- Kategori
- Öykü
Sühandan’ın Aşkı

Aşk bazen bilmeden ama hissederek beklemektir.Aşk özlemektir.. Ve aşk vuslattır.
Sonbaharın tatlı sert rüzgârları ile savrulan bahardan ve yazdan kalma yaşlı yapraklar. Kasım ayının son demleri ve güneş de ara ara kendini neşreyleyip hatırlatma telaşesinde. Sühandan’ın penceresinde ise bu yalancı güneşlere kanan bir minik saksı çiçeği tohumu Konya’dan gelmiş. Yalancı sevdalara inanmış.
Sühandan, ömrünü ve bedenini bilmediği görmediği tanışmadığı ama daima beklediği ona saklamış bir ev kızı. Yaşı yirmili rakamların ortasında ve İstanbul’un en sıcak samimi semtlerinden Çengelköy’ün de küçük ve eski sokaklarında yaşamakta, ta doğduğundan bu yana. Karşı evin penceresinden yansıyan boğaz manzarası ile de bir o kadar gizemli ve bu manzara ancak koyu renkli perdenin kapanması ile mümkün. Kapanan bir perde ile gözüken vapurlar ve minik minik tekneler koca gemiler arasında. Ne kızan bir abisi var, ne de daima evde otur diye söylenen ailesi. Sühandan hep bir gün onun kendisini bulacağına inanmış ve bunu ise ortaokulda gördüğü rüya ile sabitlemiş gönlünde ve aklında. O nedenledir ki, ne akşamları o kalabalık ve kelimelerin kelimeleri kovaladığı çınar altında bir bardak çay içmiş, ne de sahilinde yürümüş doyasıya. Okul yıllarının evden okula ve okuldan eve mekik döşeyen tek öğrencisi, arkadaşlarının hayretler içerisinde izlediği. Tüm bu arkadaşlarınca zor gelen anlam veremedikleri hale ve yaşayışa rağmen, Sühandan hayatından bir o kadar mutlu ve her yeni günün de kavuşmaya bir adım olduğunu düşünerek de yine aynı şekilde heyecanlı. Kendini bazen gün boyu balıkçı hallerinde adım bile atmadan balığının geleceğini bilen kedilere benzetiyor dudaklarında hafif bir tebessüm belirerek ve bazen de ters döndürülmüş bir bardağın içinde mahkûm ama umutlu olan bir arı gibi görmekte kendini. Sühandan böyle işte. Ne ailesinin ne çevresinin ne de arkadaşlarının dediklerine kulak asmaya gerek duymadan, bulutlara birçoklarından daha yakın vücudu ile rengini denizden alan gözleri ile el değmemiş teninin beyaz ve pürüzsüz hatlarında ve uzun güneş rengi saçlarının beline dokunduğu bir dünya güzeli olsa da, tüm bu çekiciliği ve albenisine rağmen kapısını tıklayan elinde çikolatalı hayırlı iş üzere gelen misafirlerin de nasiplerini alamadıkları bir gizemli peri, Sühandan.
Aklında bir soru var, ya da kitaplarda yazmayan bir cevabı mı arıyorsun? Rüyanda sana seslenen uzaktaki sese bir kelam mı etmek istiyorsun? O halde sadece eskilerinin tanıdığı bu semtte bir köşe başı bilgini var senin yurdun varmak istediğin yer ora olmalı. Sorduğunda hiç bir şeyi bilmiyorum sadece yaşadıklarımı anlatıyorum diyecek kadar zengin zaman sofralarından kalkmış karnı aç olsa da gönlü tüm vakitler tok ve sırtında baktıkça yaşını hatırlatan hayat mektebinin sıralarından kalmış yeşil tüyleri dışarı çıkmış ve sağ cebi delik paltosu. Ha, bir de astarı bazı yerlerinden yırtık. Eski olduğundan değil, üşüyen kedilerin serçelerin yaralı kuşların yuvası. İsmi Avni, kulağına okunan ilk isim olmasa da ve sürekli merak etse de o ismi, 3 yaşından beri barışık bu isimle. O kadar sevmiş ki ismini bir de şiir yazmış her satırında bir kelime olan ve yırtık olmayan sol cebinde saklı sürekli. Mezar taşındaki vasiyeti.
