Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

26 Mayıs '09

 
Kategori
Öykü
 

Son nefes

Yıl 2050... Tüm varlığını, ailesini yitirmiş bir adam, ülkedeki huzurevlerinden birinde bakıcıların gelmesini bekliyordu. Mimiklerinden, mutlu olmadığı kolayca anlaşılıyordu. Belli ki içinde eski günlerin özlemi vardı. Bu soğuk ve sevimsiz oda, bir türlü alışamadığı yatağı ona çok uzaktı şimdi.

'Öff, nerede kaldı bu Hasan, ' dedi kendi kendine. Saati görebilmek için ayağını duvara dayayıp geri dönmeye çalıştı; ama başaramadı. Derin bir nefes aldıktan sonra, ayağını daha iyi dayadı duvara ve olanca gücüyle ittirdi. Birkaç dakikalık uğraşın sonunda saati görebilmişti; hastabakıcının gelmesine daha yirmi dakika vardı. 'Çişini yirmi dakika daha tutacaksın, ' dedi içinden. Böyle anlar bir türlü geçmek bilmezdi ve her saniye bir asır gibi gelirdi yaşlı adama. Çağırdığında yanında biten, her isteğini eksiksiz yerine getiren annesini toprağa vereli yıllar olmuştu. Giderken, oğlunun umutlarını da beraberinde götürmüştü sanki.

Yoo, umutları çok önce tükenmişti Soner’in, otuzlu yaşlarında bırakmıştı yaşamını... İki parmağın durduğu an, yaşamın bittiği andı. Gece yarılarına kadar çalıştığı zamanlar ne düşler kurardı geleceğe dair. Şimdi, kalın bir toz tabakası kaplamıştı düşlerini...

'Onca yorgunluk, onca stres... Annemin hasta hasta çabalamaları… Hepsi bu son için miydi, ' diye düşündü. Saate baktı, yelkovan santim ilerlememişti. Gençlik yıllarında bu saatte yattığı günleri anımsadı. Ne güzel günlerdi o günler.

Acısıyla, tatlısıyla zor ama hep mutlu günlerdi. Şu an ise mutluluk en az gençliği kadar uzaktı ona.

Kasıkları sancıdıkça istem dışı kasılmaları daha da artmıştı. Bacakları yukarı öylesine hızlı inip kalkıyordu ki sonunda üzerindeki yorgan bedeninden sıyrılıp, yere düştü. Üşüyordu şimdi… Yüreği, bedeninden daha soğuktu oysa. Kırgındı insanlara, kimleri desteklemişlerdi ama 'ben varım' demesine karşın görmezden gelmişlerdi onu. Yaşamdaki bu var olma savaşında Soner ile annesini yalnız bırakmışlardı, her nedense. Biliyordu aslında… Düzene ayak uydursaydı, bazı meslektaşları gibi birilerine yalakalık yapsaydı, şu an el üstünde tutulurdu.

“Yine derin konulara daldın…”

Kendisine doğru yaklaşan seslerden, Hasan’ın mesaisine her zamankinden daha erken başladığını anladı Soner. Birbirinin aynı günlerden biri daha başlıyordu işte. Hasan tuvaletini yaptırdıktan sonra, pantolonunu giydirecek, tekerlekli sandalyesine oturtmak için iş arkadaşı Hüseyin'den yardım isteyecekti. Kapı gıcırdadı. Hasan asık suratıyla içeri girdi. Soner, gülerken hiç görmemişti ki onu. İyi kalpli bir insandı ama ciddiyetini hiç bozmadan işini yapardı yalnızca. "Günaydın, " dedi Hasan tok bir ses tonuyla ve yanıt gelmesini beklemeden tuvalete yöneldi.

Tuvaletini yapmış, rahatlamıştı Soner. Hüseyin'in gelmesini bekliyorlardı şimdi. Zeynep, onca yıl tek başına nasıl kaldırmıştı oğlunu? Kocasının belinde ve boynunda fıtık oluştuktan sonra zorunlu olarak dişini sıkıp, tek başına katlanmıştı tüm yorgunluğa.

Kapı aralandı ve Hasan'dan daha güçlü kuvvetli olan Hüseyin içeri girdi. Hemen Soner’in ayakkabılarını giydirip, kaldırdılar. Emniyet kemeriyle önce bacaklarını, ardından göğsünün üzerinden bağladılar. Kahvaltı için alt kata inmeleri gerekiyordu, zaman kaybetmeksizin öyle de yaptılar.

Kahvaltı kısa sürmüştü, bu aralar iştahı iyice kapanmıştı Soner’in. 'İnsan yaşlanınca canı hiçbir şey istemiyormuş, ' diye düşündü bahçeye çıkartılırken. Her zamanki yerine çekti Soner’i Hasan, çünkü Ege Denizinin mavisini doyasıya izlemek mümkündü bu köşeden. Çocukken gittiği Akdeniz gezisini anımsadı Soner. Bursa'ya dönüşleri dayısı yüzünden karabasana dönüşmüşse de, o geziyi çıkarmamıştı belleğinden.

Akraba ilişkileri hep tek taraflı gelişmişti Mutlu ailesinin. Sevgiyi veren onlar olmuş, alan ise sürekli değişmişti. Değişmeyen bir tek şey vardı, işleri bittiğinde Mutlulara; 'nerede gördüm ben seni, ' demeleri idi.

Babasının böbrek ameliyatı olduğunda, henüz yeni tanıştıkları ailenin yanında kaldığı üç günü nasıl unutabilirdi Soner? O ailenin, telefonda kendi akrabalarına; 'burada geri zekalı bir çocuk var, ona bakıyoruz, ' demesini nasıl da soğukkanlılıkla karşılamıştı! Karşılamayıp da ne yapacaktı, başka çaresi mi vardı? Hiç tanımadıkları birisine evlerini açmışlardı, üstelik ona Zeynep’in baktığı gibi bakmaya gayret göstermişlerdi. Daha ne isteyebilirdi ki onlardan, minnettardı Soner…

Yüreğinin bir köşesi hep kanıyordu için için. Öfkesini hiçbir zaman dışa vuramamıştı ki! İçindeki yanardağ fokur fokur kaynarken bile, sessiz kalmıştı. Yüzüne tüküreceği; 'sen aşağılık birisin, ' diyebileceği anlarda bile kendini dizginlemeyi başarabilmişti.

Yaşam neydi, sessizce ölümünü beklemek miydi? Sonsuzluğa doğru çılgınca koşmak mıydı? Bir piyes miydi yoksa? Bu piyesin neresindeydi Soner? Hiçbir işe yaramayan, zavallı çocuk, sakat rolünü beğenmemişti ve her fırsatta onu değiştirmeye çabalamıştı ama herkesin beynine kendi düşüncelerini aşılayamazdı ki Soner! Kendi akrabalarına bile bazı gerçeklerini anlatamamışken, el alem ne kadar anlardı onu? Anlamamışlardı, anlayamamışlardı elbette. O insanlar yalnızca kendi egolarını tatmin ettikleri sürece vardılar yaşamında.

'Sen, yaşama farklı bir gözle bakmamı sağladın, güç verdin bana, ' gibisinden sözleri çok duymuştu duymasına da, kimsenin aklına onun elinden tutmak gelmemişti. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı da uğraşmak istemiyorlardı. Eee, herkes Zeynep değildi. Onun kadar sabırlı, onun kadar duyarlı, sevecen olamamıştı kimse. O, sıradan bir anne değildi Soner'in gözünde. İyi bir arkadaş, dertlerini paylaştığı tek dostuydu. Bazen öfkesini ondan çıkardığı anlar olurdu ama severdi annesini. Oğlunun sevgisini Zeynep de iyi bilirdi.

Bulutlar kapatmıştı güneşi, zaten yaşamında kara bulutlar hiç eksik olmamıştı ki Soner’in! Bir yağmur damlası alnının ortasına hızla çarptı ve burnunun yanından teğet geçerek ağzına dek süzüldü. İçeri girme vakti biraz erken gelmişti bugün. Onu içeriye götürmek isteyen Hasan'a; "beş dakika daha kalalım lütfen, " dedi, gülümseyerek. İçi ürperiyordu Soner’in ama nedense ayrılmak istemiyordu buradan. Çevreyi toprak kokusu kapladı o an, ciğerlerine dek çekti bu bildik kokuyu. Belli ki çok özlemişti, belli ki bırakıp gitmek eski bir dosta yapılmış en büyük ihanet gibi geliyordu ona.

Neden sonra Hasan; "hadi gidelim amca, üşüteceksin, " dedi ve tekerlekli sandalyenin frenini açıp ittirdi. Sevgilisinden ayrılmak istemeyen bir insanın yüz ifadesiyle girmişti içeri Soner. Hüzünlüydü... Dokunsalar ağlayacaktı. Son zamanlarda daha bir duygusal olmuştu.

Gece yatağında düşünürken için için ağladığı günleri anımsadı. Bu günleri göreceğini düşünürdü de ona ağlardı belki de. Gençliğinde yalnız kalmaktan çok korkardı. Oysa şimdi... Yalnız, yapayalnızdı...

Birden bir ışık kümesi aydınlattı salonu. Ardından, kulakları sağır eden gök gürültüsü geldi. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur kısa sürede ön bahçede gölcükler oluşturmuştu. Şimşekten çekinirdi ama sakin yağan yağmuru izlemeye bayılırdı Soner.

Bir serçe kondu pencereye. Titriyordu... Ürkek bakışlarla Soner'i izledi bir süre. 'Beni de alın sıcacık yuvanıza, ' der gibi bakıyordu. Bilmezdi ki, onun yerinde olmaya can atıyordu Soner. Dilinden şu dizeler dökülüverdi:

Bir kuş kadar özgür olsam,

Kanat çırpsam özgürlüğe...

Uçsam, uçsam,

Bilinmez diyarlara...

Sonra yorulsam,

Konsam, Anadolu'da bir çamın dallarına...

Bir dişi kuşla tanışsam,

Kanatlarımla bedenini sarsam,

Öpsem, koklasam...

Bir kuş kadar özgür olsam...

O, ömrü boyunca tekerlekli sandalyesine tutsaktı. Ne suç işlemişti de bu denli ağır bir cezaya çarptırılmıştı? Henüz doğmamış bir bebeğin ne günahı olabilirdi ki? 'Hani Tanrı tüm kullarına eşit davranıyordu, hani adildi Tanrı, ' dedi içinden. 'Herkes ailesiyle sıcacık evinde, ben ise...'

Düşünmeyi sürdüremedi, iki damla gözyaşı yanaklarına süzüldü. Yürüyebilseydi eğer yapmak istediği öyle çok şey vardı ki! Bir çift göz tarafından izlenmeden tuvaletini yapmak, gece yarısı yürümek, en çok da reddedilme korkusu olmadan sevdiğine sevdasını haykırmak istiyordu. Oysa son kez birisine vurulduğunda, tüm bunları yapamayacağının farkındaydı ve onu kalbine gömmüştü. Öyle zordu ki sevdiğini söylemek… Gözlerinin içine bakarak; 'sana aşık oldum, ' demek… Olmamıştı işte, yine söyleyememişti. Onu her gördüğünde kalbi biraz daha hızlı atıyordu ve o an sözcükler boğazında düğümleniyordu adeta.

Yağmur kesilince, serçe geldiği yöne doğru kanat çırptı ve ardından bakakaldı Soner. ‘Arkadaşım, ’ dediği kişiler ve akrabaları da böyle uçup gitmişti yaşamından hiçbir açıklama yapmadan. Oysa Soner, onlar için canını vermeye hazırdı. Yoktular işte, zaten yaşamında hiç olmamışlardı ki! Gençlik yıllarındaki arkadaş arayışlarını anımsayınca acı acı gülümsedi. Bu denli zor muydu bir engelliyle arkadaş olmak? Yoo, zor bir insan değildi aslında. Girdiği her ortama hemen uyum sağlar, neşe getirirdi. Bazı takıntıları olsa da, bu onun yalnız kalmasına neden olamazdı. 'Ahmet yaşıyor mudur hala, ' diye düşündü Soner. En sevdiği kuzenlerinden biriydi Ahmet ama yüzünü görmeyeli neredeyse yarım asır olmuştu.

"Yağmurlu havaları ben de severim ama şu romatizmalarıma iyi gelmiyor bu havalar, " dedi Soner’e doğru gelmekte olan kadın. Yaşlı adam kafasını sesin geldiği yöne çevirdiğinde kadının güzelliği karşısında gözleri kamaştı. Kalp atışları hızlandı, yanakları al al oldu. İlk görüşte aşk dedikleri bu olsa gerekti. 'Ne yapıyorum ben, ' dedi kendi kendine. 'Engelli olman yine yüzüne vurulsun mu istiyorsun?'

Kendini toparlamaya çalışırken, gözlerini kadının zeytin karası gözlerinden alamadı. O kalın dudaklar, insanın içini ısıtan o kadınsı yürüyüş, kim bilir kaç erkeği baştan çıkarmıştı? Yirmili yaşlarında karşılaşsaydı bu kadınla tereddüt etmeksizin hislerini söylerdi ona ya, yaşı yetmişi çoktan geçmişti. Yine de kadının parmaklarına bakmadan edemedi. 'Yaşasın, yüzük yok, ' dedi içinden. Sonra birden oradan uzaklaşma hissi uyandı içinde. Hasan'ı çağırması için koltukta oturan kadın görevliye ricada bulundu.

"Yoruldunuz mu, ama niçin bana söylemediniz, ben çağırırdım Hasan'ı” dedi kadın ve asansöre yöneldi. Gözden kaybolana dek onu izledi Soner. Gerçek miydi bu kadın, yoksa beyninin oynadığı bir oyun muydu yalnızca? Bazen uyanıkken düş gördüğü olurdu ama hiç böylesine gerçek olmamıştı düşleri. 'Aman, neyse ne, ' diye düşündü. 'Haline bakmadan Hasan Dağına oduna gidiyorsun, demezler mi adama?'

Aşk trenini çoktan kaçırmıştı, şimdi ise peşinden koşmak istemiyor gibi bir hali vardı. İstese ne olacaktı, daha ne kadar yaşayacaktı sanki? Ömrünün tükendiğinin farkındaydı, bu saatten sonra aşık olmak bedenine zarar vermek demekti. Zaten sağlığının yerinde olduğu da söylenemezdi. Geçen hafta gittiği doktor, kolesterol ve şeker haplarına bir sürü hap eklemişti. Birden içinde bir kıpırtı oldu, eski günlerdeki yürekli Soner canlandı. "Ne varmış yaşımda, " dedi çocuklara bakan kadının alaycı bakışlarına aldırmadan ve devam etti:

"Ben daha ölmedim..."

Asansörün kapısı yeniden açıldığında önce Hasan çıktı kapıdan, ardından ismini bile öğrenmeden aşık olduğu kadın! Hasan, tekerlekli sandalyesinin frenini açıp, Soner'i odasına götürdü. Kemerlerini çözdü, sonra koltuk altlarından kollarını geçirerek sırt bölgesinden sıkıca kavradı. Son işlem olarak da dizlerini Soner'inkilere dayadı ve hızla kendine doğru çekti. Annesinden kalma bir taktikti bu ve huzurevine geldiği günden beri kendisine bakan tüm hastabakıcılara öğretmişti bu taktiği Soner.

Bahçeye çıktıktan sonra odasına çekilir, bir buçuk saat kadar uyurdu Soner. Bugün de öyle yapmıştı; fakat gözlerini kapattığında kadının yüzü geliyordu gözlerinin önüne. Derken, kapının açılıp kapandığını duydu.

"Kim o, kim o, ” dedi yüksek sesle. Yanıt veren olmamıştı ona. Yalnızca ayak seslerini duyuyordu yaşlı adam. Kafasını yukarıya kaldırdığında kadının ayakucunda olduğunu gördü. Kadın, üzerine şık bir elbise giymiş, dudaklarına vişneçürüğü rujunu sürmüş, tüm cazibesiyle bakıyordu ona. Bu güzellik karşısında nutku tutulmuştu Soner’in. Kalbi, öylesine delice atmaya başlamıştı ki içinden; 'şimdi değil, sakın yarı yolda bırakma, ' diyerek, kendini sakinleştirmeye çalıştı. O an, tüm gerçeğini unutmuştu yaşlı adam. O an, kızlar tarafından dışlanan Soner gitmiş, kendine güveni tam bir adam çıkagelmişti.

"Pardon, kapıyı çalmadan paldır küldür daldım içeriye, korkutmamışımdır umarım, " dedi gülümseyerek kadın ve konuşmasını sürdürdü:

"Yüzünüz sapsarıydı salondan ayrılırken, iyi misiniz diye merak ettim!"

"Sağ olun, iyiyim... Yaşlılık işte, bir dakikamız, ötekini tutmuyor!"

"İlahi Soner Bey, ne varmış yaşımızda canım, " dedi kadın ve bir kahkaha patlattı.

"İyi olmanıza sevindim... Bu arada size kendimi tanıtmayı unuttum, ben Yeşim Sümbül..."

"Memnun oldum… Ayakta kaldınız, oturun lütfen, " dedi yaşlı adam. Kadın, oturmadan önce Soner'in aşağıya sarkan bacaklarını yatağa doğru çekti.

Öğlene dek konuşmuşlar, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışlardı. Kah gülmüş, kah ağlamışlardı. Çoğunlukla susup, gözlerine bakarak birbirlerini anlamaya çalışmışlardı. Yeni tanışmalarına karşın hareketleri kırk yıllık dost gibiydi kadının. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz misali aradığını bulmuştu sonunda Soner. Mutluydu, hem de çok...

Asansöre binerken, yemek sırasında, yemekten sonra birlikteydiler ve hiç susmadılar. Öylesine çok sözcük vardı ki söylenecek, hepsini söyleyebilmek için acele ediyorlardı sanki. Konuşmadan, konuşamadan geçirdikleri zamanı telafi etmeye çalışıyor gibiydi ikisi de. Göz açıp kapatıncaya kadar akşam olmuştu. Yemekten sonra yarım saat kadar odalarına çekilip, dinlendiler ama beyinleri birlikteydi hala. Sonra ayrılığa dayanamayıp yine biraraya geldiler.

"Soner Bey, geç oldu, artık uyusak mı, " dedi boynunu bükerek Yeşim. Üzgündü… Sözcükler ağzından isteksizce dökülmüştü o an.

"Görevliler birazdan bizi uyarmaya gelirler!"

Suratı asılmıştı Soner’in. Söyleşinin koyulaştığı o anda, liseli aşıklar gibi görevlilerin gelmesinden çekinerek konuşmayı kesmek zorundaydılar. "Olur, " dedi yalnızca, içi 'olmaz, ' dese de... Yeşim, ayağa kalktı ve dudaklarına bir öpücük kondurdu. O an yüreği duracak gibi oldu Soner’in.

Yıldırım aşkına tutulduğu kadın odayı terk edeli saatler olmuştu; ama beynindeki saat öpüşme anında çakılmıştı. Bedeni alev alev yanıyordu hala. Öylesine geçmişti ki kendinden, sol kolundaki sancıyı bile önemsemedi. Oysa doktoru geçen haftaki kontrolünde, göğsüne ya da sırtına sancı girdiğinde hemen kendisine haber vermesini istemişti. Öyle hızlı çarpıyordu ki yüreği, nabız atışlarını sayması mümkün değildi. Kolundaki sancı çok geçmeden kalbine geçmişti. Elini uzattı, duvardaki butona basmak istedi, başaramadı... Dedesinin öldüğü günü anımsadı o an. Tüm aile başında toplanmıştı. Hepsi dedesinin son nefesini vereceği anı bekliyordu. O son nefes, acılarının bitmesi demekti. Geçmişi silmekti son nefes, belki yeni bir başlangıç... Son durağın nerede olduğunu bilmeden yolculuğa çıkmaktı. Umuttu, özgürlüktü son nefes. Belki de yalnızca toprağın altında çürüyüp yok olmaktı. Soner de tıpkı dedesi gibi derin bir nefes çekti içine ve...

 
Toplam blog
: 4
: 474
Kayıt tarihi
: 23.05.09
 
 

Ben "cerabral palcy"yüzünden tekerlekli sandalyeye bağlı bir yaşam sürmekteyim. Yalnızca sol elimin ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara