Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '09

 
Kategori
Felsefe
 

Şiddetten nasıl arınacağız?

Şiddetten nasıl arınacağız?
 

Şiddete nasıl karşı gelebiliriz? Şiddeti nasıl bertaraf etmeliyiz? 

Şiddeti bir sorun çözme yöntemi olarak tercih edenleri bertaraf etmeyi; bize müdahale etmelerini, karışmalarını engellemeyi nasıl başarırız? 

Şiddete karşı savunma mekanizmalarımız neler olabilir? 

Şiddete bulaşmadan kendimizi savunmamızın en iyi yöntemi şiddete karşılık vermemek ve şiddet içermeyen sosyal ilişkilerin yoğunlaşmasını kolaylaştıracak yönde hareket etmektir. 

Sosyal ilişkilerin yoğunlaşmasını kolaylaştıracak yönde hareket etmek; toplumsal dayanışma ilişkilerinin yeniden keşfedilmesi ve derinleştirilmesi, farklıların dostluklarını güçlendirerek şiddetin geçirgenliğini kendilerinden uzaklaştırmanın yollarını yaratmak şiddet yöntem edinenleri bertaraf eder. 

Toplumsal hayatı dönüştürmek kendi hayatlarımızı, insanlık anlayışımızı yaşayacak olanakları yaratmamız; hayal etmek ve hayata geçirmek bize bağlıdır. Bunun için karar vermek ve doğal saydığımız alıştırıldığımız yaşam biçimlerini terk etmek gerek. 

Tek isteğimiz “kendi hayatlarımız kendi insanlık anlayışımızı yaratabilme olanağıdır.” Kendi hayatlarımızı kendimize ait kılabildiğimiz ölçüde mutluluk bize yakındır. 

Kendimizin olmak, kendimizi ele geçirmek; bu hayat bizim diyebilmek; birbirimizi etkileyerek yatay anti-politik; yani gündelik hayatın bizzat kendisi olmak, onu istediğimiz yönde belirleyen olmak anlamına geliyor. 

Kendimizi ele geçirmenin şifresi; günlük hayatımıza ilişkin tercihlerimizde, birbirimizi etkileyerek fayda dışı; tüketim ve üretim dışı kalabilmektir. 

Kapitalizm kendisini bizim üzerimizde sürekli yenilemektedir. Biz razı oldukça, tabi olmayı doğal karşıladıkça onun suç ortağıyız. Onun hem karşısındayız hem de her gün onun için işe gidiyoruz veya iş arıyoruz. Birbirimize insan-doğaya, yönelik her kötü tutum, her satın alma vb. ile onu yeniden üretiyoruz; bu halimiz hayatı sahip olmak peşinde tükettiğimiz bir zavallı kılıyor. 

Hemen şimdi bu süreçten geri çekilme çabalarına dâhil olmak gerekir. Bu sürecin olanaklarını yaratmaya yönelmek gerekir. 

Nasıl? Ne yapacağız? 

Kapitalizmin en önemli silahı bizi açlıkla tehdit ederek kendine tabi kılıyor olması.. 

Bizler aile iş okul düzeneklerini oluştururken ona sürekli yükselen ölçekte tabi oluyoruz. Bu muhalefet ederken; karşı çıkarken dahi söz konusu... 

Açlık tehdidi ile karın tokluğuna; hayatta kalmak için bu ilişkilere razı – tabi oluyoruz. 

Cevabını bulmamız gereken; tabi olmadan, boyun eğmeden nasıl hayatta kalabiliriz? 

Tabi olmanın reddi alternatif sosyal ilişkilerin geliştirilmesidir. Gelecek güzel günleri bekleyemeyiz, bugünden koşullarını yaratmak için yolda olmak gerekir. 

Zapatistalar “ biz yürüyoruz koşmuyoruz, çünkü çok uzaklara gidiyoruz” diyorlar. Evet yol akıl almaz uzunçünkü her şey birbirine tabi ve bir kısır döngüye işaret ediyor. 

Alternatif cemaatler kurmak; var olanı reddetmek, başka zeminleri yaratmayı başarmak gerekir. Tabi olarak değil, red ederek yaratabiliriz… 

Büyük şehirleri terk ederek, çalışma ilişkilerini dönüştürerek, kurumsal yapıları muhatap almayarak, ret ederek yol alabiliriz. 

Bu tercih sürekli kendi insanlığımızın yaratılmasına doğru her an yol almaktır. Bu insanın, insan sırtından indirilmesi kendimizi yeniden ele geçirmektir. Şiddet dışı, tabi kılınamayan, hiç bir şeye tabi olmayan, sömürü içermeyen, iktidarsız… 

Böylesi bir günlük hayatı yaratma yönünde ustalaşmak, bu yönde etkileşimin kolaylaştırıcısı olmak gerek... 

Hâkim toplumsal ilişkilerin alternatifi, sevgi, dostluk, dayanışma, karşılıklı tanıma, onur ve vicdanlarımızı temiz tutmaktır. Kapitalizme rağmen hayatı geri alabiliriz. 

Ret edin; faydacı, insanın insana tabi kılındığı yaşamı ve tüm alanlarını. 

Tüm dünyada ve yaşadığımız ülkede aynı filmi seyretmek istemeyenlerin barışa ve demokratlaşmaya sahip çıkması iktidar odakları ile teması da zorunlu kılıyor.. Bir yandan çekilmek diğer yandan çekilirken yolu alabildiğine genişletmek için bu temas zorunlu. 

Çünkü insanlaşmaya yönelik umudu olanların erk e bulaşması, barış ve demokratlaşma çabalarına destek olması verili duruma müdahil olması aynı sürecin bir diğer kolaylaştırıcısı. 

Çünkü tamamıyla kendini belirleyen bir topluma, her bir gün kendimizi tamamen yeniden yaratabilme ustalığına gerektiğinde, somut insan içinde zorunlu olarak bulunduğumuz koşulların, ilişkilerin değişiminde rol oynayarak kavuşabiliriz. 

Kaynak : Sorarak Yürüyoruz(J. Holloway ile söylesi) 

**** 

Leyla İpekçi’nin bugünkü yazısı da isabet oldu, anlatmak istediğimi güncele ilişkin ifade etmiş; fark etmeyenler için. 

Barışı hangi dille istiyoruz? 

Leyla İpekçi - 08.09.2009 

Silahların bırakılması ve kanın durması için kim kiminle barış yapacak? Bu sorunun gerçek yanıtları belirsizliğini koruyor. Barışmak siyasetin dilinde çok boyutlu, çok taraflı. Ve siyasi pazarlıklara tâbi. 

Ama dilini şiddet siyaseti üzerinden kuranlar ile samimi bir biçimde kanın durmasını isteyenler arasındaki yaklaşım farkı giderek belirginleşiyor, belirginleşecek. 

Hakkâri Valisi Muammer Türker, sorunun çözümüne yönelik olarak Ankara’da söylenen her cümlenin, en küçüğünden en büyüğüne, kadınından, erkeğine, yaşlısından gencine bölgede büyük yankı bulduğunu söylüyor. 

Bu beklenti ve umutların eşiğinde bir tespitte bulunuyor: “Bölgede meseleleri gündeme getirdiğinizde sanki bunlar PKK’nın sayesinde gündeme gelmiş gibi bir algı var. Ama bunun tersi söz konusu.” 

Türker, insanları o bölgeye yatırım yapmaktan alıkoyanın bizzat PKK’nın varlığı olduğunu belirtiyor. Güneydoğu halkının bir kısmının zihninde ve yüreğinde ise evet, sahiden de PKK sayesinde en kişisel hak ve özgürlüklerinin gündeme geldiğine dair bir inanç var. 

Belki bunca yıl akan kanın boşuna olmadığına kendilerini ikna etmek için, böyle düşünmeleri de kaçınılmaz. Gelgelelim, şiddeti bu şekilde meşrulaştırarak, demokratik açılımın dilinde barış pazarlıklarını sürdürmek pek mümkün değil. Vicdanlı da değil. 

Zalimin diliyle hakkını aramanın vicdanda kapanmayan bir yara açtığına sanırım hep birlikte tanık olduk bugünlere gelene kadar. 

Milli Savunma Bakanlığı’nın hazırladığı verilere göre son yirmi beş yılda 40 bin kişi bu savaşta hayatını yitirdi. Hayatını yitiren PKK’lılar 28 bin civarında. Ama en çok şehit veren illere baktığımızda, ilk on ilin altısı Hakkâri, Şırnak, Mardin gibi doğu ve güneydoğu illerinden oluşuyor. 

Ahmet Türk’ün yakarışı andıran sözlerinin anlamı (“bu iş bitsin Allah ikinci gün canımı alsın”) bu yüzden çok ama çok derinlerde. Bugün barışı istemek en yakıcı sözcüklerle de olsa siyasete tahvil edilmesi gereken bir dil kullanmak demek. Barış mitinglerinin acılı Kürt anneleriyle dolup taşması boşuna değil. 

Bu durumda, baştaki sözümü biraz daha açayım. Maruz kaldıkları her türlü hukuksuzluğun adaletle çözülmesi için samimiyetle uğraşanların yanında: Kan ve şiddeti meşrulaştırma çabalarının diliyle konuşanların kendini dinletmesi giderek daha zorlaşacak. 

Vali Türker, bölgedeki insanların normal bir hayat, yani memleketin diğer taraflarında sürdürülen hayat nasılsa, onun özlemi içinde olduklarını söylüyor. “Türk bayrağı ile, üniter devlet yapısıyla bir alıp veremedikleri yok. İnsanca yaşamak, iyi bir eğitim ve sağlık hizmetleri istiyorlar.” 

“Artık çocuklar ölmesin, bir yerden bir yere giderken yol kontrolleri olmasın, hepimiz suçlu muamelesi görmeyelim diyorlar” şeklinde belirtiyor bu gündelik hayat taleplerini. “Burada ortam iyileşsin, yatırımcı, öğretmen, doktor gelsin istiyorlar.” 

Böyle insanca taleplerin yıllardır dikkate alınmadığı bir bölgede, sadece alçak uçuş yapan uçaklar bile küçük çocukların psikolojisini bozuyor. Ya da sözgelimi çocuk ezen panzerleri kullananların yargıya çıkarılmaması hayal kırıklığını büyütüyor. 

“Hayvancılık ve tarım ölmüş durumda” diyor Türker. “Güvenlik nedeniyle yaylalara çıkamıyorlar. İnsanlar, güvenlik nedeniyle uygulanan koruculuk sistemiyle meşgul olmuş, üretimi bir tarafa bırakmışlar.” 

Bugüne dek savaşın diliyle siyaseti sürdürdük, şiddet ve kanla besledik ideolojilerimizi. Barışın diliyle siyaset yapmayı öğrenmek içinse, suçlu muamelesi görmek istemeyen, ‘normal’ bir hayat beklentisinde olan çocukların bazılarının neden “Atatürk sizin için neyse Öcalan da bizim için odur” diyebildiklerini merak etmekle işe başlayabiliriz. 

Onları ister birileri kullanıyor olsun, ister olmasın. Evet, şiddeti besleyen bir söylem bu. Doğduklarından beri kayıplara, faili meçhullere, işkenceye, kaba kuvvete tanık olan çocukları topyekûn terörist ilan edenlere sormalı yine de: Çocukları terörist ilan etmek, hep savaşın diline hizmet etmedi mi? 

Savaşın dili her tarafta hâlâ bu kadar hâkimse, kim bitirecek ki zaten bu savaşı? Dahası, onca kan aktıktan sonra, yine aynı soruya gelip tıkanacağız: Kim kiminle barışacak?” 

 
Toplam blog
: 444
: 1284
Kayıt tarihi
: 13.09.07
 
 

MB zengin kültürel bir eksen; düşüncelerimizin buluştuğu, tartıştığımız, birbirimizi etkilediğimi..