Ağaçlar
Viran
Naçar
İnsan
Nice yağmurlar yağdı üstüne ve çamura bulanmış karlar eridi. Ne hasta oldu o, ne de aç kaldı Çengelköy sokaklarında. Tek ömrünü bir semtte geçirmiş, öylesine maddeden uzak olan bir yaşam fotoğrafı hiçbir köşesinde makas darbeleri olmamış, kadrajlamaya gerek duyulmayacak kadar her milimetresi enfes renkler ve kompozisyonlarla bezeli.
Semtin tek fırıncısının oğlu babasından izinsiz aldığı arabayı duvarla tek bir hal edince, soluğu kredi almak için banka köşelerinde almamış. Kaskosu var mı diye evin çekmecelerini ya da içinden nasıl çıktığını anlayamadığı hurda aracın torpidosunu da aramış. Yegâne çözüm adresi Avni amcanın, - aslında yaş ile Avni dedenin- yanına varmış, durumu tek solukta anlatmış. Avni amca, ağaçların harap oluşunu ve çaresiz insanlığı anlatmış ona cebinden çıkardığı 4 kelimelik şiiri ile. Anlamamış Evren yine sormuş, ne yapmalı nasıl yapmalı diye, Avni amca Evren sana muhtaç değil oğul diyerek onu kendi hatası kendi ayıbı ile baş başa bırakmış. Öylece boynu bükük ve hayattaki yerini tekrar sorgulayarak dükkândan içeri adımını atmış, kapının arkasında asılı beyaz üstüne beyaz bulanmış önlüğü giymiş ve borcunu ödemek üzere işe koyulmuş, evrenin kendi etrafında dönmediğini aklına yazarak. Araç mı? Duvardan kazındıktan sonra evrenin bir köşesine bir ruhsuz metal yığını olarak bırakılmış.
Akşam’ın güneşle vedalaştığı saatler ve akabinde boğaz suları üstünden süzülen namaza çağırış. Kendince temiz, manada temiz ve çevresinde pis olan Avni amca yine yıllardır olduğu gibi caminin dışında imamın sesini duyacak kadar da uzakta bir yerde farzın son oturuşunda. Melekleriyle de selamlaştıktan sonra tıpkı Sühandan’ın balıkçı halinde bir kedi olup balığını beklemesi gibi o da rızkını beklemekte şimdi. Ömrünce görmediği bir semt yabancısı, yolculuktan kalan yarım parça simidi Avni amcaya uzatır ve poşeti cebine koyar yanına sokulur kafasında karışık sorular ve ikilemler ile. Bir his mi bilinmez ama sorularına cevabın onda olduğunu düşünür. Ve hemen yakındaki kahvehaneden aldığı iki büyük bardak çay ile ilk sorusunu sorar belki de en kolayı, ismin nedir amca?
Çoğu kez yaptığı gibi gün geçtikçe eskiyen ama değerlenen kâğıdı çıkarır ve uzatır. Okur Süleyman sessizce, tamam Avni amca insan naçar anladım da ağaçlar neden harap olmuş onu anlayamadım der. Avni amca hemen üstlerinde ki asırlık çınarın düşmemiş son yapraklarını göstererek, görmüyor musun evlat asırlara dayanan çınar bile mevsimlere dayanamıyor. Süleyman’ın zihni zaten fazla olan cevapsız sorularına bir yenisini daha eklemiş. Mevsimlerin güneşin olması ve olmaması ile dünyaya eğik veya dik bakması ile zamanın şekillenmesi arasında bir sebep sonuç. Tıpkı insanların insanlara yukarıdan veya aşağıdan bakması ile mana da kaybolan değerler gibi. Mevsim ve insan arasındaki bu ilişki ardında çaylar sessiz kelimelerle birlikte soğumuş ve kalacak bir yeri olmadığını, buraya ne için ve ne sebeple geldiğini bilmediğini anlatan Süleyman’a, Avni amcası astarındaki deliği göstermiş burada benle kalmak ister misin? İlkin çok şaşırsa da üşümez miyiz diye sorsa da kendi kendine hayır diyemeden sohbet sohbet üstüne kelime kelime ardına günü güneşle çağırmaya koyulmuşlar. Soğuk su ile ıslanan ayaklar ardında Süleyman mescide girer iken, Avni amca yine sesi duyabileceği kadar uzakta ve yüzü kıbleye dönük oturmuş. Namaz ardında anlatmaya başlamış Süleyman…
Buraya ne için geldiğimi bilmiyorum. İnsan bir rüya sonrasında hiç trene otobüse binip de onca diyar uzaklardan buralara gelir mi diye sormuş? Seni Konya’lardan buralara getiren bir şey var ise bunda hayır aramak lazım deyip önce Sühandan’ı getirmiş aklına Avni amca ardında da penceresinde ki zamansız açan çiçeğe anlam.
Susmuş karşılaşmalarını beklemiş istemiş. Avni Amca bunu yüreğinde ister iken Süleyman hayretler içerisinde geldiği yerin Konya olduğunu nasıl anladığını idrak ile meşgul. Sormaya cesaret edemeyecek kadar da mistik bir hal içinde.
Şimdi Süleyman, kendine çağıran bu semti keşfe koyulurken Sühandan ise eve sıcak ekmek getirmek üzere evden çıkmakta. Avni Amca’da ise bir yürek sızıntısı heyecan ile açıklanması mümkün. Elinde sıkıca tuttuğu mezar vasiyeti ile artan yürek atışları.
Sühandan fırından ekmek almak üzere içeri girer ve karşısında fırıncının oğlunu gördüğünde hayırdır diye sormadan edemez. Hatamı ödüyorum diye cevaplar Evren ve kâğıda sardığı iki sıcak ekmek ile uğurlar semtinin deniz gözlüsünü. O sırada Süleyman kendince sorular üretmekte türetmekte ve tüketmektedir, karışık ve dik sokaklar arasında. Yüreğinin çağırdığı yere gitmek istemekte ancak çağırdığı yer sürekli değişmektedir. Gitmek mi kalmak mı arasında sorulara cevap ararken, sevmenin de nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini cevaplamakta yüreği. Bir olan İlahi aşkta yok olmak mı? Yoksa o aşka varmaya bir güzel mi? Tam da bunu düşünürken pencereler ve yakın duvarlar arasına sığamamış çiçek önüne düşüverir. Bir korku, bir Allah! Deyiş ve hemen ardından şaşkınlıkla bizim Konya çiçekleri demek buralara kadar gelmiş diyerek kökleri çevresine yapışmış toprakları ile bu çiçeği akşamki simitlerden kalan poşete koymuş sıkıca sarmış ve öylece taşımaya başlamış.
Süleyman henüz sokağın ucundan döner iken karşısında onu görmüş rüyadakinden daha güzel gökyüzü kadar mavi deniz kadar renkli gözleri ve gördüğü gibi ne dizi tutar olmuş ne eli. Poşete sarılı çiçek ise çoktan kaldırım taşları arasındaki toprağa kök salmakta. Uzun bakışmalar… Binalar üzerinde uzayan gölgeler kadar. Dakikalarca. Saatlerce. Tüm mahalle onları izlemekte umurlarında değil. Bu vuslat öylesi değil! Tek kelime etmeden aralarına soluk dahi giremeyecek kadar sımsıkı sarılan iki beden. Süleyman ve Sühandan.
Avni dede mi? O, bu vuslat ardında şimdi penceredeki ve poşetteki ve yerdeki çiçeğin toprağıyla ve sonbaharında açmış yemyeşil yapraklarıyla örtünmüş bir kabirde ve soğuk mermer üzerine çizili kimliğinde vasiyeti.
Ağaçlar
Viran
Naçar
İnsan
Kenan Ekşi / http://www.kenaneksi.com/blog/?p=793