- Kategori
- Edebiyat
Söğüt Ağacı (9)
Murat’ın tezkeresi ile Çetin’in bir aylık izni aynı güne dek gelince Erciş’e birlikte geldiler. Erciş’ten Purul’a doğru kol kola güle oynaya yürüdüler. Gılor Tepe’ye geldiklerinde Dilo’nun yaylısı yanlarında durdu. Askerde aldıkları eğitimin çevikliği ile yaylıya atladılar. Dilo, kanal yolundan, köyün aşağısındaki çılğana kadar gidecekti. Purul’a geldiklerinde, kanalın sağ tarafında kalan eski mezarlığı geçtikten sonra Murat aşağı atladı. Çılğana kadar yaylıyla giden Çetin, çılğandan sonra köyün girişine kadar tek başına yürüyerek yoluna devam etti. Köyün girişinde karşılaştığı gençlerle evine gitti.
Purul’da Murat’ın tezkere alışı, Purmak’ta Çetin’in izne gelişi kulaktan kulağa yayıldı. Murat’ın tezkere aldığını, Purul’a geldiğini duyan Ayşe, vakit kaybetmeden Melahat’a koştu. Melahat için Murat’ın askerden gelişi merak edilecek bir şey olmadığından önemsemedi. Ayşe, üstüne basa basa tekrarladı:
-Kız, beni duymuyor musun? Kutto’nun Murat askerden geldi diyorum.
Melahat, Ayşe’nin ne demek istediğini anlamadı.
-Geldiyse geldi, ne var bunda? Hem bana ne. Anasının babasının, Çelimsiz’in gözü aydın olsun.
Ayşe, Melahat’ı hiç bu halde görmemişti. Tanıdığı Melahat, bu haberin üzerine kırk soru sorardı. Dik, dik bakarak, yüz ifadesinden, neden umursamadığını anlamaya çalıştı. Ayşe vaz geçecek değildi:
-Gerçekten merak etmiyor musun?
-Ya, neyini merak edeyim, askerlik anılarını mı?
-Sevgilisi…
-Sevgilisi mi? Askerde sevgili mi yapmış. Ah kafam! Sümüklü ya. Ben bunu nasıl unuturum. Kız, Murat gelir gelmez Sümüklü’ye gitmiş midir? Kalk gidiyoruz. Kalk, kalk…
-Nereye?
-Nereye olacak, tabi ki Sümüklü’ye gidiyoruz. Görüştüler mi, koklaştılar mı, öğrenmezsem çatlarım.
-Murat geleli birkaç saat olmuş. Ziyaretine gelenler vardır. Görüşmemişlerdir. Belki Sümüklü’nün haberi bile olmamıştır.
-Olsun, gidelim. Haberi olmamışsa bizden öğrenir.
Aysel’e öyle bir gidişleri vardı ki sanki arkalarından atlı kovalıyordu. Sanki Aysel bir yere gidecekte yetişemeyeceklerdi. Aysel, tandırını yeni yaktığı örtmeye serdiği çulun üzerine oturmuş, leçeğinin çevresine oya yapıyordu. Oya bitti, bitecek derken bir ses duydu:
-Aysel, kız, çeyizini mi hazırlıyorsun? Hazırla, hazırla; vakti geldi…
Aysel, sese doğru başını kaldırıp baktığında Melahat ile Ayşe’yi gördü. Seslenen Melahat’tı. Elindeki leçeği çulun üzerine bırakarak ayağa kalktı:
-Gelin kızlar, hoş geldiniz.
Önce Melahat’ı sonra Ayşe’yi öptü:
-İyi ki geldiniz. Ne çeyizi be, oyalanıyorum.
Melahat damdan düşer gibi söze girdi:
-Gözün aydın kız. Murat askerden gelmiş.
Dedikodular aklına gelince bir anda ne diyeceğini bilemeyen Aysel’in beti benzi sarardı. Gözü aydın mıydı, değil miydi bilemiyordu. Belki de Çetin’den haber getirmişti; ancak Çetin’den haber getirmiş düşüncesiyle göz aydınlığında bulunmadıklarını çok iyi biliyordu. Ne olmuşsa Çetin’e yazdığı mektubu Murat’a verdikten sonra olmuştu. Bir ara unutulmuş gibiydi. Demek ki unutulmamıştı. Aysel kendini çabuk toparladı:
-Benim ne diye gözüm aydın ola. Anasının, babasının, bacısının gözü aydın olsun. Ha, köylümüzdür diye gözün aydın diyorsanız sizin de gözünüz aydın olsun.
