gece, Hasan Abi'yle sabaha kadar balkonda oturduk ve uzun uzun sohbet ettik. Sıcak yaz akşamlarından biriydi, geceden gün doğuncaya kadar geçen saatler boyunca sık sık "Latife'yi böyle görmeye dayanamıyorum! Farkettiyseniz kuaförü manikürcüyü eve çağırıp saçına, o güzelim ellerine bakım yaptırdım; gözlerini gördünüz değil mi, makyajı aynı eskisi gibi. O benim hâlâ kraliçem, meleğim, bilseniz hâlâ ne kadar çok seviyorum onu!  Ben ölürsem, karım size emanet! Kimse üzmesin benim bebeğimi, gözüm arkada kalmasın!" dedi durdu. "Ne biçim konuşuyorsun! Daha gençsin, kendine iyi bak, böyle düşüncelere kaptırma kendini, niye öleceksin, sen karının başındasın ya" dedik ona. Sigarayı da ne kadar  arttırmıştı böyle!

Latife Abla'nın hastalığı hızlıydı, İstanbul'dan perişanlık haberleri geliyordu artık; hep daha kötüsü en kötüsü. Bakıcı kadın tutmuşlardı ama tek kişiyle zaptedilmesi bile bazen mesele oluyordu. "Hasan bunalımda" diyorlardı, "çok içiyor artık, sınırsız, yıkılana kadar"... Derken bir gün, "kalp krizi geçirmiş, salondaymış ayakta, yere yığılıvermiş" dediler. Çok sevdiğim, kalender ruhlu, eli açık, dost canlısı adamcağız, üzüntüye, bunalıma dayanamamış, kalbi iflas etmişti! "Nasıl da bilmiş öleceğini?! 'Ölürsem' deyip duruyordu, ölüverdi adamcağız, bakar mısın!!?" diye günlerce üzüldüm durdum.

Kocasının gidişinden sonra Latife Abla iki sene kadar daha yaşadı. Bir bakıcısı vardı zaten, kardeşleri gidip gelip ilgilendiler. Hastalığın doğal seyri midir bilmem artık, soluk almayla ilgili bir problem onu da genç denecek yaşta alıp götürdü işte... Öyle yaşamaktansa ölüm bir nevi kurtuluştu elbette.

Görümcem, bu arada yeni öğrendiği, Hasan abinin ölümüyle ilgili, beni şok eden gerçeği de söylemişti: Meğer adamcağız, kalp krizinden ölmemiş, intihar etmiş!... Karısının ilaçlarından yutmuş içkiyle beraber!... Belkıs abla, Hasan abinin vefatından sonra fazla sayıda ilacın yok olduğunu farkedince anlamış işin aslını. Evde yatılı kalan bakıcı kadın da odasından ağlama sesini duymuşmuş, ötesi malûm... Ne acı!

Sonra sonra çok düşündüm... Onun yerinde başkası olsaydı, genç denecek yaşta karısı hastalanıp yalnız kalınca, dışarıya yönelir, başka ilişkilerle kendini oyalardı; gözü karısını görmeyince de gönlü hayata katlanırdı. Halbuki o, karısını terketmeyi istemedi; sadakat, vefa duyguları ve karakteri engeldi buna. Ama bu şekilde yaşamayı da anlamsız ve dayanılmaz buldu demek... sevdiği kadını yaşarken kaybetmişken... çaresizlik onu bunaltmış olmalı... Ankara'daki son gecesinde, ölümünden sonrayı bizimle bile bile konuşmuş meğer; canına kıymayı o zamandan içten içe kurarmış. Gerçi o konuşma ertesinde hemen olmadı "gidişi" fakat kararsızdı mutlaka... karar vermesi zor oldu ölüp de sevdiğini ve yaşamı bırakmaya...

Görümcem, "Defterleri yırtıp attık, kime kalacaktı ki okusun?" deyince, "Yazık olmuş!" demiştim, "onların sevgi ve sadakat hikayesi yazılmaya değerdi".

 
Toplam blog
: 33
: 3988
Kayıt tarihi
: 07.06.09
 
 

İyi bir okurum. ..