Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

18 Mayıs '10

 
Kategori
Deneme
 

Şiirin efendisi olmaz!

Şiirin efendisi olmaz!
 

Şiir başkaldırıdır. Canlıdır, hayattır, var olandır, gelecektir, umuttur, düştür. Eğer efendisi olsaydı cansızlaşır, solar ve susardı. Birçok ülkede şiir bu durumda. Kapitalizmin şiire düşman olduğunu bugün herkes söylüyor. Dergilerde, panellerde sıkça dillendiriliyor. Ortadoğuya baktığımızda şiir dimdik ayakta. Orada şiir insandır. Şiir nükleer bombalara dur diyor. Ortadoğu’da kurşunları göğüslüyor. Ölülerin ayak uçlarından doğuyor. Her türlü haksızlığa karşı sesini yükseltiyor şiir.

Şiir insanı önemser. İnsanı geleceğe karşı uyarır. Gelecekte yaşanacakların daha iyiye

kucak açmasını imler. Bu yüzden de şiir, şimdiki zamandan daha ileridedir. Yol açıcı, el feneridir insanlığa. Geleceğin ayak sesleridir. İnsanı daha çok bütünleştirip çoğaltmaktan yanadır. Şiiri ayakta tutan da insandır. Şiirin yok olması demek insanın geleceğinin sonlanması demektir. Savaşlara, açlığa, yoksulluğa sestir şiir. İnsanın kâlp sesidir. Derindir. İçtendir. Öyle bir ses ki söylenmek istenen yüzlerce sayfalık metinleri birkaç dizeyle, söz sanatlarıyla, kalbinden vurur kötülüğü! Bunu diğer sanat dallarında da görebiliriz. Ama hiçbiri şiir kadar etkili olmadı, olamaz da. Müzik, resim, heykel sanatlarının da etkileme gücü elbette azımsanamaz. Müzikte sözlerden çok müzik daha öndedir. Müzikte söz etkisini besteden alıyor. Müzik iyiyse söz de belleklere kazılır. Söz müziğin içindedir ama onun alt kümesidir.

Şiire gelmeden önce sizi bir resim sergisine götürmek istiyorum. Herhangi bir resim sergisine. Amatör veya profesyonel, hiç farketmez. İsim de önemli değil. Elimizdeki davetiyeyle hiç tanımadığımız “x “ sanatçının resim sergisinin kapısındayız şu an. Resimler ne kadar da yalnız duruyor duvarlarda. Kendi kendileriyle gözgöze bir yalnızlık. Kalabalık durmadan birşeylerden söz ediyor. Ama içinde resim ve renklerin buluşmadığı şeylerden. Renklerin dansına bu kadar yakınken gözlerin bu kadar kör olması neden acaba? Ellerde şarap kadehleri, yüzlerde gülümseme. Belli ki dostların buluşma yeri oldu artık sergiler. Hemen hemen tüm resim sergilerinin durumu şimdilerde böyle. Hatırlar mısınız? Küçükken boya kalemlerimizle belirsiz çizgiler çizerdik. Sonra çizgileri ekleyerekten insan çizmeyi öğrendik. En zor benzetmemiz de yuvarlak bir baştı. Kıvırcık saçı, düz saçı farklı çizgilerle şekillendireceğimizin bilincine varmıştık. Çizerken düşündük. İlk karşılaştırmalarımızı yaptık. Resimin de bir bilgisi olduğunu kalemi elimize alır almaz öğrendik. Daha sonraları müziğin, heykelin, seramiğin ve şiirin bilgisine, tekniğine okullarda ulaştık. Şimdi sergileri gezerken şöyle düşünüyorum. Beni hangi obje, hangi form, kısacası hangi resim heyecanlandırıyor. Hepsinde de şöyle bir ortak nokta buldum. Farklı olanlar... Genellikle sergilerdeki resimlerde bir benzerlik göze çarpar. Bu da serginin temasıyla bütünlük sağlıyor. İsteyerek, bilinçli bir benzetme bu. Yine birbirinin devamı olan resimlere baktığımızda içlerinden bir tanesini daha çok beğeniyoruz. Ressam aynı ressam. Tonlamalar, forumlar ikiz gibi olmasa da bir benzerlik söz konusu. Ama bizi heyecanlandıran tek bir resim oluyor. Elbette bu kişiye göre de değişiyor. Bir başkası bir diğerini daha çok beğenebiliyor. Beğenme, hoşlanma duyguları kişiye göre değişkendir. Birçok kişi tarafından beğenilen, üzerinde durulan, konuşulan aynı resimse şöyle düşünebiliriz. Bu resimde diğerlerine göre farklı bir yaratım sözkonusu. Gözümüze öyle hoş geliyor ki diğer resimlerden gözümüz hemen ona kayıyor. Aynı ressamın fırçasından çıkan bu resim bizim gözümüzde öyle yer ediyor ki beynimiz de hareketlenip, onu bellek dağarcığımıza asıyor.

Resimde önce iç içe geçmiş renkler çağrışım yapar. Sonra çizgiler, derinlik, tonlamalar, pasajlar, konturlar, perspektif ve forumlar ayrı ayrı dikkatimizi çeker. Göz, resimde çok önemlidir. Resim önce göze hitap eder. Sonra gördüklerimizi düşünmeye başlarız. Göz ve mantık ilişkisi hareketlenir. Ama böyle de olsa duygularımız da işin içine girer. Göz, mantık ve duygu ilişkisi bizi etkileyendir resimde. Sanatçı, teknik bilgilerinin yanı sıra kendi yaratıcılığını birleştirip resimseveri etkiliyorsa bir sanat eseriyle karşı karşıyayız demektir. Öyleyse resimde estetik etkileşimi doğurandır. Yanıltmayan göz, duyguları tetikler. Göz + mantık+duygu= etkilenmek diyebiliriz. Mantığın ve yaratımın olmadığı yerde zaten sanat eserinden söz etmek olanaksızdır. Sanatın bir amacı vardır. İnsandan insana iletişim. Bunu yaparken de estetiği araç olarak kullanır. Kendi gözü ötekine de göz olur. Bunu yaparken de teknik bilgiye yaratımı ve estetiği ekleyerek, homojen yeni bir eser yaratır sanatçı. Estetik ve yaratımın olmadığı eser, çabucak kendini soldurur ve kendi çöplüğüne dönüşür.

Estetik herkese göre değişkendir. Fakat öyle sanat eserleri vardır ki birçok insanı etki alanına çeker. İşte gerçek sanat orada yatandır. Birbirinin kopyası olan resimlerde ise sanattan söz etmek olanaksızdır. Onlar yalnızca kopya olarak değerlendirilir. Atölyede öğretilen teknikleri uygulayıp farklı bir dönüşüm, farklı bir yaratımdan yanadır sanatın olmazsa olmazı. Yoksa her gördüğümüz resim bir sanat eseri diye adlandırılamaz. Buradan hemen şiire yönelecek olursak, şiirde de şairin estetik yaratımı “Ses”tir. Ve ilk önce doğrudan kulağa hitap eder. Bazen şiir olmayan manzumelerin sesi o kadar güzeldir ki dinleyeni etliker. Ve şiir dinlediğine inanır şiirsever. Oysa teması, sesi güzel de olsa yalnızca bunlar yeterli değildir şiirdir diyebilmemiz için. Söz sanatları bilgiyle öğrenebileceklerimiz. Bunlar için yaratıcı olmak şart değil. Çünkü bütün benzetmeler deneme – yanılma yoluyla çalışılarak yapılabilir. Şiirin ana damarı sestir. Sesi olmayan şiir, şiir olamaz. Şiiri, diğer yazılardan ayıran ve şiir yapan sesidir. Oysa bugün yayımlanan çoğu şiirlerin ortak noktası, sesin o gizemli ritmik yapısının olmayışıdır. Bu da şiirleri birbirinin benzeri yapmaktadır. Sanki sessiz şiirler akımı gibi bir şiir anlayışı benimsendi. Belki de sırf sesi şiirden atarak yeni bir şiir anlayışı aşılanmak istendi, kimbilir. O zaman neden şiirin teknik bilgisi olmadan şiir yazılamaz deniliyor? Şiir atölyelerinde, okullarda şiirin bilgisi verilirken olmazsa olmazlarından birisi değil midir ses?

Öyküde de eğretilemeler, benzetmeler vardır. Bu da şiir ve öykünün buluştuğu ortak nokta. Oysa şiiri öyküden ayıran her dizede varolan gizemli sesidir. Bir şiirde ritm yoksa ona şiirdir diyemeyiz. Bir manzumede biçim, yapı, esin, ritm, ses, benzetmeler, varsa biz bu manzumeye rahatlıkla şiirdir diyebiliriz. Onu inkar edemeyiz. Şair bir de yaratıcılığını, estetik

sesini iliştirirse şiirine okuyan defalarca okur. Ama esin, biçim, ses, ritm, söz sanatlarından birisi eksikse şiirdir diyemeyiz. Bütün bunların toplamı şiirdir. Örneğin, birbirini destekleyen ritm ve sesi yoksa eğritelemeler, imgeler, kulakta yalnızca duyulur. Hoş bir sada bırakmıyorsa okuyanda, o şiirdeki yapı ne kadar sağlam olursa olsun, eğretilemeler ne kadar güzel olursa olsun o ince nüansı yakalayamadığı için okuyucu, bu şiiri çok sevdim demez. Çünkü olmazsa olmazlarından birisi eksiktir. Okur şiirini arar ve bulur. Bu benim şairimdir der. Ve bulduğu şiiri hep kalbinin bir köşesine saklar. Bazen dostlarıyla paylaşır bazen sevdiğiyle. Bazen de kalabalıklara hitap ederken o çok sevdiği dizeleri de ekler sözlerine. Dilden dile akar şiir. Şiire ne oldu da okuyucusu tarafından terkedildi diye birçok yazı yazılıyor, dosyalar açılıyor. Neden bu kadar çok şair var ülkemizde diye de durmadan soruluyor. O kadar çok çoğaldı ki bugün sayısı bilinmemekte. Çünkü insanlar okudukları sessiz şiirlerden tad alamıyorlar. Ve okumak istedikleri şiirleri kendileri yazarak tatmin olmayı seçiyorlar. Ama şiirin teknik bilgisiyle yazılmayan, ses ve duyguyla yazılan bu metinler, internet sitelerinde, kitaplarda şiiri andıran manzumeler olarak görücüye çıkıyor. Şiirin bilgisine ulaşmadan yazıldıkları için de başka bir çöplüğün birikimini sağlıyorlar. Diğer taraftan şiirin bilgisiyle yazılsa bile bazı şiirler ölü doğuyorlar dergi sayfalarında. Şiirseverlerce daha ilk birkaç dize okunduktan sonra terkedilen bu şiirler aslında kendi kendilerini siliyorlar. Elbette onlar da başka bir çöplüğü oluşturuyorlar. Bunda şiir yazanlar ve dergiciler de sorumludur. Hatta okuyucuyu şiirden uzaklaştıran bu şiirleri yenilik olarak sunuyorlar bizlere. Son yıllarda yazılan şiirlerin birçoğunda ses yok. Sessiz şiirle neyi yakalamaya çalışıyorlar? Şiirin özünü bozup şiir olmayan bu sessiz şiirleri benimsedikleri için olacak bol imgeli ama hayat kokmayan sessizliği, şiirseverlere şiir diye okutturmak istiyorlar. Şiirsever de inatla okumuyor. Çürük tahtadan, sandalye imal etmeye benziyor bu. Bir iki oturmada kırılır ve atılır. Bu şiirler de ölü doğdundan önce dergide sonra kitapta, hatta yıllıklarda ve antolojilerde yer bulsa da ömürleri ancak bir iki okumalıktır. Onlar doğarken kansız doğmuşlardır. Bir süre sonra bu şiirler onca emeğe onca kitaba, dergiye, yıllıklara rağmen eriyip gidecekler. Hem de hiç kimse tarafından bilinmeden! Yüzyıllar ötesinden bize seslenen şiirleri anımsarız da günümüzde yazılan sessiz şiirlere gözümüzün ucuyla dahi bakmıyoruz.

