Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Nisan '11

 
Kategori
Anılar
 

Şincik Dede'nin maceraları

 

Huri nine ile Şincik dede köyün yukarı mahallesinde, derenin üst yanındaki evlerinde tıngır mıngır yaşar, tin tin yürür, çın çın konuşurlardı. Tarlaya giderken atların çektiği düveni takur tukur sürer, mırıl mırıl sohbet ederlerdi. Evlerinin arkasında yüksek bir tepe, tepenin ardında geniş meralar vardı. Tepenin eteklerinde kavun karpuz tarlaları sarı yeşil dalgalanır, batan güneşin ışıkları pembeden maviye dönerdi. 

Şincik Dede'nin bembeyaz sakalları vardı, upuzun, boyu o kadar kısaydı ki sakalları göbeğine değerdi. Gülerken göbeği hop hop eder, sakalları pır pır oynardı. Çok nadir gülerdi Şincik dede ama güldümü de derenin aşağısındaki evler bile duyardı. 

Şincik dedenin kimsenin bilmediği sihirli güçleri vardı, en azından bana öyle gelirdi, neden mi böyle düşünüyorum, çünkü biz bu köye geldiğimizde Şincik dede nasılsa 15 yıldır hep aynıydı, aynı bembeyaz saç sakal, aynı pembe yanaklı yüz, aynı boncuk gözler..Hiç mi hiç değişmedi, zerre kadar yaşlanmadı, Beli bir milim olsun bükülmedi, hasta olduğunu ne duyan ne gören vardı. 

Evinin dört tarafı yüksek duvarlarla çevriliydi, kapısında da üç tane azman çoban köpeği bekler, oldu da yolunuzu şaşırıp önlerinden geçmek istediniz mi, sizi taa yukarı tezek tarlasına kadar kovalarlardı. Tezek tarlası dediğim yerde hem tezek yapılır, hem kerpiç kesilirdi. Tezek, ineklerin dışkısı daha ıslakken toplanıp, düz bir zeminde çiğnenerek, kuruyunca da sopalarla kare şeklinde kesilerek elde edilen kış yakacağıydı. Kışın evlerin saçaklarının altına istiflenir, birkaç tanesi sobaya atıldımı gün boyu evi ısıtırdı. Her neyse, Şincik dededin köpekleri insanı öyle bir kovalardı ki soluğu işte bu tezek alanında alırdınız. Oradan öteye nedense koşmazlardı. 

Huri ninenin bir sürü tavuğu, horozu vardı. Nine sabahları hem onları yemler, hem de fısır fısır konuşurdu. 

-Dur be kızım, eşelenme öyle essah bi tavuk gibi(bunu yeni yetme bir piliçe söylerdi), külleri kaldırdın, gözlerim doldu, kışşş, kışşş,  

diyerek çocuk gibi azarlar, bazen de minnacık bir civcivi eline alır bebek gibi severdi. Nasırlı elleriyle tuttuğu çapayı, bahçenin gevrek toprağına öyle bir daldırırdı ki, görenler yeni gelin zannederdi. Bahardan itibaren fasulyelerin, domateslerin, biberlerin altını çapalar, su verirdi. Yüzü hep güleç, elleri hep dolu, gözleri hep neşeliydi Huri ninenin. 

Şincik Dede'nin bahçesi elma, erik, vişne ağaçlarıyla doluydu.Diğer tüm bahçelere kolayca girip ağaçlara tırmanır, meyvalarından karnımız ağrıyıncaya kadar yerdik ama, bu yüksek duvarlarla çevrili, kapısında vahşi bekçileri olan bahçeye bugüne kadar hiçbir çocuk girememişti. Şincik dedeyle, huri ninenin hiç çocukları olmamıştı, iki ihtiyar sabah akşam tüm işlerini hiç sızlanmadan kendileri yapardı. 

Dede'nin evinin arkasındaki tepenin üzeri bahar geldi mi sapsarı çiğdem çiçekleriyle donanırdı. Çiğdemin öyle nazlı, öyle narin çiçekleri vardı ki, elinizi uzatsanız kopup gelecek sanırdınız. Bu hassas çiçeklerin toprağın altında kestaneye benzer tatlı kökleri olur, o kadar derinlerde saklanırlardı ki, çıkarmak için sivri uçlu upuzun sopalar kullanmak gerekirdi. Bazen de bu tepenin üzerinde renkli uçurtmalar uçurur, gökyüzüne değecekmiş gibi ısrarla yukarı çıkmaya çalışan kuyruklu şaheserlerimizi gururla seyrederdik. Bizim için uzaya füze göndermekle aynı şeydi uçurtmayı göklere salmak. 

Annemim biri kahve, biri beyaz iki keçisi vardı. Kahve olanın adı Çiğdem, beyaz olanın Akkız idi. Önlerine çıkan yeşil yapraklı ne varsa kemirirler, bahçeye ekilen sebzelere bile rahat vermezlerdi. Onları zapt etmek, kırlara götürüp otlatmak, akşam olmadan da sulayıp ahıra kapatmak, benim görevimdi. Arkalarından o kadar çok koşmak zorunda kalırdım ki, incecik bacaklarım titrerdi dönüş yolunda. Bir yandan da bağırırdım cılız sesimle; 

-Çiğdeeem, Akkıııııız, koşmayın bak, kurt kapar….Ben korkardım da onları da korkuma ortak ederdim…Çiğdem ile Akkız büyüyüp de süt vermez olunca iki teneke kavurma olarak beton mutfak tezgahının altında kışlık erzağın yanında altı ay kadar soframızı süslediler. Yerken onları düşünmemeye çalışırdım. 

Şincik Dede'nin evinde bir telaş var bu sonbahar, köyün her sakininin zamanı geldiğinde en mutluluk verici seyahatini o da yapacak bu sene. Hacca gidecek. Köyden birilerinin Hacca gidecek olması ki her yıl birkaç evden gidenler olurdu, bütün köyü keyifli bir telaşa sokardı. Hacı adayının evi ziyaretçilerle dolar taşar, eli öpülür, hayır duaları alınırdı. Dönüşü ise bir başka şenlikli olur, türlü hediyelerle gelen hacılar, eve gelen kimseyi eli boş göndermezlerdi. Zemzem suları içilir, hurmalar yenirdi. Bizim için en değerli olanlar hacı yüzükleri, büyüklere de seccade ve başörtüsü verilirdi. 

Biz de mahalleliyle beraber Şincik Dede'nin evine el öpmeye gidecektik, kalabalıkla beraber çoban köpeklerinin ters bakışlarının arasından geçip ikinci kata çıkan yüksek merdivenleri tırmandıktan sonra, verandaya ulaştık. Yerler uzunlamasına kesilmiş tahtayla döşeliydi, köydeki tüm evlerin yer döşemeleri tahtaydı. Altları tam olarak doldurulmamıştı ki üzerinde yürürken gıcır gıcır ses çıkarır, bu ses kulağıma ninni gibi gelirdi. Köylüler verandadaki sedirin üzerine sıralanıp, ev sahibini beklemeye başladı. Huri nine yemenisinin uçlarına yüzünü çevreleyen kısmına sıkıştırarak geldi, çın çın sesiyle 

-Dede namaz kılıyor, az soluklanın, şinci gelir, diyerek tekrar içeri girdi. 

Usulca verandadan içeri süzüldüm, o kadar merak ediyordum ki Şincik dedenin yaşadığı evi, bu sihirli evde ne bulurum umuduyla nefesimi tutarak “aralık” dedikleri holden oda kapılarını yoklamaya başladım. Bir sürü kapı vardı, iki kişi için bu kadar oda fazla değil miydi? Ne vardı bu odalarda, Şincik D'nin perileri mi, yoksa türlü sihir aletleri mi? 

Kapının birisini yavaşça iteledim, daha tam açılmadan içerden öyle güzel kokular gelmeye başladı ki, başım döndü. Çabucak içeri girip kapıyı kapattım, bu da neydi böyle?. Odanın tamamı türlü türlü yiyecekle doluydu, tavana asılmış sapsarı kavunlar, ayvalar altın gibi parlıyor, mısır hevenkleri salkım salkım ışık saçıyordu. Yerdeki çuvallarda cevizler, incirler, bulgur yığınları dizi dizi sıralanmıştı. Pencere oyuklarının içine serilmiş kar gibi beyaz tülbentlerin üstü erik, üzüm, kayısı pestilleriyle doluydu. Sıra sıra kavanozlarda turşular, marmelatlar, reçeller rengarenk süzülüyordu. Büyülenmiş, olduğum yerde kalmıştım. Bu envai çeşit yiyeceğin kokuları, renkleri, hiç bozulmadan sanki bir tören için hazır beklermişçesine dizilişleri büyüleyiciydi. Şincik Dede'nin sihir odası burası mıydı? Bunlarla türlü karışımlar yapıp hep böyle genç kalıyor, ölümsüzlüğü keşfettiği halde kimseye sırrını açıklamıyor muydu? Keşfimden dolayı kalbim güm güm atıyor, elim ayağım titriyordu. 

Merak edeceklerini düşünüp yavaşça odadan çıktım, kimse yokluğumu anlamamıştı. Diğer bir odanın kapısı aralıktı, içerde Şincik dede namazını bitirmiş, tesbihini çekerek mırıl mırıl duasını tamamlıyordu. Yavaşça kalkıp seccadesini topladı, tesbihiyle beraber özenle yerine koydu. Kenarda duran mes lastiklerini ayağına geçirdi. Bu ayakkabıları köyde genellikle yaşlılar giyer, sabah bir kere giydikten sonra da hiç çıkarmazlardı. Abdest alırken çok yaşlı olanları sadece dışındaki koruyucu tabanı çıkarır, iç kısmını ıslatarak ayaklarını yıkamış olurdu. Ancak bunu çok yaşlı olanlar yapardı, çünkü bu içlikler ayağı sıkıca sarar, yanlarındaki fermuarda öyle kolayca açılıvermezdi. Yatarken bile içliklerini çıkarmadan yatıp, ayaklarım çok üşüyor diyen ihtiyar ninecikleri hala hatırlıyorum. 

Şincik Dede mesiyle tahta zemine basarak yürürken öyle değişik bir ses çıkarıyordu ki, tahtanın gıcırtısı, ayağındaki içliğin sesiyle birleşiyor, aynı anda ayrı iki ses ardı ardına garip bir melodiye dönüşüyordu.. Şimdi bile o sesi özlediğim günler çok oluyor. O ses beş-altı yaşlarımın büyülü sesiydi, o günlerde hayal edebildiğim en lüks ve pahalı şey ise bu mes lastiklerdi. Giydiğimiz naylon, yanları klipsli ayakkabıların yanında bunlar bana göre ihtişamın ve gücün simgesiydi. Simsiyah renkleri, iç ve dış iki parçanın birbirini sımsıkı sarıp ayağı tümüyle örtmesi büyüleyiciydi. Ancak çocukluğum boyunca bunu ne anneme ne babama anlatamadım. Garip karşılarlardı, anlamazlardı. Kendime sakladım bu özlemi hep… 

Şincik Dede tahtaları gıcırdata, gıcırdata, meslerinin üzerinde yaylana, yaylana verandaya çıktı, kırmızı yanakları, boncuk gözleriyle şirin mi şirin, miniminnacıktı. Ama öyle garip bir etkisi vardı ki, herkes ayağa kalktı, sırayla Dede’nin elini öptü, ben de öptüm. Diğer eliyle saçımı okşadı, çenemi tutup yüzüme baktı, gülümsedi,  

“Buldun mu aradığını? diye sordu. Beni görmüştü demek ki, hiç şaşırmadım, sihirli gözleri vardı, evin içinde gezer, olan biten her şeyi görürlerdi mutlaka. Kıpkırmızı olmuştum, başımı öne eğdim, iki yana salladım. Henüz değil, daha kimbilir neler vardı kapısı kapalı odalarda.. 

Şincik Dede’nin Hac dönüşü ve köyde neler neler oldu. Devamı bir sonraki öyküde... 

 

 

 
Toplam blog
: 40
: 423
Kayıt tarihi
: 14.04.11
 
 

Eğitimim, hayata dair hiç bir şey bilmediğimi anlamama yetecek kadar, Bilgi birikimim, bilgin..