Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '07

 
Kategori
Edebiyat
 

Sarı zarf

Yine bir Kurban Bayramıydı. Televizyonlarda gördüğüm, huzurevlerine yapılan ziyaretlerden etkilenip o kurban bayramı sabahını Seyranbağları Huzurevi’nde geçirmeye karar verdim. Ne iyi etmişim!

Hamdi amca ile o gün tanıştım. Kalın gözlüklerinin arkasına sığınmış, ziyaret salonunun nisbeten sessizce tek köşesinde, üzerinde taşıdığı yaşlılardan daha yaşlı ve bakımsız bir koltukta, ümitsizce bekliyor gibi gelmişti bana. Belli ki, kırlaşmış tel tel saçları bayram şerefine iyice taranmış ve belki de bir çekmecede kalmış bir tüp briyantinle abartılı bir şekilde de parlatılmıştı. Hamdi amca, o bayram telaşı içindeki salonda, bir cazibe merkeziydi. Sanki salondaki herkes onun yanında sönük kalıyordu. Ben de ziyaret edip, bayramını kutlamak ve hatırını sormak için onu seçtim.

Sohbetimize ben daha sandalyeye ilişemeden o başladı. Mutad el öpme faslından sonra bana, bir gayretle ulaştığı cebinden yavaş hareketlerle çıkardığı, bir peçeteye sarılmış akide şekerini ikram etti. Yiyip yemiyeceğimi sorgulayan gözlerindeki solgun bakışlar, zorlukla da olsa ağzıma attığım ve her saniye sanki giderek büyüyen akide şekerinin görevini yerine getiriyor olmasıyla birden parlamış ve sevinçle dolmuş, ben de ilk güven sınavını başarıyla geçmiştim.

“Evladım, ben buralara düşecek adam mıydım? Ama, ah o kadın!...Beni o mahvetti…O zamanlar gençtim ben; senden de gençtim. Ne genci canım? Çocuktum basbayağı. Okulda bir kız sevmiştim. O da benim gibi öğretmen çıkacaktı. Ben son sınıftaydım, fizik öğretmeni olacaktım; o benden bir sınıf küçüktü ve o da matematik öğretmeni olacaktı. Aynı okulda okumakla birlikte, ortak bir duvarı ve yemekhaneyi paylaşan kız ve erkek öğrenci yurdunda kalıyorduk.

Bir sınıf eğlentisinde tanıştık. Şimdiki gençler gibi değil, a benim evladım. Tanıştık dedikse sadece gözlerimiz birbirleriyle o anda tanışıp birbirlerini sevmişti. Ama konuşulmuş tek kelime yoktu. Günlerce yollarımız kesişir mi diye hep bekledim. Sınıflarımız farklı olduğu için, uzaktan bakışlarla yetinmek zorundaydık. Ama, işte birgün yemekhanede yanyana oturduk. Aman Allahım, o ne müthiş bir andı öyle! Yemek yemek ne mümkündü? Kalbim yerinden çıkmış mideme inmişti; yemek yenebilecek zerre kadar da yer kalmamıştı. Aklım, ruhum ve evet evet, midem de onunla doluydu. Tabakta pilav değil, hepsini sevgiyle teker teker öpmek istediğim pirinç taneleri vardı. Ya şu karşıda oturan bizim yatakhanenin mümessili Cevat; onu da öpebilirdim. Ne var, geçen hafta onunla kavga ettiysek. Herkesi seviyorum, herşeyi seviyorum diye haykırasım geliyordu. Göğüs kafesim yırtılacak gibiydi. Aşk bu olmalıydı…Birkaç yıl önce edebiyat dersinde sıkıntıyla dinlediğim Leylâ ile Mecnun hikayesinin anlamı bir anda kafama dank etmişti.

Adı Ateş’ti. İsmiyle müsemma bir insandı. Belki de doğduğunda da gözleri çakmak çakmak yanıyordu da, annesi babası o nedenle bu ismi kendisine vermişlerdi. Yüzünde derin derin duran gözlerinin koyu siyahı, insanın ruhunu ateşle sarıyordu ve ben de o ateşle yanmaya başlamıştım. İsmimi sorduğunda kendimi zorlukla toparlayıp “Cemil!” diyebilmiştim.

Artık sadece onu düşünür olmuştum ama ben de pek öyle derslerini serecek bir insan değildim. Onu tanımış olmak bana hırs vermişti. Derslerime daha fazla çalışıyor; onu daha fazla etkilemek istiyordum. Evet, müthiş bir fizik öğretmeni olacaktım. Hayır hayır, bu yetmezdi. Üniversitede kalıp, fizikçi olacaktım. Nobel kazanmalıydım. Ateş’in aşkı ve ateşi beni sarmış, sarhoş etmişti. Hayal gücüm coşkun denizler gibi çırpınıyor, sevgimin kıvılcımları orman yangını gibi ruhumu sarıyordu.