-Kız sümüklü, beni konuşturma. Murat’a Sevdalı olduğunu daha ne kadar saklayacaksın. Murat’a mektup verirken seni Ayşe yakalamadı mı?
Yakalayan Melahat, dedikoduyu yayan Ayşe’ydi. Ayşe konuştuğu her kıza ikisinin buluştuğunu gözlerimle gördüm dediğinden Melahat bile inanmıştı.
Uzun zaman Aysel’in yüzüne karşı sümüklü diyen olmamıştı. Melahat’ın hitabından rahatsız oldu:
-Her çocuk sümüklüdür. Senin sümüğün yok muydu? Evet, belki benim biraz fazlaydı. İnsanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş. Dikkat ette başına kötü şeyler gelmesin. Çok fazla merak…
-Ne demek istiyorsun?
-Ne demek istediğimi gayet iyi biliyorsun. Ayşe, sana ne demeli. Benden laf çıkmaz diyor, yemin ediyorsun; ama laf taşımaktan geri kalmıyorsun. Ettiğin yeminlerle bir gün çarpılırsın. Laf taşımakla yetinsen iyi… Bir lafın üstüne on laf koyuyorsun. Beni ne zaman Murat’la gördün? Dedikodu yapmaya utanmıyor musun?
-Sırık Şeko’nun düğününde gördüm. Yalan mı?
-Yalan veya doğru sana ne. Ben, senin yediğin naneleri anlatıyor muyum? Şımarık Fevzi… Neyse…
Melahat kulaklarına inanamadı. İçinden “bugüne kadar nasıl haberim olmadı” dedi “Ayşe’ye bak hele, başkaları hakkında laf taşıyor, kendi yediği naneleri saklıyor.” Aysel ile Murat ikinci plandaydı artık. Önceliği Fevzi’ydi. Ayşe ile ne yaşadıklarını öğrenmezse çatlardı. Bu düşünceyle dik, dik yüzüne baktığı Ayşe’nin beti benzi solmuştu. Kim bilir aklından neler geçiriyordu. Melahat Ayşe’nin omuzuna sertçe vurdu:
-Sen ve Şımarık… Neler duyuyorum.
-Aramızda bir şey yok. Yemin ederim.
-Kime inanayım. Sen yemin ediyorsun Aysel…
Aysel, Melahat’ın sözünü kesti:
-Doğru söylüyor, ilişkileri eskidendi. Sırada Dedo’nun Hasan var. Bir samanlıkta Dedo’nun Hasan’la yaşasın bakalım sıra kime gelecek.
-Kız ne diyorsun? Niyetin beni çatlatmak mı? Birde bana meraklı diyorsunuz? Meraklı olanın bunlardan haberi olmaz mı? Ben bu kafanın... Yakınımdakinden haberim yok, uzağımdakini merak ediyorum. Ayşe sende az değilmişsin…
Ayşe’nin suratından düşen bin parçaydı. Ne için gelmiş nelerle karşılaşmıştı. Daha fazla ileri gitmelerine müsaade edemezdi. Melahat hakkında bildikleri vardı. Bu güne kadar neden anlatmadığına şaşırıyordu. Demek ki bugün lazım olacakmış:
-Sen, aynada kendine bak. Çakal Osman’ı bilmiyorum sanma. Adı üstünde Çakal… Bir gün bakarsın yüklenmişsin; ama Çakal ortada yok.
Kirli çamaşırlar bir, bir ortaya dökülüyordu. Biraz daha konuşurlarsa kim bilir nelerle yüzleşeceklerdi. Melahat merakını bastırmak zorunda kaldı. Aysel ile Ayşe’nin ilişkilerini merak ederken nerdeyse Osman’dan hamile kalmaktan son anda kurtulduğunu ağzından kaçıracaktı. Osman’a nasıl uyduğuna kendi bile inanamıyordu. Masum bir öpücük demişti. Bir öpücük, bir öpücük daha derken, kendini yarı çıplak halde Osman’ın kollarında bulmuştu. Son anda kendine hâkim olmasaydı, çok ileri gittik diye düşünmeseydi olanlar olmuştu. Bu ruh haliyle daha fazla laf dalaşına giremezdi. Ayşe’nin kolundan tutarak sürükler gibi çekti:
-Hadi gidiyoruz. Seninle yolda hesaplaşırız.
-Senin yüzün benden, benim yüzüm senden kara, neyi hesaplaşacağız.
Aklı Murat’ta olan Aysel, Çetin’den mektup getirmiş olabilir mi diye düşünüyordu.Getirmişse er geç eline ulaşırdı; ancak sabredecek gibi değildi. Bir yolunu bulup mektubu almalıydı; ama nasıl? Aklına Fatma geldi. Kendi kendine “Fatma’yı ziyaret bahanesiyle gider, Murat’ı görür, bir şekilde mektubu alırım” dedi. Daha fazla beklemeden kıyafetini değiştirip saçlarını taradıktan sonra birazda allık sürerek yola koyuldu. Kendinin de bilmediği sebeple güzel görünmek istemişti. Belki de Murat’a giderken Çetin’e gidiyormuş gibi hissettiğindendi.
Bahçe kapısı açıktı. Evin kapısını Fatma açtı. Aysel, önce kapı girişindeki ayakkabılara, sonra Fatma’ya bakarak “misafiriniz olduğunu bilmiyordum” dedi. Oysa askerden gelen birini, arkadaşlarının, akrabalarının, komşularının ziyaret edeceğini çok iyi biliyordu. Fatma, abimin geldiğini duyunca koşarak gelmiş der gibi gülümsedi. İyi ki de gelmişti. Aysel’in haberi yokmuş gibi kendince müjdeyi verdi:
-Abim askerden geldi. Arkadaşları var yanında.
-Gözün aydın. Ben…
-Kapıda durma, gel içeri. Erkekler Misafir odasındalar. Biz kızlarla oturma odasındayız.
Misafir odasında erkekler, oturma odasında kızlar, bu kadar insanın içinde, mektubu almak kolay olmayacak diye düşünse de gelmişken dönmek istemedi. Odaya adımını attığında gözlerine inanamadı. Melahat ile Ayşe gelmiş, başköşeye kurulmuşlardı. Adaşı ile Hülya’da oradaydılar. Ayşe ile Melahat’a merhaba demeden, sırıtarak fısıldaşmalarına aldırış etmeden, Hülya ile adaşının arasına, küçük mindere oturdu.
Aysel’in bedeni oturma odasında, ruhu misafir odasında, aklı Murat’taydı. Kızların konuştuklarının çoğunu duymuyordu. Hakkında fısıldaştıklarını bildiği halde Ayşe ile Melahat’a dönüp bakmıyor, muhatap olmuyordu. Fatma çay servisine başladığında içinden “işte tam zamanı” dedi. Oturduğu minderden kalkarak yardımcı olmak bahanesiyle mutfağa gitti. Fatma çayları koymuş, bardakları tepsiye yerleştirmişti. Bir tepside kızlar için hazırlamıştı. Aysel’e “ben kızlara çaylarını vereyim; abim erkeklerin çaylarını almak için gelecek; sen yardımcı ol” dedi.
Aysel dünden razıydı. Mektup getirmişse, almak için bundan daha iyi fırsat olamazdı. Zaten bunun için gelmemiş miydi? Ağzı kulaklarında “sen merak etme” dedi.
Diğer kızlar gibi Aysel ile Murat’ın sevgili olduklarını sanan Fatma, çay bahanesiyle kısa süreliğine de olsa baş başa kalmalarını istemişti. Aysel için kimin ne düşündüğü, ne istediği önemli değildi. Önemli olan Murat’la görüşmesiydi ki görüşmeye Fatma yardımcı oluyordu.
Murat, Aysel’i görünce yanlış mı görüyorum diyeduraksadı. Az önce çayları alması için seslenenin Fatma olduğundan çok emindi. Mutfakta Fatma’dan başkasının olmayacağını düşünmüştü. Aysel kısık sesle “hoş geldin” dedi. Murat, hoş buldum dedikten sonra tepsiyi alıp çıkacaktı. Aysel’in bakışından bir şeyler sormak istediğini anladı. Çetin’den başka kimi, neyi sorabilirdi. Gözün aydın, Çetin izne geldi diyecekken vaz geçti. Biraz şakalaşmak, birazda meraklandırmak istemişti:
-Bir şey mi diyeceksin?
