- Kategori
- Efsaneler
Şifalı Suyun Yolcusu!

Yorgun, hasta, yaşlı bir Galya' lı savaşçı kulübesini ve köyünü sabahın erken saatlerinde terkederek yola çıkmıştı. Ağır adımlarla ormana doğru ilerliyordu. Yüz yıllık meşe ağaçlarının çevrelediği korulukta, bir kaynağın yakınında, doğanın bütün sırlarını bilen, hastalığa karşı okuyup üfleyen, sağlığa çok duyarlı ilâçlar yapan bir drüid' in (Galya' lı din adamı) oturduğunu biliyordu.
Sabahın erken saatleri yolculuk için çok elverişliydi. Tam öğle vakti ve gece yarısı kesinlikle yola çıkmamak gerekirdi. Zira bu vakitler, tanrıların yeryüzüne indikleri tehlikeli saatlerdi. Ama şafak vakti, yolcuya asla bir kötülük gelmezdi.
Ormandaki açıklığa vardığı zaman drüid' i derin düşüncelere dalmış, hiç kımıldamadan gökyüzünü seyreder halde buldu. Yaşlı din adamı sırası gelince bu suskunluğunu bozacaktı elbet. Gerçekten, gün içerisinde uğurlu ve uğursuz saatler vardı; onları bilmemek tehlikeli olabilirdi.
Yaşlı drüid' in evinde, duvarda bir demet ökseotu asılıydı. Bu, gökten gelen esrarlı ve kutsal bir bitkiydi. Tohumunu bir yerden başka bir yere kuşlar taşırdı. Ökseotu gelişmek için topraktan yardım beklemezdi; bu yüzden toprağa kök salmaz, ondan besin almazdı. Drüid' in evinde bulunan ökseotu, ayın altıncı günü, bu gökcisminin iyice büyümeye, parlaklığını kazanmaya başladığı sırada, pek ender bulunduğu bir yerden, bodur meşe ağacının üzerinden toplanmıştı.
Galya' lı yaşlı savaşçı oturdu, aynı zamanda doktor olan din adamına derdini anlattı. Beyaz sakallı ihtiyar onu sessizce dinledi, sonra eline aldığı bir sopa ile yere bir tekerlek resmi çizdi. Bu şekil, Güneş Tanrısı Taran' ın simgesiydi. Gökyüzüne hükmeden oydu; havayı ve ışığı o meydana getirir, yeryüzüne bulutları, yağmuru, fırtınayı ve yıldırımları o gönderirdi. Yeryüzündeki her varlığın kaderi ona bağlıydı.
Yaşlı drüid, hasta ziyaretçisine, Taran' ın ata binmiş bir savaşçı olduğunu, parlak çemberi koluna takmış, atının sırtında, yere serdiği insan başlı yılan kuyruklu bir canavarın omuzlarının üzerinde dikilmiş bir şekilde durduğunu anlattı. At, güneşin küheylanıydı; tekerlek, ışık saçan gökcismiydi, tanrının tılsımıydı. Drüid ona:
"Derdine deva bulman için sıcak kaynağın olduğu yere kadar gitmen gerek. Bilirsin, eskiden beri hastalar hep orayı ziyaret ederler. Kaynağın altında oturan Tanrı Belenus, Tanrı Taran' ın, yâni güneşin ısıtıcı ve iyileştirici gücünü biriktirir. Bu gücü toprakta saklar ve bu şekilde ısınarak kaynaktan fışkıran su, güneşin bir çeşit ürünü sayılır. Eğer her gün Taran' ı anmayı unutmazsan bu şifalı su seni muhakkak iyileştirecektir."
Dedikten sonra yolcu tam ayağa kalkmıştı ki, drüid yine söze devam etti:
"Belenus' un gökteki arkadaşı Sirona gökyüzünde en yüksek noktaya ulaştığı zaman yola çıkarsın. Bize geceleri tatlı ışığını yollayan ve çeşmelerden suların akmasını sağlayan Sirona' dır. Şimdi git, döndüğünde iyileşmiş olacaksın."
Galya' lı kaynaktan döndüğünde tabii ki iyileşmişti!
Hastalar her çağda olduğu gibi günümüzde de böyle şifalı suların aktığı kaynaklara giderler ve yine iyileşmiş olarak geri dönerler. Lâkin doktorların ve bilim adamlarının bu konu üzerine yaptıkları açıklamalar her ne kadar eskilerine benzemese de aynı topraktan ve aynı kaynaklardan aynı şifa fışkırmaktadır.
Bu iyileştirici güç, çok eski çağlarda, yerküre güneşten henüz kopmuş, alevler içerisinde yandığı zamandan bu yana birikmiş enerjilerden meydana gelmektedir.
Biz bu gücü yine Taran' a, ya da asıl adıyla güneşe borçluyuz!