Siz gençler şimdilerde şanslısınız. O yıllarda kaç, göç var. Kolay mı öyle insanın sevgisini açık etmesi. Baksana şair nasıl anlatmış sevgisini, “Sarahaten acaba, söylesem darılmaz mı?” diye; biliyorsun değil mi, o şarkıyı?...Biz de o hesap. Akşam mütalalarının arasında okul binamızın arka yüzünde bir kuytuda birbirimizin elini tutmaktan fazlasını yapabilecek ne imkan, ne de bende yürek var ama o bir gün, onu öptüm. Ama, bir dakika! ben onu öpmedim de o beni öptü galiba…Öptüm dedimse de, öyle iki kumrunun gaga tokuşturması gibi bir şey, kibarca, hafifçe…

Uzun uzun konuşamadığımız için duygularımızı satırlara döküyor, bir sonraki gün birbirimizle mektup teati ediyorduk. Bu böyle iki üç hafta devam etti. O akşam yine mütalaa arasında arka bahçede buluşmuş, el ele tutuşmuş konuşuyorduk. Ne olduysa o an oldu! Kız yurdunun müdiresi birden ağaçların arasından çıkmaz mı…Dehşete kapılmıştık ve birbirimize hiçbir şey söyleyemeden kendi müdürlerimizin odasına çağrılmıştık. İşlediğimiz suç büyüktü… Ahlak, edep ve haysiyet kelimelerinin çok kullanıldığı bir konuşmadan sonra mütalaa salonu yerine ben doğru yatakhane koğuşuna gönderildim.

Kız yurdunun müdiresi belki de çok sıkıcı olan hayatına ertesi gün Ateş’in ailesini arayarak renk katmıştı. Telefon da o devirde her evde olan bir şey olmadığı için, kadın işini gücünü bırakıp, “Kızınızın ahlaki nedenle yurdumuzdan çıkışı yapılacaktır. Gelip alınması” diye bir telgrafı Ateş’in ailesine göndermişti. Bunu bana, ikimizi de çok seven oda arkadaşı Samime ancak bir yıl sonra söyleyebilmişti. Çünkü ben o geceden sonra, Ateş’i bir daha görmedim.

O meşum gece, ağlamaktan şişmiş gözlerimle geceyarısı mektup yazmaya başladım. Durup düşünüp, bir miktar yazıp, bazen temize çekip gece yarısıyla sabah yedi buçuk arasında tam yedi buçuk saat boyunca mektup yazdım. Artık ders saati yaklaşırken ben mektubuma son noktayı koymuştum. Yirmi küsür sayfayı aşan mektubumda neler mi yoktu? Onsuz yaşayamayacağımdan başlayıp, birlikte kuracağımız mutlu yuvanın badanasının rengine kadar herşey!...Hayalgücüme gece boyunca tam mesai yaptırmış, edebiyat dünyasına olmasa bile, şu ingilizlerin rekorlar kitabına girecek bir mektup yazmıştım. Ertesi sabah, tam derse girecekken yakaladığım Samime’ye bu mektubu, aslında kitabı demek lazım, Ateş’e ulaştırılmak üzere verdim. Yatakhaneden çıkmayan Ateş yemek de yemiyor, orada yatağının içinde oturuyormuş.

Birgün sonra akşam yemekhanede beni yıkan haberi aldım.

“Şey, oğlum sıkmıyorum ya seni böyle hatıralarla falan…” deyişiyle Hamdi amcanın, silkindim. Hikayenin en ilginç yerinde antrakt veren sinemaya duyduğum kızgınlık gibi, Hamdi amcadan devam etmesini rica ettim. “Yoo, amcacığım lütfen devam edin, hikayeniz çok ilginç…”

Babası gelip Ateş’i almış ve gitmişlerdi. Beni ondan ayıran babasına duyduğum hınç tarif edilebilir gibi değildi. Ölüm herhalde böylesi ızdırap veremezdi; çünkü, öldükten sonra nasılsa acı duymazdın ama ben, onunla birlikte oturduğumuz şu kenarı yıkılmış duvarı gördükçe, hatıraların acısıyla yıkılıyordum. Onun bana yazdığı mektuplara avucumda ezercesine sarılıp kahroluyor, ellerinin kokusunu kağıtlarda arıyordum.

Çok kısa sürede değişen dünyam, yine çok kısa sürede altüst olmuştu.

Ateş’in izini o gün kaybettim. Ama o günden sonra, nerede olsam gözlerim kalabalıklarda sanki onu bulacakmış gibi aradı durdu.

Ben okulu bitirip işe girdim, ve öylece yıllar yılları kovaladı. Bu arada ben evlendim. Kötü bir evlilikti. Bilmem hep kendi kendime derim ki, o evliliğin kötü yürümüş olmasının nedeni, kalbimin hep Ateş’i aramasıdır. Sonra o evlilik çekilmez olunca, boşandım ve ondan bir on beş yıl kadar sonra tekrar evlendim. Biri birinden ikisi öbüründen hayırsız üç çocuğum oldu. Şimdi onlar babalarını hatırlamazlar bile.

Ben artık hikayenin sonunun geldiğini zannederek, merakla kilitlemiş olduğum vücudumu gevşetince fizikçi Hamdi amca vücut lisanımı hemen çözmüştü. “Evladım, gerçekten sıktım seni bu hatıralarla. Kusura kalma” derken ben hatamı anlamış, hemen müdahale etme gereği duymuştum. Artık damar, deri ve kemikten başka birşeyi kalmamış olan, o bir zamanlar kimbilir ne denklemler çözmüş elini avuçlarıma aldım ve özür diledim: “Hayır, Hamdi amca, bir devamı olacağını akıl edemedim. Ne olur devam edin!”

Çocuksu bir sevinçle, hikayesinin devamını getirdi Hamdi amca…

Bir gün, bir mezunlar toplantısında Samime’ye rastladım. Aman Allahım o incecik kız ne kadar kilo almıştı öyle. Kocasıyla da tanıştım. Ama Samime, o gece benim dünyamı altüst eden haberi verdi, bir yandan da elime kalınca bir zarf tutuşturdu.

Ateş, bir ay kadar önce ölmüştü. Vasiyeti üzerine, yakınları benim bulunup verilmesi kaydıyla bu zarfı Samime’ye vermişlerdi. Kalbim duracak gibiydi. Bir türlü elim varıp, açamadım o zarfı. Zarfı açamadım ama o gece de gözümü uyku tutmadı. Ertesi gün, uğradığım emekli kahvesinde artık zarfı açmaya karar verdim. Zarfın içinden iki zarf çıktı. Birinde herhalde dokunulmaktan ve tekrar tekrar okunmaktan olacak, artık birçok sayfasının yazıları silinmiş ve mürekkebi karışmış halde benim mektubum vardı. Diğeri ise, Ateş’in bana ayrıldığımız gece yazdığı bir mektuptu.

Mektup pembe kağıtlara yazılmıştı. Çok kısaydı. Özet olarak, hayatını benimle birleştirmek istediği ve kendisini nerede bulabileceğim yazılıydı. Ama, hangi sebeptendir bilinmez o mektubu hiç postaya vermemişti.

Hamdi amcanın hikayesi böyle bitmişti. Bayram sohbetimizi yapmış; o hikayesini anlatırken benim ağzımda nihayet eritebildiğim akide şekeri de erimiş, hatta bu zaferi Hamdi amcanın cömert bir eda ile sipariş ettiği ikram kahvesi ile de tamamlamıştım.

O görüşmeden sonra hep kendime hayıflanmıştım, neden Ateş nasıl yaşadı sormadım diye. Acaba o da evlenmiş miydi? neden mektubunu postaya atmamıştı? bu Hamdi amcayı terk etmek değil miydi?...Bu sorular hep kafamda kaldı ama bir türlü yolum düşüp de tekrar Güçsüzler Yurduna uğrayamadım Hamdi amcayı hem ziyaret edip, hem de sorularıma cevap bulmak için. Bu bayram nihayet belki beni bir sene sonra hatırlamama riskini de göze alarak yurdun yolunu tuttum.

Hamdi amca köşesinde yoktu! Sorduğumda, geçen sonbaharda öldüğünü söylediler.

Yakınlarından kimse gelip cenazesini almamış; fakirler mezarlığına gömmüşler. Hiç eşyası da yokmuş; bir iki parça birşeyini de yurtta kalanlar paylaşmış. Az bir parasını yurt vakfına bağış kaydetmişler. Bana hüzünlü hikayenin son satırlarını anlatan yurt müdürü bey, “Bu zarfı çok titizlikle saklardı. Ölüm döşeğinde bize vasiyet ettiydi; üç kuruş parasını ne yapacağımız ve bu zarfı ne yapacağımızı. Evlatlarına göndermeyi teklif ettiğimizde “O hayırsızlar anlamazlar. Gelecek bayrama buraya bir genç gelecek, ona verirsiniz. O da gelmezse kazanda yakarsınız!” demişti. O kişi siz olmalısınız herhalde” deyip bir sarı zarf uzattı.

 
Toplam blog
: 14
: 3754
Kayıt tarihi
: 29.06.06
 
 

1953 Trabzon doğumluyum. TED Ankara Koleji (1971), ODTÜ Makina Müh (1976) lisans, University of New ..