Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Eylül '08

 
Kategori
Mizah
 

Seyyah Bekariya Çelebi'nin Maceraları-2.bölüm

Seyyah Bekariya Çelebi'nin Maceraları-2.bölüm
 

http://www.fotosearch.com/UPC004/pss32227/


bir önceki bölüm için : http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=133639


...Bu telaşta beni fark etmeyeceklerini bilmeme rağmen pencerenin önünde bi yabancı gibi içeriyi gözetlemekten vazgeçip evin kapısına yöneldim. Belki beni Tanrı misafiri kabul edip biraz yiyecek verirler diye tam kapıyı çalacakken kapı açıldı ve karşımda şişman, iri yarı, güleç yüzlü bir adam belirdi. Ben, konuştuğum dilden yabancı olduklarımı anlamasınlar diye dilsiz numarası yapıp aç olduğumu, yiyecek istediğimi anlatmaya çalıştım kendimce.”

Lafının burasında Bekariya’nın sözünü kesip araya girdim zira bu anlatım sabaha kadar süreceğe benziyordu.

“Dur bi dakika biraz nefes al, bu hikayeyi koltuğunun altında getirdiğin el yazmalarına yazmış olabilir misin Çelebi Efendi?

Sorum karşısında, kendini olaya kaptırmış olan Bekariya, gözlerini sabitlediği karşı duvardan bana çevirdi ve sorunun yanıtını bulmaya çalışır gibi bir an durakladı.

“Eeee , sanırım bi ara yazdım sırça köşküm. Ama biraz çantamı karıştırmam lazım, ya da istersen ben sana veriyim yine bu çantayı da içinden kendin bak işte. Aslında bu gelişimin çok ani olduğunu biliyorum (sanki öncekiler haberliymiş gibi) ve şu an yine gitmem lazım. Bulaştığım işi geçmişte çözemezsem her şey mahfolur, tarihin yeniden yazılması gerekir yoksa. Bu da insanlığın bayaa zamanını alır bence. Hoş, tarih dediğin nedir ki benim gibi birine? bi grup insanın yazdığı tarih, yazıldığı an tarihe hapsolur, ve aslında bi ucu geçmişte, bi ucu gelecekte, girişi de şimdide olan sonsuz bi labirenttir tarih, bu yüzden herkes kendi tarihini yazar.”

“Peki o zaman bi kahve yapiyim sen dinlenirken ve henüz gitmeden sonra da şu deri çantaya bi bakiyim bakalım neler var. Bu çantan da çok güzelmiş nerden buldun bunu, yoksa eski İstanbul'da yaşamış bi ustadan mı aldın?”

“ Antakya’lı bi deri ustasının elinden çıkma. Sana bi gün o sanatkarı da anlatırım. Bi kahvenin kırk yıllık hatırı vardır da benim için binlerce yıl olabilir gam-küsârım, zahmet etmeseydin.”

“Ne zahmeti zamane Çelebi, ben birazdan gelirim.”

Nerden de bulur bu lafları bu deli dolu adam. Gerçek bi “dert” ortağıyım galiba deyip içimden, gülümseyerek odadan çıkarken, göz ucuyla, koltukta oturan yorgun ve biraz da mahzun Bekariya Çelebi’nin, bacağına dolanan kedimin farkına bile varmayacak kadar sıkıntılı olduğunu ve konuşmak istediğini düşünüp onu biraz daha konuk etmenin iyi olacağına karar verdim.

Mutfağa girip daha bugün çektiğim ve içine kakule eklediğim kahvenin durduğu kavanozdan iki dolu kaşık Türk kahvesini, geçenlerde Ankara’daki Samanpazarı'ndan aldığım bakır cezveye koyup Çelebi Efendi’nin sevdiği gibi orta şekerli olsun diye içine üç küp de şeker attım. Kahve yavaş yavaş tıpırdamaya başlayana dek, bi koşu içeri gidip "kakule sever misin uçuk Çelebi?" diye soracaktım ki sesi kesilen Bekariya Çelebi’nin çoktan yandaki kanapeye kıvrılıp, yüzünde yarım bi gülümsemeyle iki büklüm uykuya daldığını gördüm. Kahveyi hatırlayıp mutfağa döndüğümdeyse neredeyse taşmak üzere olan iki kişilik ve benim için bol şekerli, bol hatırlı bu kahveyi, "bari oturup kendim içeyim" deyip, içerken de Çelebi Efendi’nin her yerinden kağıtlar fışkıran deri çantasına bakmak için çantaya uzandım.

Gerçekten de kimi yerde çok özenli, kimi yerde de kargacık burgacık yazılmış bu yazıları derleyip toparlamak bile insanın bir yılını alabilirdi . "İnsan bi kamera alır yanına, veya bi kayıt cihazı" diye düşündüm ama sonra Bekariya Çelebi’nin kendine özgü sevimli haliyle bana, “ bak, elimde ışık hızında bi zaman-mekan makinesi varken ne diye kayıt cihazı alıyım, zaten durmadan modeller değişiyor, bu makineyle modellerin değişme hızına yetişemem ki, her şeyi ya kağıda ya da aklıma yazarım ben, hiç bi şey insan gözünün ve aklının yerini tutamaz" diye itiraz ettiğini görür gibi oldum. ” Eee n’apalım, her ne kadar zaman-mekan makinesini kullanmayı biliyor da olsa, yeni makineleri sevmeyen bu inatçı keçinin elindeki el yazmalarıyla idare edicez bakalım” diye söylendim. Bekariya Çelebi’yse, kimbilir zamanın neresine dalmış, yanağının altına koyduğu iki elini kendine yastık yapmış, biraz komik ve çok da sevimli haliyle salondaki kanepemde uyumaya devam ediyordu.

Bu tomarın içinde 22 Eylül 1792’yi bulmak pek kolay olmadı. Bana anlatmaya başladığı hikaye, 21 Eylül 1792’de bir gece vakti İngiltere’nin kuzeyinde bir köyde yaşanmış bir olaydı ve sanırım birinin doğumuna tanık olmuştu. Bilgisayarımın başına geçtim ve o tarihte neler olmuş diye Google’dan “Tarihte Bugün” sayfalarını sorguladım. Ama 21 Eylül 1792 tarihinde onun anlattığı gibi bir olay geçmiyordu. "Belki yine tarihleri karıştırmıştır, belki de 21 Eylül değil, 21 Ekim demek istemiştir" diyerek bu sefer de "21 Ekim 1792" başlığında yaptığım sorgudan da bişi çıkmadı. Bunun üzerine internete henüz böyle bir bilginin düşmediğine karar verip Çelebi’nin yazılarını karıştırarak bahsettiği tarihte neler olduğunu bulmaktan başka çarem kalmamıştı.

Yaklaşık bir saatlik bu karıştırmadan sonra tam da bana anlattığı gibi kısa kısa notlar buldum; notların başında;

“1207 yılının Safer ayının, 4. Cuma Günü ” başlığının yanına” 21 Eylül 1792, Cuma” yazıyordu. Okumaya başladım.

“zamanın içinde kaybolmuşken bir büyük mucitin doğumuna tanık olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Evlerinin kapısını çaldığım bu aile sonradan kendi aralarındaki konuşmalarından anladığım kadarıyla “Sandemanian” tarikatına mensup kendi halinde bi aileydi. O gece tam da karısı doğururken kapıyı çalan benim gibi garip görünüşlü, üstelik de dilsiz bi meczupa belki de doğmakta olan çocuklarına uğur getirir diye Tanrı’nın bi lütfu gözüyle süt ve taze köy ekmeği vermeleri, bi anda onları sevmeme neden oldu. İçeri girdikten ve karnımı bi güzel doyurduktan yarım saat sonra duvardaki saat gece yarısını gösterirken içeriden gelen bi bebek çığlığıyla nerdeyse dilim çözülüp garip bi aksanla İngilizce konuşmamı bile hayra yoran bu aileye duacı oldumidi.

“Oğlumun adı Thomas olsun" dedi henüz baba olan ve ne dediğini bilmeyen adam sevinçle. "Çünkü Thomas ona komas deriz kısaca”, ardından kahkahayı bastı bu sevimli köylü. Adının James olduğunu söyleyen ve demirci olduğu her halinden belli olan bu baba adamdan soyadlarının Faraday olduğunu öğrendiğim bu aileye, bütün çocukları Cuma günü –Friday- doğduğundan nesillerden beri köylüler kendi yerel ağızlarıyla “Firaaday demişler, bu sözcük sonradan Faraday “ a dönüşmüştü.

"Sevimli baba James Faraday, iri yarı elleriyle oğlunu kucağına aldı ve “senin adın Michayl yavrum (sanırım Çelebi yine yanlış yazmıştı, bu bebeğin ismi “Michael” olmalıydı), "sen geleceğin en güçlü demircisi olacaksın” diye sevinçle bağırdı. Korkudan sessiz sedasız duran bebecik de yaygarayı kopardı tabi. Bu mutlu aile tablosu yüzünden bi yandan ben de neşeyle gülerken bi yandan da yalnızlığımı düşünüp sessizce önümdeki tastan sütümü içip ekmeğimden bi ısırık kopardım.”

Bekariya Çelebi’nin satırlarını okurken yorgunluktan gözlerimin kapanmaya ve derin bi uykunun yavaş yavaş beni içine çekmeye başladığını hissettim, daha fazla direnmedim ve kendimi uykunun kollarına bıraktım.

.....
devamı için geleceğe bakınız.



not: Zaman Makineli Bir seyyahın tarihin derinliklerine yaptığı yolculuklarda tanık olduklarını bir yazara anlatmasına dayanan bu kurgu ilk kez tarafımdan yazılmış ve Milliyet Blog'ta yayınlanmıştır. Bu yayınlar 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri yasasına tabii olup her hakkı saklıdır. Bu tarihten sonra zaman makineli gezgin ya da bir vakanüvisi anlatan bu hikayemden esinlenerek yazılan taklitleri yazarlarını bağlar. Bu nedenle orjinal hikayemin taklitlerine gülüp geçiniz. B.Altın


Bekariya Çelebi'yle ilk karşılaşmamız olan 6 Aralık 2006 için bakınız: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=16234


Bekariya Çelebi'nin 11 Ocak 2007 Notları için bakınız: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=20843

Bekariya Çelebi'den 10 Mayıs 2008 Notları için bkz: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=108845


resim: http://www.fotosearch.com/UPC004/pss32227/

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..