Nazım Hikmet’in Mehmetçik, Mehmet şiiri neden hepimizin belleğinde? Sevdik. Okuduk, defalarca... Cenap Şahabettin’in Elhan-ı Şitası’nı okuyan herkes neden belleğine alıyor? Sesin o gizemli nüansıdır şiirleri diğerlerinden daha fazla sevmemizi, okumamızı sağlayan. Sözcükleri işledikçe, yoğurdukça şiir heyecanlanır, yerinde duramaz.

Şairini coşkuyla terkederek okuyucusuna koşar. Çünkü okuyucu onu çağırmakta. Şiir incelemesi yaparken, o şiirin tekniğine bakarız sonra da estetik ve yaratımına. Şiirin teknik bilgisini taradıktan sonra geriye kalan yaratım ve estetik ise o şiiri diğerlerinden ayırandır. Yaratım ve estetiği sözcüklerde, harflerde, seste, esinde, ritmde, imge ve eğretilemelerde ararız. Estetik ve yaratım bilgisini çözdükçe o şiirin kendi bilgisine ulaşırız. Teknik bilgileri ise tüm şiirlerin ortak özelliğidir.

Alaz edebiyat dergisinin birinci sayısında yazılan cılız şiirleri imleyerek dosya konusu yapmıştım. İki buçuk yıl sonra yayınına son verdiğimde iyi ki bu kötü dergiyi noktalamışım diye kaleme almış bir dergici. Okumadım. Anlattılar. Acaba kendi dergisinde Türk Şiiri’nin üzerine artı olarak neler ekleyebildi? Nesillerden Nesillere kalacak bir şiir yayımladı mı? Kendi yaptıklarını ve Alaz’ın yapamadıklarını örnekleyerek gösterseydi içtenlikle teşekkür ederdim. Çünkü her doğru eleştiri insana çok şey katar. Alaz, ikinci sayısından itibaren kendini toparlamıştı. Ama yapmak istediklerimden çok uzaktaydım. Bunu kurşun kalemle başaracağımıza inanıyorum. Alaz’da, amatör şiir aşkı vardı. Belki amatörce çıkan bu derginin ilk sayısı görsellik olarak kötüydü ama acemiliktir insanı coşturan. Güzeli arattıran...

Düşünüyorum da şiirin bilmediğimiz efendileri mi var? Birisi şiirin yularını istediği gibi çekebilir mi? Şiirin bir bilgisi var. Ve o bilgiye göre yazılıyorsa, şiirin efendisi yine şiirdir. Eğer siz bu bilgilerden bir tanesini sesini, şiirden söküp alırsanız, dişsiz bir insan zorla konuşur gibi oluyor. Şimdilerde dergilerde yazılan şiirlerin çoğu birbirini aratmayacak kadar sessiz şiirler. Şiirler tıpat tıp aynı olmasa da sesi olmadığından benzer şiiri okuyormuş gibi hissediyoruz. İşte bu benzerlik şiiri olumsuzluyor. Ses, şiirin hammadesi değil ama estetiği tamamlayan olmazsa olmazıdır. Şiirdeki ses saklı bir müziktir. İnce bir ayrıntı, nüans’tır. Bağıra bağıra bir ses değil, saklı bir sesin müziğini kurabilmeli şair. Pek çok şiirde bu saklı müzik, nüans yok. Oysa şiirin müziği kendinde saklı olmalı. Bir müzik bestesi kadar önemlidir şiirde ses. Şair bir besteci kadar titiz davranmalı sözcüklere. Şiirin kalıcılığını var edenlerden bir tanesi de “Ses”tir. Hani nerede şiirin orkestra sesi? Nazım Hikmet orkestradan söz ederken oda orkestrasını imlememişti elbette. Şiiri senfoni olarak düşünmüştü. Bazen şiiri gitar eşliğinde okuyorlar. Gitardaki notalar şiirin müziğini emer. Ama sessiz şiir yazarak gitar müziğiyle okunursa, şarkı ve şiir karışımı farklı bir sanat çıkıyor ortaya. Şiirin gücünü dil yönetir. Şiir yoruldu, şiir öldü diyorlar. Şiir yorulmaz, ölmez, şair yorulur, şair ölür, şairin dili, sesi sıskalaşır. Tıpkı günümüzdeki bazı şairler gibi... Ama şiir hep ayaktadır. Çünkü eskimeyen güçlü şiirler şiiri ölümsüzleştirirler. Şiirin gücünü de söz yönetir. Şiirin bu yüzden efendisi yoktur. Şiirin efendisi sözcüklerdir. Ama o sözcükleri yan yana getirebilmek için bir senfoni yazar gibi çalışkan olmalıdır şair. Yaratımı olan her şey geleceğe kalandır. Duyarlılığımızı da geliştirtirdikçe yazdığımız her şiir diğerini aşacak ve o zaman doğacak yeni, güçlü şiirler. Şimdilerde benzer şiirler yazıla yazıla üzerindeki giysileri eskitildi, yüzü solduruldu ama şiir ölmedi. Yalnızca sıskalaştırıldı. Şiiri artık tek merkezden yönetmek istiyorlar. Merkez dergilerin amacı şiiri yalnızlaştırmak mı acaba? Görünüme bakarak şöyle düşünüyorum. Sanki yalnızca küçük bir topluluk için yazılıyor bu sessiz şiirler. Ses ki uzaklara gül açtırır, dostluk çoğaltır. İstanbul’da divan şiiri Arapça ve Farsça karışımı yeni dille yazılırken, Anadolu’da terkedilmeyen, küçümsenen türkçe ile halk şiirleri yazılıyordu bir zamanlar. Türkçenin sahibi Anadolu’da inanıyorum ki şiirdeki bu tıkanıklığı giderecek şairler mutlaka vardır.



Bilgiyi aktarma işi estetikle yapılırsa, yapılan her neyse sanattır diyebiliriz. Yoksa bir çiçeği olduğu gibi çizip boyamak, bir insanın acılarını dimdik bir müzikle anlatmak, yoksulluğu, savaşları, egoyu birebir yazıya döküp aktarmak, sanat olamaz. Şiirin de bilgisine okullarda, atölyelerde varabiliriz. Estetik ve yaratımı sanatçı kimseden öğrenemez. Onun iç dünyası,

biriktirdikleri, bakış açısı, estetik gözü, estetik kulağı, estetik mantığı yaratım için gerekli olanlardır. Yoksa yalnızca bilgiyle yazdığımız şiirler aynı kurşunkalemden çıkmışçasına

birbirinin aynısı olmaya devam edecektir. Şair, şiirini yazarken öğrendiklerini kopyalamayacak, aldığı bilginin üzerine yeni imgeler, yeni eğretilemeler, farklı söylemler kuracak. Ses’e estetiğin gizemli yaratıcılığını da mutlaka eklemeli ki her şiir diğerine ihtilal olsun Veysel Çolak’ı anarak. Yenibütün manifestosu eğer “Ses” in önemini yeterince imleseydi, her şiir diğerine belki de ihtilal olacaktı. Ve yenibütünün şiiri güçlü bir şiir olarak örnekler verecekti. Şair Veysel Çolak’la şiir sohbetlerimizde kendisi de “Bizim yapamadıklarımızı bir başkası yapacaktır” diyor. Kendisiyle yüzleşiyor, olumlu bakıyor geleceğe.

Şiir özgürlüğün sembolüdür. Şiirin sesi alınarak cılızlaştırılmak istense de o kendi sesinden yeniden doğar. Çünkü sarmaşık bir aşktır şiir. Gerçek şair, ömrünü öteki için yaşar. İnsanın insan olmasına kanat çırpan, ses olan, ses veren biricik sanattır şiir. Sözcükler, şiirin efendisidir. Dergiler, kitaplar, yıllıklar, antolojiler hep olacak. Birinin bıraktığı yerden diğeri omuzlayacak şiiri. Çünkü şiir her gün yeniden doğuyor. Ama kimse onun efendisi olamaz! Dil yaşıyorsa, şiir susmaz!

Mine Ömer

Akköy Sanat Dergisi, Mayıs-Haziran 2010

 
Toplam blog
: 56
: 504
Kayıt tarihi
: 05.10.09
 
 

Mine Ömer; Larnaka, Kıbrıs doğumludur. Kıbrıs Bayrak Radyosu'nda memur olarak çalıştı. Haber ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara