Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Portakal Çiçeği ve FISILTI

http://blog.milliyet.com.tr/elvince

03 Kasım '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Sizin hiç babanız öldü mü?

Sizin hiç babanız öldü mü?
 

sizin hiç babanız öldü mü?


-Pislik,
diye bağırdı saplarken bıçağı. Kanın sıcaklığı eline ulaştığında, ağzının içinde yılan ağusuna benzer tanıdık bir tat belirdi. Ta ciğerinden gelen bir sesle tükürdü yere. Bir daha sapladı bıçağı, bir daha. Gözlerine bakmadan itiverdi, bıçağın ucunda direnmesi çoktan bitmiş cansız bedeni.


On bir yaşındaydı, katırın üstünde eve geldiğinde babasının dağ gibi; ama cansız bedeni. Anasının sesini duyduğunda, yılan ağusu ilk kez yakıvermişti genzini. Öyle bir yanmıştı ki sanki; kazan kazan cehennem alevinde erimiş katran dökülüvermişti burun deliklerinden genzine doğru. Bu acıyla, babasının sol dizinden kopmuş bacağını, rüzgârda gelincik çiçeği gibi sallanan kanlı poşusuna sarılı başını taşıyan bedenini daha görmeden, anasının sesini bastıran tek bir haykırışla yere yığılıp kalmıştı. Katırcı Bedo’nun oğlu… Tek göz Bedonun oğlu…


O günden sonra iyice tuhaflaşmıştı; her ayak sesini dinler olmuş, anasından bile ürken bu çocuk her çıtırtıda aniden bıçağına davranır olmuştu. Damın ucuna tüner, uzaklara daldırdığı gözleri nerelere bakar, kendi de bilmez di. Sanırsınız bir Şahin tünemiş, tünemiş de damın ucuna… Topal Katırcı Behra’mın penceresinden süzülen alacalı ışığa çakılı gözleri, bakarda ha bakardı… Uçtu uçacak, aldı alacak…


hiç konuşmaz,
ellerini koltuk altlarına sokar,
kollarını çapraz kavuşturur,
avluda tezeklerin arasında bir o yana bir bu yana yürür dururdu.
ara sıra yere diz çöker,
babasının sol bacağından akan kanın toprakta oluşturduğu koyuluk,
geceye karışana kadar öylece dururdu.
Nöbet tutar gibi, yemin eder gibi…


-Niye öldürdün lan babamı, sıçım mi şimdi ağzına, aç lan ağzını aç.
-Kurban olam, ben etmedim. Kendi istedi kaçak işini. Gitme dedim, çökertme damını dedim, dumanı az çok tütüyor ocağının dedim. Dinlemedi.


Bir kese tütün çıkardı cebinden; al al parladı ay ışığında kese, bir guguk kuşu seslendi, bir karınca su içti dereden, kara bir yılan aktı az öteden, gümüş renkli kayanın duldasında ayışığından gizlenen gölge gibiydiler. Tütünün kokusuna karıştı hıncın kokusu…

-Ver lan babamın canını geri, nere sürdün lan o gece onu, ne taşıttın ona.

-Ben yoktum yanında, kendi gitmiş. Ben olsam korurdum onu, sürmezdi katırı mayına, ölmezdi Bedo. Yalanım varsa anam avradımdır.


Katırcı Kör Bedo son olacak bu diye düşündü; bir daha katırcılık yapmayacaktı, Suriye’ye geçerek Topal Behram’la buluşacaktı, sınırda askere görünmeden yükleyecekti dört katırı da.


Taşıdığı neydi hiç merak etmeyecek,
mayınların kokusunu iki adım öteden alan katırını öne koyacak tutacaktı kuyruğunu,
beline de diğer üç katırın yularını bağlayacaktı.


Poşisini iyice doladı başına, keleşini yavuklusu gibi sarındı sırtına, katırların ayaklarına bağladığı çaputları gözden geçirdi, avluda karanlığa doğru işedi, rüzgarda sidiği yüzüne kadar geliyordu, küfretti. Poşiyle ağzını kapadığına da, bu gece son kez kaçağa çıktığına da inceden inceye sevinçliydi.

-Babanı jandarma görmüş sınırda, durmamış baban, ateş etmişler, ürkmüş katırlar, çekmişler onu mayınlara doğru. Çözememiş belinden yularları, mayına basmış, durmuş katırlar ama baban orda parçalanmış. Ben öldürmedim onu.

Topal Behram iyice üşümüştü, yere çökülü epey zamandır gizleniyordu. İlerde sınır karakolunun ışığı yanıyordu, öyle yakındı ki oraya; bir askerin türküsünü duyuyordu. “Yazık lan size “ dedi, böyle olsun istemiyorduk. Kan kokusunu aldık bir kere ne gidiliyor, ne duruluyor. Kan da duracağa benzemiyor.”


Oğlunu düşündü, muhtarın kardeşiyle gideli üç yıl olmuştu dağa. Ne çok- ne az, ne var -ne yoktular; ama kana alışıkdılar. Oğlu istemişti katırları sınıra Bedonun getirmesini. Silah ve esrar geçireceklerdi sınırdan. Mayınlara basmadan geçerdi kesin Bedo, gözü kapalı. Kendi bedenini bile böyle iyi tanıyamazdı, böbreği nerde bilemezdi ama, “zülüflüyle” yola çıktığında katırı ondan o katırından önce bulurdu mayının yerini, asla basmazdı. Gelmişti işte Bedo.

Bu sefer çay, tütün, altın geçirmeyecekti, son kez yapacaktı bu işi ve sormayacaktı neydi yükü. Geçen kış kapanan köy yolunu karısının doğum sancıları tutunca açılması için emir veren, yolun çabucak açılamayacağını anlayan “cenderme komutanı” helikopter kaldırmış, karısını kanamadan ölmekten kurtarmıştı, ağrına gidiyordu ama kural buydu; “bir tarafta” olmalıydın ve o tarafını bu gece belirlemişti…

“Çok para vereceğiz baba, ama sakın sen gelme katırlarla, sınırdan geçer geçmez öldürecek Bedoyu muhtarın kaynı. Sen çek katırları, al git. Parayı da al cebinden, sakın bırakma. Mayına sür katırı, parçalansın ölüsü, asker öldürdü bilinsin."


-Ağlama lan! Babama acıdın mı ki o gece ben sana acıyayım.


-Pislik,
diye bağırdı saplarken bıçağı. Kanın sıcaklığı eline ulaştığında, ağzının içinde yılan ağusuna benzer tanıdık bir tat belirdi. Ta ciğerinden gelen bir sesle tükürdü yere. Bir daha sapladı bıçağı, bir daha. Gözlerine bakmadan itiverdi, bıçağın ucunda direnmesi çoktan bitmiş cansız bedeni.

Dağa döndü yüzünü, öyle bir yandı ki yüreği kazan kazan cehenem ateşiyle eritilmiş katran dökülüverdi sanki burun deliklerinden genzine doğru. Askerin türküsü geldi kulaklarına, yere çöküp kaldı.

 
Toplam blog
: 76
: 2902
Kayıt tarihi
: 06.11.06
 
 

"Yasamak sakaya gelmez,büyük bir ciddiyetle yasayacaksinbir sincap gibi mesela,yani yasamin disinda ..