Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '13

 
Kategori
Öykü
 

Soğuk bir Kasım sabahında -1

Soğuk bir Kasım sabahında -1
 

Soğuk bir kasım sabahı. Uzaklarda, Akbaba Dağları’nın karlı tepelerinde ve hemen yakınlarında görünen, pelikanların üzerinde uçtuğu devasa göl ve sırtını yamaca dayamış Cala… Çıldır’lı Aliyar Uğurlu’nun minibüsü yeni yağmış, donmak üzere olan kar örtüsünü sağa sola savurup arkasında beyaz bir toz bulutu bırakarak gitmekte. Yer yer boyası çatlamış gümüş renkli minibüsünü, kıvrımlı Arpaçay Çıldır yolundan, Akbaba dağlarının kuzeyine, Cala’ya sürüyor.

Üniversiteden yeni mezun Çorumlu Meriç Uyanık ile birlikte minibüsün camından beyaz örtüyü seyrediyoruz. Görev yerimize giderken. Minibüsün kaloriferleri yanmıyor. Arızalı, yaptıramadım diye söyleniyor Aliyar parkasını kulaklarına doğru biraz daha çekerek… Meriç ayazın nefesle birleşmesini fırsat bilip buharlaşan gözlüğünün camlarını siliyor mendiliyle homurdanarak.

Ankara’dan yola çıktığımızda dağ taş henüz sonbaharın renklerini kaybetmemişti. Uzun bir otobüs yolculuğunda ciğerlerimize dolan sigara dumanından nasibimizi almıştık. Giysilerimizde yoğun bir sigara kokusu vardı. Kars’a gelmiştik. Burnumuzun direğini sızlatan duman ve ayak kokusundan kurtulduk diye sevinirken, taze yağmış kar ve insanı iliklerine kadar donduran ayaz bizi karşıladı… Sevincimiz yarım kalmıştı. Elimizde doğru düzgün birer valizimiz dahi yoktu. Öyle ya memleketin her tarafını aynı bilirdik! Ankara’da ne varsa Kars ve kırsalında da o var düşüncesindeydik. Öğretmen olmuştuk. Lakin görev yerimizin özelliğini hesap edemeyecek kadar da bilinçsizdik. Bir Allahın kulu çıkıp gerçeği ve karşılaşacağımız sorunların ipuçlarını söyleme gereğini duymamıştı.

Bu durumda beklediğinin aksine, beklemediği sorunlarla karşılaşan genç ve idealist öğretmen ne yapsın?

Çok geçmeden minibüs şoförü Aliyar’ın “işte Cala” diyen sesiyle etrafa ilgiyle bakmaya başladık. Minibüs Çıldır gölünün kıyısında acı bir fren yaparak durdu. Şaşkınlığı üzerimizden atamadan minibüsten indik. Göl üzerinden Cala’ya esen dondurucu rüzgâr ayazla birleşince şiddetli bir şamar gibi yüzümüzü yalamaya başladı… Meriç dişlerini gıcırdatarak gözlüğünün camını siliyordu… Boş gözlerle etrafa bakarken, Aliyar eliyle az ileride, toprak damlı, kesme taştan örülmüş, taşların bağlantı yerleri kireçle boyanmış tek göz bir damı gösterdi. “Oraya gidin. Üşümeyin. Sıcak birer çayda içersiniz, kahve orası”. Gaz pedalının verdiği gücün etkisiyle, egzozundan çıkan koyu bir duman ve homurtuyla minibüs uzaklaşıp gitti.

Soğuğun da etkisiyle kendimizi kahveye attık. İçerisi yoğun bir sigara dumanıyla kaplıydı. Kırık dökük birkaç tahta masa ve sandalye göze çarpıyordu. Masaların etrafında yetmiş yaşını aşmış dört beş kişinin yanı sıra, doksan yaşını aşmış iki kişi daha vardı. Bir iki masada ise gençler oturmuş okey oynuyorlardı. Orta yerde gürültüyle yanan sobanın etrafına iyice sokulmuş yaşlılar selamımızı aldılar. Sonradan adının Binali olduğunu öğrendiğimiz kahveci yabancı olduğumuzu görünce sobanın etrafında yer açıp getirdiği tahta sandalyelere buyur etti. Sobada gürültüyle yanan tezeklerin kırıntıları etrafa saçılmıştı. Binali’nin getirdiği çaylar içimizi ısıtmıştı.

Konuşmalardan adının Hamza olduğunu anladığımız ya da sonradan bizlerin Hamza Dayı olarak bileceğimiz yaşlı adam kahvede, gürül gürül yanan sobanın önünde kemiklerini ısıtıyordu. Dışarısı yaşlı biri için oldukça soğuktu.

Kendimizi tanıtıp, Hamza Dayıya halini hatırını sorduk. Hamza Dayı sağlığının yerinde olduğunu söylüyor; hafızası da hiç tekliyor gibi görünmüyor. Geçmişi ve günümüzün olaylarını gözlerini kısıp, ellerini yanan sobaya doğru tutup kendince yorumluyor. Gençlik yıllarını günümüz yaşamıyla kıyaslıyor.

Genç yaşta yitirdiği babasının ölümünü, çocukluğunda yaşanan büyük grip salgınında anasının ve kardeşinin, komşularının nasıl ölümün eşiğinden döndüğünü, İstanbul’a çalışmak için ilk defa gittiğinde yaşadığı zorlukları, inşaatta çalışırken bacağını nasıl kırdığını ve işten kovulmasını, yüzünde hafif muzip bir gülümsemeyle anlatıyor.

Kahveci Binali ise Hamza Dayının çayını tazelerken, bu kadar uzun ömürlü ve dinç olmayı nasıl başardığını soruyor. Hamza Dayı yaramaz bir gülümsemeyle; “içki yok, sigara yok kadın yok”, diyor. Cala’da süt, yoğurt, yumurta, buldukça meyve ve dağlarda toplanan otlardan bol bol yediğini, kırmızı eti nadiren ağzına koyduğunu söylüyor.

Meriç gözlüğünün üstünden bana bakıyor söylenenleri işittikçe. Ben de başımı sallıyorum Hamza Dayıyı onaylarcasına. Hamza Dayının beslenme felsefesi çok basit aslında; “çok değil, her şeyden biraz biraz”. Sağlığı yerinde görünen doksanlı yaşlardaki Kudret amca da öyle, Allahverdi amca da ve diğerleri de. 

 
Toplam blog
: 210
: 910
Kayıt tarihi
: 04.05.08
 
 

Eğitimciyim. Bir insanın çağdaş bir gelecek için, aydınlanma için çok okuması gerektiğine inanıyo..