-Şey… Nasıl, iyi mi?
Kimi sorduğunu gayet iyi bilen Murat’ın, Aysel’i biraz daha meraklandırmak gibi bir tutumu vardı. Belki de sıkılgan, utangaç hali hoşuna gitmişti. Belki de ne düğünde, ne o gün duyduğu Çetin adını Aysel’den duymak istiyordu:
-Kim iyi mi?
Misafir odasında çay bekleyenleri, çayların soğuduğunu unutmuş gibilerdi. Belki de umursamıyorlardı. Murat, Çetin adını duymak isterken sanki inatlaşmak isteyen Aysel Çetin demedi:
-Mektup getirdin mi?
-Kimden?
Aysel içinden “kimden olacak, Çetin’den” dedi. Başını öne eğerek sessizce bekledi. Murat:
-Çetin’den mi? Getirmedim…
-Selam yolladı mı?
-Yollamadı.
Aysel’in gülen yüzü asıldı. Mektup beklerken bir selam dahi yollamamıştı. Kendini Murat’a karşı küçük düşmüş gibi hissetti. Başka bir şey sormadı. Benden vazgeçmiş olabilir düşüncesi canını yaktı. İçi acıdı. Dudaklarından iki kelime döküldü:
-Sağlık olsun.
-Mektup getirmedim dediğimde yüzünün hali gözümden kaçmadı. Üzülme, daha iyi haberim var. Mektup getirmedim; ama Çetin’i getirdim.
Aysel’in gözlerinin içi parladı. Asılan yüzü yeniden güldü. Bu gülüş öyle bir gülüştü ki sanki o ana kadar orada bulunan sıkılgan, utangaç Aysel değildi. Murat’ın boynuna sarılmamak için kendini zor tuttu. Haberi veren Murat değil de Fatma olsaydı boynuna sarılmakla kalmaz, defalarca öperdi. Bundan daha iyi haber olur muydu? Yine de sorma gereği duydu:
-Nasıl yani?
-İzine geldi. Birlikte geldik. Yolunu bekle. En yakın zamanda görmeye gelir. Çayları götüreyim.
-Şey…
-Çayları vereyim konuşuruz. Gerçi bu çaylar çoktan soğumuştur. Yenileyelim mi?
-Çayları yenilemeden önce, Fatma gelmeden konuşmak istediğim bir şey daha var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Hanı sana verdiğim mektup vardı ya, o mektubu verdiğimde bizi görmüşler. Köyde ikimizin adı çıktı. Sevgili olduğumuz konuşuluyor.
-Kimin ne dediğine takılma. Çetin kardeşim, Sende bacımsın. Yalnız bunu başkaları başka şekilde Çetin’e anlatmadan biz anlatmalıyız.
-Fatma’ya ne diyeceğiz. Bizi sevgili sandığından, baş başa kalalım diye beni mutfakta bıraktı.
-Bir şey demeye gerek yok. Bırak bizi sevgili bilsin. Yeri geldiğinde usulünce anlatırım.
Misafir odasında oturanlar, çayların gecikmesine anlam veremediler. Aysel’den haberleri olmadığı için Murat ile Fatma’nın konuşmaya daldığından, çayların gecikmiş olduğunu düşünenler vardı. Aylardır görüşmeyen iki kardeşin hasret gidermesi normaldi. Çay beş dakika sonra da içilebilirdi. Oturma odasında ise durum farklıydı. Özellikle Melahat yerinde duramıyordu. İkinci bardak çayı almak için mutfağa gitmek üzere ayağa kalktığında, Fatma, misafirsin diyerek engel oldu. Misafir… Melahat için hiçte inandırıcı değildi:
-Aysel misafir değil mi? Hala mutfakta…
-Aysel gitti.
-Gitti mi?
Fatma gözünü mutfağa çevirdi. Aysel gitti dediği için odaya gelirse rezil olurdu. Konuşmayı uzatmadan, çayları yenileme bahanesiyle mutfağa gitti. Teferruata girmeden, gitmesi gerektiğini anlatarak Aysel’i arka bahçeye açılan kapıdan yolcu etti.